YAZARLAR

İfade özgürlüğü, sivri sinek ve fast-food

“Anayasa Mahkemesi Terörü Meşrulaştıramaz” başlıklı nam-ı diğer 1071 Bildirisi, birçok ismin imzalarının bilgileri dışında listeye eklendiği yönündeki açıklamasıyla hezimete uğrayınca, hem İstanbul’dan, hem de taşradan irili ufaklı üniversitelerin kadrolu rektörleri ve senatoları duruma el koyarak yeni bildiriler yayınlamaya başladılar: Çoğu en basit dil bilgisi kurallarından habersiz kalemlerce yazıldığı izlenimi doğuran bu açıklamaların dilleri, akademisyenlere yönelttikleri “kalemli terör” gibi suçlamaların tuhaflığı ya da “ifade özgürlüğünü idari yapıda desteklemenin ihanet olduğu”, “aziz milletimizin maddi menfaati” gibi aforizmaların patavatsızlığı başlı başına bir inceleme konusu.

Anayasa Mahkemesi’nin Barış Akademisyenleri kararının üzerinden neredeyse on gün geçti. Kararın ve gerekçesinin açıklanmasının ardından ekranlarda boy gösteren “kadrolular” hem Anayasa Mahkemesi’nin karara imza atan üyelerinin hem de barış akademisyenlerinin aklıyla alay eden incilerini döktürmeye başladılar. Kendilerine yorumcu, akademisyen ve hukukçu diyen ve bu sıfatlarla mevzu ne olursa olsun ekranlardaki köşelerine kurulup ezber cümlelerle konuşan ama asla zülfüyâra dokunmayan, çoğu erkek, takım elbiseli bu tiplere Bourdieu “fast-thinker”lar derdi. Fast-food gibi, herkese hitap eden, öngörülebilir ama pek bir özelliği, farklı bir tonu, yaratıcı bir yanı olmayan, hızlıca tüketilebilen, maliyeti düşük anlamında… Öyle olmalı. Havuz medyasının hayatını yandaşlıktan kazananları bir yana, televizyon ekranlarına çıkıp bu gibi tartışma programlarında boy göstermek bir PR faaliyeti olarak görüldüğünden olsa gerek, herhangi bir ücret almaksızın çıkıyorlar bu yayınlara… Hatta seve seve üzerine para verecek olanları da vardır… Yine de görevlerini layıkıyla yerine getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar ki bugün size yarın bana kuralı işlesin. Hem reklamın iyisi kötüsü olmaz hem de bir kapı başka bir kapıyı açar mantığı… İşte ben bu tiplere “kadrolular” derken yerine getirdikleri bu görev karşılığında ücretli bir iş yaptıklarını düşünerek söylemiyorum. Aklımdaki, ne yalan söyleyeyim, arabamda sürücü koltuğunun kuytusuna yerleşmiş, yazlıkta 40 dereceyi aşan sıcaklığa rağmen aylarca o kuytuda yaşamını sürdüren, ben arabaya her bindiğimde ise asli görevini yerine getirerek karnını doyuran bir sivrisinek. Peki neden kurtulmuyorsun ondan, diye sorabilirsiniz. Sanırım “yok artık, bu sıcakta nasıl canlı kalabilir ki, mutlaka ölmüştür” diye düşünüyorum her seferinde. Yolculuğun sonunda kızarmış ve şişmiş bacaklarla arabadan inerken, işte bu benim kadrolu sineğim, diye söyleniyorum. Ne olursa olsun vazife başında ve her zaman aynı vazifeyi yerine getiriyor!

Gelelim kadrolu yorumculara… Bunları kim izliyor, bilemiyorum. Tahammül gösterip de birazını izlemeniz yeterli. Zira zaten aynı şeyleri söylüyorlar. Misal, Anayasa Mahkemesi’nin Barış Akademisyenlerinin ifade özgürlüğünü teslim eden kararı. Gerekçeleriyle birlikte, hem Anayasa’nın hem de Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin gereğini yerine getiren, Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini, bildirinin içeriğinde bir suç unsurunun bulunmadığını mahkemelere ve muhataplarına madde madde açıklayan bir karar. Üstelik kararda bunun akademik özgürlükle de ilişkisi kuruluyor. Deniliyor ki, akademisyenler düşüncelerini rahatça ifade edemezlerse, akademik özgürlükleri zarar görür. Değil televizyon ekranlarına çıkıp da “ama onlar sözde barış akademisyeni”, “sözde barış bildirisi” türküsünü tutturan hukukçular, gazeteciler, analistler ve bilimum yorumcular, sokaktan geçen insanın dahi okusa anlayabileceği netlikte bir karar. Peki, biraz daha dinleyince, kararı ya gerçekten de okumadıklarını ya da bilerek okumamış gibi davrandıklarını düşünebileceğiniz bu “kadrolular” ne yapıyorlar? Uzay ve zamanda bir yerde takılıp kalmış gibi, -işte elimi sallayıp kovalamaya çalışsam da yine sivrisinek imgesi yazının satırları arasında vızlayarak dolaşmaya başladı- üç buçuk yıl önce bildiri ilk yayınlandığında ne söyledilerse, aynını söylemeye devam ediyorlar. Anayasa Mahkemesi’nin kararında da belirtildiği gibi çatışma ve şiddete son verilmesi çağrısında bulunan Barış Akademisyenlerini terör destekçisi, şiddet yanlısı olmakla suçlamaya devam ediyorlar. Üstelik bunu yaparken, kendilerince akademisyenlerin aklıyla alay ediyor, 1128 kişinin çoğunun bildiriyi okumadan imzaladığını, öylesine göz gezdirdiğini, ne anlama geldiğini düşünmeden imza attığını, barış kavramının anlamını bilmediğini, aslında imzasını çekmek isteyip de mahalle baskısından korktuğu için bunu yapamadığını söyleyiveriyorlar… Ekranlardan, gözümüzün içine baka baka, hayret bunca söz söylendi, neden barış imzacıları hâlâ bir açıklama yapmıyor, diye soruyorlar bir de¹. Değil bir tek barış imzacısının, barış imzacılarını savunan bir tek avukatın dahi çağrılmadığı programlarda, kendi kendilerine konuşup duruyorlar…

Mevzu akademisyenlerin ifade özgürlüğünü tanımama olunca, kendi kendine konuşanlar kervanına bir de başka “kadrolular” katılıyor tabii. “Anayasa Mahkemesi Terörü Meşrulaştıramaz” başlıklı nam-ı diğer 1071 Bildirisi, birçok ismin imzalarının bilgileri dışında listeye eklendiği yönündeki açıklamasıyla hezimete uğrayınca, hem İstanbul’dan, hem de taşradan irili ufaklı üniversitelerin kadrolu rektörleri ve senatoları duruma el koyarak yeni bildiriler yayınlamaya başladılar: Çoğu en basit dil bilgisi kurallarından habersiz kalemlerce yazıldığı izlenimi doğuran bu açıklamaların dilleri, akademisyenlere yönelttikleri “kalemli terör” gibi suçlamaların tuhaflığı ya da “ifade özgürlüğünü idari yapıda desteklemenin ihanet olduğu”, “aziz milletimizin maddi menfaati” gibi aforizmaların patavatsızlığı başlı başına bir inceleme konusu. Diğer yandan, artık başında oldukları üniversiteleri temsil etmeyen atanmış rektörlerin kadrolarının hakkını vermeye çalıştıkları apaçık ortada. Buraya kadar tamam, kimisi belki durumdan vazife çıkarıp bir sonraki atamaya temiz bir sicille girmeye, ya da belki geçmişteki cemaatçi günahlarının bedelini ödemeye çalışıyor; belki bir kısmı Cumhuriyet’in haberine göre YÖK’ten gelen talimatla hareket edip ileride soranlara “ne yapalım, biz de emir kuluyuz” yanıtını verecek. Muhtemelen, üniversitelerin bu açıklamaları, ileride ifade özgürlüklerini kullandıkları ve herhangi bir suç unsuru bulunmadığı Anayasa Mahkemesi’nce tescil edilmiş olan Barış Akademisyenlerinin görevlerine geri dönmesini engellemek için bir kamuoyu oluşturma çabası. Bu çabanın başında kim var, henüz netleşmedi. Zira ne Erdoğan’dan ne de ortağı Bahçeli’den Anayasa Mahkemesi’nin kararına karşı bir açıklama duymadık. Süleyman Soylu kararı içlerine sindiremediklerini söylese de İçişleri Bakanı’nın her zamanki sert üslubu düşünülürse pek de öyle sert bir çıkış gibi görünmüyor. Benim asıl şaşırdığım, üniversitelerdeki anayasa hukukçularının, demokrat, özgürlükçü, insan haklarından yana olduğunu her fırsatta ve bazen de alçak sesle beyan etmekten geri durmayan kimi akademisyenlerin, üniversitelerde akademik özgürlüğün geriye kalan kırıntılarını “devlete sadakat” gibi her yöne çekilebilecek ve eleştirel düşüncenin önünü tümüyle kesecek bir kıstasla yok edecek bu saldırılar karşısında sessizliklerini korumaya devam etmesi. Böyle de naif bir insanım işte… Hâlâ şaşırmaya devam ediyorum.

1. 1 Ağustos’ta Habertürk’te yayınlanan “Nedir Me Değildir” programında Mehmet Akif Ersoy tam da bu soruyu soruyordu.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.