YAZARLAR

Sivil kentin yokluğu

Bir yapı sadece fiziksel bir gerçeklik değildir. Kimin kullanacağı, yapının kullanım koşulları da önemli bir tasarım girdisidir. Öyle “ben yaptım bitti, nasıl kullanılırsa kullansın” deme lüksü olmamalı.

Yazı yazıyı doğururmuş. İki hafta önce “İstanbul’un anlatılamayan tarihi” yazısında, zamanında yurt dışına düzenlediğim akademik gezilerde Amsterdam, Londra, Paris ve Barselona kentlerini nasıl rahat dolaştığımızı, sadece müzeler, kültür merkezleri vb. değil, özel konut alanları ve enstitüler gibi yerlere de sorgulanmadan girebildiğimizi anlatmıştım.

Tabii Londra’da her sokağının başında “burası kamera ile izlenmektedir” diye uyarı yazısı olduğu unutulmamalı. Ayrıca Londra ve Amsterdam’da etrafta hiç polis görünmezken, en ufak aksilikte bile hemen yanınızda bir polisin bitivermesine hep şaşırmışımdır.

Biraz komik bir örnek. Londra’da eskiden kraliyet ailesinin avlanma bölgesi olan Regency Park’dayız. Gruba modern kent gezi parklarının kuruluşunun tarihini anlatıyorum. Yalnız feci sıkışmışım. Parkın öbür ucunda bir kafe olduğunu biliyorum. Fakat daha göstereceğim yerler bitmemiş. Bir ara, güya gruba çaktırmadan, bir ağacın arkasına yöneldim. Daha fermuarımı çekmeden bisikletli bir polis yanımda. Olabildiğine nazikti. Bana zaten bildiğim kafenin yerini tarif etti. Umarım tesadüftür, öbür türlüsü çok vahim.

Yine de yokluk derken, işte bu varlığa referans veriyorum. Sivil kent derken, toplum bilimlerde oldukça tartışmalı “sivil toplum” kavramı yerine “sivil” kelimesinin bende uyandırdığı duygu ile kente bakıyorum. Sivil kenti, başta devlet olmak mekanda herhangi bir grubun otoritesinin hissedilmemesi, toplumsal, etnik, sınıfsal ve fiziksel sınırlar olmadan kentin bir bütün olarak paylaşabilmesi anlamında kullanıyorum.

Anlattıklarıma özenme duygusu hiç eşlik etmiyor değil. Ama eleştiri, bir yandan da karşılaştırma yapmayı gerekli kılıyor.

Bahsettiğim, uçsuz bucaksız parkın ortamı şöyle. Kimse kimseyi rahatsız etmeden dolaşıyor; insanlar yerlere serilmiş sohbet ediyorlar; kimileri gölün kenarında güneşleniyor, kitap okuyor, ördek ve kuğuları seyrediyorlar. Olabildiğine sessiz ve sakin bir yer. Adım başı parkı işgal eden kafeler ve dikkat çekmek için yükselen müzik yok.

Kardeşimin gözlemidir. Amsterdam’da herhangi normal bir kafe ile en lüks olanında, en azından kahve söz konusu olunca, aradaki fiyat farkı 1 Euro’yu (şimdi yazınca çok geldi, o zamanlar Euro 2 lira civarındaydı) geçmez. Sınıfsal bariyerleri hesaba katan, kentin kullanımını herkese açan bilinçli bir ücret politikası. Nişantaşı’nda, ne zaman mecbur kalıp bir kahve içsem içim yanar. Üstelik kaliteli de değiller. Amaç, kim olduğunu ve tüketim gücünü belirlemekmiş gibi geliyor.

“Sen de kahveni başka yerde iç, şu özenti tavrından da vazgeç” diyebilirsiniz. Beni asıl rahatsız eden, yaşadığım kentte özgürce dolaşamamak. Her an seyyar panoptikanlar tarafından GBT taramasına maruz kalabilirsiniz. Kontrol edilenlere dikkat ediyorum, kılık kıyafetine, tipine bakılarak kesinlikle ayrımcı bir tavırla taranıyorlar. Bazen günde birkaç defa durdurulduğumu bilirim. Demek, devlete göre bende yamuk bir şeyler var. Her an, her yerde kim olduğumu ispatlamak zorundayım.

İşiniz yoksa gitmeyeceğiniz gökdelenleri, iş yerlerini, lüks rezidansları, kapalı konut (gated community) alanlarını geçtim, AVM’lere bile X-Ray cihazları ile kontrol edilerek girebiliyoruz. AVM’leri “sivil mekansal örgütlenmeler” olarak görmüyorum. Sadece tüketim sınırlarımızı zorlayan, maniple eden organizasyonlar.

Peki, İstanbul Havalimanı’nı düşün. Dikkatli bir güvenlikten geçmek doğal. Ama bu mega yapıya, daha proje aşamasında yapılan güçlü muhalefet, doğa katliamı itirazları, sayısız iş ölümleri ve açılışında “bu sadece bir havalimanı değil, aynı zamanda bir anıt” denildikten sonra burası sivil bir mekan sayılabilir mi?

Bana göre 2013 Gezi olayları, insanların barışçıl direnişleri, AKM’nin yüzeyinin dev bir kolaja dönmesi, açık hava piyano resitalleri ile tam bir sivil kent deneyimi idi. Sonrasında olanları ve meydanın şimdiki halini biliyorsunuz. İstanbul’un en önemli meydanı (boşluğu) artık sivillikten çok uzak.

Gökdelenler, AVM'ler, lüks rezidanslar, mega projeler, kapalı konut alanları, Boğaz kıyılarının zapt edilmesi ve daha niceleri, aslında bizlere ait olması gereken kentin tabanından çalınan yüz binlerce metrekare anlamına geliyor.

MİMARLIĞIN ZAFİYETİ

Ölçeği değiştiriyor, şimdi tekil yapılara bakıyorum; yokluk ve varlık ikiliğine dayanarak.

Önce eski bir örnek. 1992 yılında Teşvikiye’de Maçka Palas’ın hemen yanında inşa edilen (mimarları Şandor ve Sevinç Hadi) Milli Reasürans Genel Müdürlük Binası. Yapı, Maçka Palas’ın doluluğunu dikkate alarak, devasa bir boşluğu kente bırakıyor. Teşvikiye Caddesi üzerindeki tek boşluk. Zamanında kamera ile uzaktan yapının fotoğrafını çekerken, güvenlik görevlisi gelmiş, “yasak” olduğunu söylemişti. Koskoca yapı, ortada duruyor, bütün mimarlık dergilerinde yayımlanmış, neyi yasaklıyorsun sen?

Görevlinin işgüzarlığı olmalı. Ama o boşluk insanların kullandığı, vakit geçirdiği, yanlarında getirdikleri bir şeyleri içtiği, yediği, eğlendiği, hatta yeri gelse dans ettiği sivil bir alan olamadı. Şimdi nemrut bir boşluk olarak duruyor.

Milli Reasürans

Yeni bir örnek. Mimarlar Odası, her iki yılda bir “Ulusal Mimarlık Ödülleri ve Sergisi” adı altında farklı kategorilerde yarışma düzenler. İstiklal Caddesi’nde Galatasaray Meydanı’na bakan ve 2017 yılında hayatımıza giren yeni Yapı Kredi Kültür ve Sanat (YKKS ) 2018'de yapı dalında ödüle layık görüldü. Mimarları Mehmet Kütükçüoğlu ve Ertuğ Uçar (Teğet Mimarlık).

Hemen ardından mimarlık entelijansiyası eleştiri yazılarına başladı. Eleştiri, mimarlık bilgisini üretmek adına önemli bir edim. Haklı ya da haksız, burada eleştirilere değinmeye gerek yok. Fakat herkesin kullanımına açık ve mimarlarının ağzından, “yapının meydanın bir devamı haline gelmesi amaçlanıyor” sözlerine rağmen, şeffaf cephenin bir sınır yarattığını, güvenlikten geçilerek girildiğini (kurumun talebidir) kaçırmamalı.

YKKS, Fotoğraf: Cemal Emden

Hadi, bunlar sorun edilmesin. Ancak diğer ödül adaylarının hükümet konağı, askeri laboratuvar merkezi, belediye, otel, girilmez konut yapıları olduğunu öğrenince, YKKS’nin ödül almaması mümkün değilmiş diye düşündüm. Çünkü herkesin rahatça kullanabileceği tek sivil yapı idi. Bunu yapının mimari değerini azaltmak için değil, mimarlığın zafiyetinden bahsedebilmek için söylüyorum.

Giden arkadaşlarım, öğrencilerim mimari değerler dikkate alınarak tasarlanan (beğenisi size ait) yapıdan çok memnunlar. Çünkü etraflarında başka canlı bir örnek yok. Türkiye’de mimarlık ve tasarım eğitimi, olmayan bir mimarlık üzerine kurulu. Yapı hakkında bazen tümden reddiyeye varan eleştiriler üretilmesi, sözle boğulması, mimarlık ortamında konuşulacak bir şeylerin olmasının azlığından. Demiştim, eleştiri, aynı zamanda karşılaştırmayı gerekli kılar. Keşke YKKS gibi 20 sivil yapı daha ödül adayı olsaydı da, eleştiri ve bilgi buradan üretilebilseydi. Ama çoğunlukla ancak vasatı yakalayabilen mimari ve kültürel ortamda bu mümkün olamıyor.

Zaten yapının birleşmek istediği Galatasaray Meydanı için sivil bir mekan demek çok zor. Sürekli TOMA'lar park halinde, meydan polis kontrolünde. Burası asıl Türkiye’nin en uzun soluklu sivil itaatsizlik eylemi olan Cumartesi Anneleri’nin mekanı. Bu gerçeği görmeden neyi neyle birleştiriyorsunuz? Jüri, yokmuş gibi yapmış, görmek istemedikleri bir gerçeği ödüle layık görmüş.

Kentin bütünü anlamlı bir nitelikten yoksun olunca, yanıltıcı bir şekilde parça önemliymiş gibi görünüyor. Bu yanılsamadan kurtulduğumuzda, aslında Mimarlar Odası’nın da, düzenlediği yarışmanın da, yapının da, eleştirilerin de pek anlamı kalmıyor. Eğer eleştirilecekse, mimarlık entelijansiyası önce kendi kendini hapsettiği “aşırı anlam yüklü, ağdalı ve bir o kadar da hijyenik mimarlık dili”nden kurtulmalı, kendi toplumsal konumunun eleştirisini yapmalı. Fakat üst ölçekten böyle bir bakış açısına sahip olan çok az; geriye kalanlar ise ya yeterli bilgi birikimine sahip değiller ya da buna niyetleri (çekiniyorlar dersem çok alınırlar) yok.

Hatırlarım, öğrencilik yıllarımda Batı’dan ithal edilen, Türkiye’de ismi olan ama henüz cismi ve kültürel ortamı olmayan postmodernizm kavramı tartışmaları, uzunca bir süre sadece teorik ya da yine ödüllü bir yapı olan mimar Haydar Karabey’in “E – Evi” ve benzeri birkaç nadir örnek üstünden hararetle yapılmıştı. Asıl şimdi Batı’dan farklı dinamiklere sahip, tarihselci, eklektik, geçmişi canlandıran kent parçaları ve Osmanlı Selçuklu benzetmesi yapılar üzerine mimarlık bilgi üretmeli, lisansüstü tezleri yazılmalı. Eğer sorununuz postmodernizm ise, alın işte size milli ve yerli postmodernizm. Hakkında sadece lanetleme kolaycılığına kaçmadan yazmanın, eleştiri kurmanın tam zamanı.

E-Evi

Konuya sivil kent ile başladım, mimarlık elitlerinin eleştirisine geldim. Bunu boş yere yapmadım. Eğer bu ülkede mimarlık ve müteahhitlik neredeyse aynı şeymiş gibi algılanıyorsa, her üniversitede mimarlık fakültesi varsa ve her sene 8 bin mimar mezun oluyorsa, başta üyelerinin tek temsilcisi olan Mimarlar Odası, rant projelerini bir yandan lanetlerken diğer yandan da çoğunluğu ücretli çalışan üyelerinin sömürüsü konusunda ciddi bir çalışma yapmıyorsa, bu ülkede mimarlığın itibarsızlaşmasından asıl biz mimarlar sorumluyuz demektir.

Şu an yaşanan bir durumu ekleyeyim. SALT Galata, geniş ve zengin kütüphanesi, özel ve genel çalışma imkanı sağlayan mekanları, kitap evi, sergi alanları ile özellikle lisansüstü öğrencilerinin çekim merkezi olmuş özel bir yer. Ancak bünyesindeki kafe bir öğrenci için inanılmaz pahalı. Bütün gününü orada çalışarak geçiren, kahve içen, öğlen hafif bir şeyler atıştıran birinin 100 liralara varan bir harcama yapması gerekiyor. Öğrenciler bu sorunu şöyle çözmüşler. Termoslarına kafeden sıcak su alıyor (2 lira) ve içine 3’ü bir arada koyuyorlar. Öğlen ise yemeğe dışarı çıkıyorlar.

Bir yapı sadece fiziksel bir gerçeklik değildir. Kimin kullanacağı, yapının kullanım koşulları da önemli bir tasarım girdisidir. Öyle “ben yaptım bitti, nasıl kullanılırsa kullansın” deme lüksü olmamalı.

Sivil kent mi demiştim? Mimarlık disiplini kendi yapısal sorunlarını çözmeden bu ve benzeri kavramları dert edinmesi, bunun bilgisini üretmesi, toplumsal bir dönüştürücü güç olması imkansız görünüyor diyerek yazımı bitireyim.


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.