YAZARLAR

Hüseyin Rahmi'nin Netflix isyanı

Yeni sinema yasasının devreye girmesi, RTÜK’ün her alana müdahil olması, zaten var olan baskıcı ortamın daha da artacak olmasının emarelerini bizlere sunarken, gerek yerel seçimlerin sonuçlarının yarattığı heyecan, gerekse son zamanlardaki Anayasa Mahkemesi kararları tam tersi bir döneme de evrilme ihtimalimizi aynı oranda bizlere gösteriyor. Sanki ortası yok gibi, ya o, ya bu…

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1924 yılında "Ben Deli miyim?" adlı romanı, edep ve ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle mahkemeye verilmişti. Mahkeme, eserin "edeb ve muhill-i ahlak olmadığına" karar vermişti. Aradan tam 95 yıl geçti ve RTÜK, neredeyse kainat kadar genişlemiş olan internet yayıncılığına ve Netflix gibi platformlara müdahale etme kararı aldı. Muhtemeldir ki mevcut ahlak anlayışını dikkate aldığımızda, bir asır öncesinin de gerisinde bir sansür mekanizması bizleri bekliyor olacak. Artık Netflix'de kimse uyuşturucu ticareti yapamayacak, Kolombiya hükümetinin bu konuda endişe etmesine gerek yok, o iş bizde artık. Cinsellik öpüşene kadar olacak, Akif Beki rahat uyuyabilir gari…İçki, sigaraların üzerleri çiçeklenecek-böceklenecek. Blu Tv'de Behzat Komiser bundan böyle sadece "bip" diyecek. Çünkü bu bahsedilenler gündelik hayatımızın içinde hiç yok, yasakladıkları zaman ahlakımız da korunmuş olacak, mantıkları bu.

Devlet-i Aliyyemiz; hayatımızın önemli bölümünü kontrol etme muktedirliğini kendinde görüyor, her şeyimizi regüle ediyor, bozulan ahlakımızı geçmişin sık sık düşen voltajlarını düzelten regülatörler misali durmadan rayına oturtuyor. Kaç çocuk yapmamız gerektiğini söyleyen bio-iktidarımız, dijital dünyada da her şeyi zapturapt altına alabileceğini sanıyor.

O zaman yine Gürpınar'a bağlanalım, üstad mahkemedeki nefis savunmasında, roman söz konusu olunca (siz burada güncel konumuz bağlamında dizi, film olarak da okuyabilirsiniz) gerçekleri saklayarak, her şeyin güllük gülistanlık olamayacağını pek güzel anlatmış: "Roman ahlakın aynasıdır. Onun objektifi gördüğü manzarayı alır. Müddeiumumi istiyor mu ki gördüğü çirkinlikleri, yaraların kokusunu değiştirsin, hakikati diri diri gömdürmeye razı olsun? Fakat o zaman hikayelerin sanatın lüzumu kalır mı? Hayır efendim hayır. Hiçbir hükümet hiçbir memleket asaletinden soyup yalancı şahitlik derecesine inemez. Asıl mesele sanatla rezaletin, edeble edebsizliğin hudutlarını tayindedir. Herhangi bir sanat eseri bir mezbeleyi, bir cifeyi de tasvir etse, hakikat mutabakati itibariyle nezihtir." (Vakit 1 Ekim 1924)

Bu toprakların uzmanlık alanı baskı ve sansürdür aslında. Günümüzde dizi kahramanı haline getirilen Abdülhamid’in zamanını aşan bir istibdat döneminden mi geçiyoruz, yoksa tam tersi bir durumla mı karşı karşıyayız, kestirebilmek çok zor. Yeni sinema yasasının devreye girmesi, RTÜK’ün her alana müdahil olması, zaten var olan baskıcı ortamın daha da artacak olmasının emarelerini bizlere sunarken, gerek yerel seçimlerin sonuçlarının yarattığı heyecan, gerekse son zamanlardaki Anayasa Mahkemesi kararları tam tersi bir döneme de evrilme ihtimalimizi aynı oranda bizlere gösteriyor. Sanki ortası yok gibi, ya o, ya bu…

Bıçak sırtı bu durum Abdülhamid dönemi için de geçerliydi. Hüseyin Cahit, bu ikircikli durumu, yoğun baskıcı yönetimle, her şeyin çok güzel olma ihtimalini, başka deyişle yakın geleceğin kestirilemezliğini anılarında şöyle anlatır: “...Her yan, korkunç bir baskı yönetiminin karanlığı içinde. (…) Ama bütün bu yoksunluklara karşın o çocukların içinde sanki bir insanüstü gücün yaktığı ışık, bir ateş var: Yurt ve özgürlük aşkı.”

Abdülhamid döneminde yasaklar öyle tuhaflaşır ki, tramvay biletleri ya da konyak şişelerinin etiketlerinin dahi sansürlendiği anlatılır. Türk sineması sansürleri de efsane ötesidir malumunuz. Tunç Okan’ın Otobüs filminde bayat ekmek ile soğan yenmesi sansüre uğrar, biz ne zaman fakir olduk ki Allah aşkına? Şafak Bekçileri filminde Türk savaş uçağının düşme sahnesi sansürlenir, gerekçe “Türk uçağı düşmez!”dir. Aynı filmde öpüşme sahnesi de makas yer, zira “Türk subayı öpüşmez!” 12 Eylül döneminde anayasa referandumu sırasında “hayır”ın rengi olan maviden herhangi bir vesileyle bahsedilmesi külliyen yasaktı. Hatta İstanbul belediye otobüslerinde kullanılan mavi kartlar referandum öncesi imha edilmişti. Geçtiğimiz hafta TLC televizyon kanalında, virüslerle ilgili bir programda domuz gribi anlatılırken domuz kelimesinin sansürlenmesi, Wikipedia’dan Ezhel’e kadar çok sayıda “tukaka”nın varlığı”, fiilen 39 yıl öncesini yaşadığımızı bizlere hatırlatıyor. Görüldüğü üzere sansür, düzenli bir kurumsal paterndir bu topraklarda.

Viral işler ya da kurgusal dizi, film gibi eğlence programlarının ağırlıkta olduğu mecralarda, her yayının denetlenebilmesi fiilen mümkün değil. Dijital dünya, her türlü yasağı teknolojik imkanlarıyla zaten delebilecek yeterlilikte. O zaman Hüseyin Rahmi ile başladık, onunla bitirelim: “Akiste iyi şeyler görünmek isteniyorsa aslı ıslah etmelidir.”


Azmi Karaveli Kimdir?

İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.