YAZARLAR

Küreselleşme ile emperyalizm aynı şeyler mi?

Küreselleşme bir yanda neoliberal bir birikim rejimi öte yanda teknolojik imkanların ticaret, üretim ve finans alanlarında sağladığı dönüştürücü imkanlar ile kapitalizmin büyük bir hızla yerkürenin her bir noktasına yayılması anlamına geliyor. Bu anlamda emperyalizmi de içeren çok daha kapsamlı bir olgu, kapitalizmin tarihsel evrimi içinde kapitalizmi küresel ölçekte yeniden organize etme çabasının bir ürünüyle karşı karşıyayız.

Geçen yazıda, günümüzde küreselleşmenin en önemli savunucusu olan ABD’nin Trump yönetimi altında hem söylemsel olarak (“küreselleşme ideolojisine karşıyım”) hem de uygulamada (ticaret savaşı, ekonomik birlik projelerinden çekilme) küreselleşmeye mesafeli bir yöne girdiğini ve bunun savunuculuğunu artık Çin ve Hindistan’ın üstlendiğini söylemiştim. Bu kritik dönüşümün, Türkiye’de neredeyse hiç tartışılmamasını ilginç buluyorum ve küreselleşmeyi emperyalizme eşitleyen yaklaşımın tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini, günümüz küresel kapitalizmin ve jeopolitiğinin aldığı biçim doğrultusunda emperyalizm ve küreselleşme kavramlarının yeni koşullar ve dönüşümler altında yeniden tanımlanması gerektiğini savunuyorum. Bu noktada 1990’larda özellikle Türkiye’de yerleşik hale gelmiş, yeterince sorgulanmadan kabul edilmiş olan küreselleşmeye dair üç ön kabulü yer imkan verdiğince tartışmaya çalışacağım. Bunlardan birincisi, geçen yazıda başlattığım küreselleşme ile emperyalizmin aynı şeyler olduğu, küreselleşmenin emperyalizmin yeni biçimi ve bir adlandırma meselesi olduğu. İkincisi, yine 1990’lar boyunca sıklıkla tekrarlanan küreselleşme ile devlet arasında bir karşıtlık ilişkisi olduğu, yani küreselleşmenin devleti zayıflatmaya çalıştığı ve milliyetçilik karşıtı olduğu. Üçüncüsü ise, Türkiye’ye özel ve burada daha yaygın bir algılama olan küreselleşmenin teritoryal yani topraksal bölünmeyi zorladığı iddiası.

EMPERYALİZMİN DÖNÜŞÜMÜ

Hayatta hiçbir şey aynı kalmadığı gibi, emperyalizm de içeriği korunmakla birlikte biçim değiştirdi. Örneğin, Lenin Emperyalizm kitabını yazdığında, emperyalizmin, merkezi kapitalist ülkeler arasında yarattığı gerilim ve savaş olgusuna ağırlık vermişti çünkü kitabını 1916’da, Birinci Dünya Savaşı koşullarında yazmıştı. 1945 sonrasında ise sosyalist bir blokun varlığında kapitalist merkez içi bir çatışma üzerine emperyalizm teorisi inşa edilemezdi.

O yüzden İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde emperyalizm olgusu “Yeni Marksizm” ve Dünya Sistemi gibi yaklaşımlar çerçevesinde daha çok kapitalist gelişmiş merkez ile gelişmekte olan çevre ya da Üçüncü Dünya arasındaki eşitsiz ve bağımlılık üzerine kurulu yapısal bir ilişki olarak tanımlandı ve bu çevrede elde edilen artı değerin merkezi kapitalist ülkelere aktarılması mekanizması analiz edilerek, geri kalmışlığın yapısal nedenleri ortaya kondu.

1970’lerin sonunda başlayan ama 1990’larda hız kazanan neoliberal küreselleşme ise emperyalizmin hem biçim hem de içeriğinde bazı önemli dönüşümler yarattı. Küreselleşme bir yanda neoliberal bir birikim rejimi öte yanda teknolojik imkanların ticaret, üretim ve finans alanlarında sağladığı dönüştürücü imkanlar ile kapitalizmin büyük bir hızla yerkürenin her bir noktasına yayılması anlamına geliyor. Bu anlamda emperyalizmi de içeren çok daha kapsamlı bir olgu, kapitalizmin tarihsel evrimi içinde kapitalizmi küresel ölçekte yeniden organize etme çabasının bir ürünüyle karşı karşıyayız.

EMPERYALİZMDEN KÜRESELLEŞMEYE

Küreselleşme ile emperyalizm arasında bazı önemli temel farklar var. Birincisi, emperyalizmin ulusal ekonomilere dayalı ve merkezi kapitalist ülkeler arasındaki çatışmacı bir mücadeleyi öngörmesi, hatta kaçınılmaz bulması. Küreselleşme ise tersine, sermayenin ulusal niteliğinin aşılarak ulusaşırı bir hale gelmesi ve dünya sisteminin jeopolitik çekişmeden mümkün olduğunca uzaklaşarak sermayenin hakimiyetinde bir dünyayı öngörüyor.

İkincisi, emperyalizmin özellikle 19. yüzyıl deneyimi daha çok ilkel birikim mantığı üzerine kuruludur. Burada doğal kaynakların talan edilmesi, emeğin ağır sömürüsü ve en önemlisi, genellikle tek bir emperyalist gücün, belli bir toprak parçası üzerinde egemenlik kurarak orayı doğrudan yönetmesi, bunun için gerektiğinde askeri yöntemleri kullanmasıdır. Kolonizasyon zaten maliyetli olduğu için 1960’larda bitmiştir ama emperyalist güçler çekildiği yerlerde korkunç bir ekonomik, siyasal ve toplumsal tablo bırakmışlardır. Ekonomik gelişme son derece yetersiz, siyasal ayrımlar derinleşmiş, toplumsal gelişmenin önü kesilmiştir. Örneğin, Belçika kolonisi olan Kongo’dan çekildiğinde, bu ülkedeki bütün toplumsal ve ekonomik veriler korkunç durumdaydı. Küreselleşme ise küresel ekonominin yeniden örgütlenmesini gerektirdiği için öncelikli olarak sermayenin girdiği yerlerde yüksek sömürü oranlarına dayansa da kaçınılmaz olarak ekonomik bir gelişmeye neden olmakta, toplumsal dönüşüm yaratabilmektedir. 1990’lar ve 2000’lerde BRICS, “küresel güney” gibi kavramlar bu durumu tanımlamak için geliştirildi. Bunun en somut göstergesi ise geçen yazıda tartıştığım Çin idi. Çok kısa birkaç rakam vermek gerekirse, örneğin 2000’de Almanya Türkiye ekonomisinden 7 kat büyük iken 2016’da bu oran 4 kat büyüklüğe indi. Aynı şekilde ABD ekonomisi 2000’de Brezilya’dan 16 kat daha büyük iken bu fark 2016’da 8 kata kadar düştü. Uzak Doğu’daki rakamlar ise Japonya’daki uzun süreli durgunluk, diğer Asya ülkelerinin gelişme hızındaki yüksek hız nedeniyle daha çarpıcı. Malezya ile Japonya arasında 2000’deki ekonomik büyüklük farkı 50 kata yakın iken bu günümüzde 16 kata kadar düşmüş durumda. Çevre ülkelere, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki çoğu emek yoğun ve çevreyi kirleten sanayiler bile kaydırılmış olsa, bu ülkelerde belli bir sanayileşme olgusu yaşandı ve ihracatlarındaki sanayi ürünlerinin payı çok arttı. Bunlar makro veriler ve doğal olarak gelir dağılımı konusunda bir şey söylemiyor. Bu sürecin gelir dağılımında büyük açıklar yaratma pahasına gerçekleştiğini biliyoruz. Fakat sonuçta küreselleşme çevre ülkelerinin içinde gelir düzeyi farklılıklarını artırırken, çevre ile merkez arasındaki ekonomik büyüklük farklılıklarının azalmasına yol açtı. Yine de bir süreklilik ögesi olarak, Çin istisnası dışında, çevrenin merkeze olan bağımlılığı ortadan kalkmadı ama çevre ülkelerinin merkez karşısındaki politik ve stratejik konumu güçlendi, elleri bir miktar rahatladı. Oysa, geçmişte küresel sistemin yapısı itibariyle ilişki ağı kuzey-güney eksenliyken, günümüzde güney-güney arasındaki bağlar ve ilişkiler gelişme imkanına kavuştu. Brezilya, Güney Afrika, Hindistan arasında oluşturulan IBSA Diyalog Forumu gibi oluşumlar bunun örneğidir.

TOPRAĞIN DEĞİŞEN ANLAMI

Küreselleşme ile emperyalizm arasında kritik bir diğer farklılık, yine klasik emperyalizm ve kolonyalizm dönemindeki toprak kontrolünün aşılmasıdır. Geçmişte emperyalist bir güç, kendi ülkesinden olmayan bir sermayenin kontrolü altında tuttuğu bölgeye girmesine izin vermezdi. Örneğin, İngiliz kolonisi olan Hint alt kıtasına Fransız, Cezayir’e İngiliz sermayesi giremezdi. Küreselleşme sürecinde ise hiçbir ülke, belli bir toprağı başka bir ülke sermayesine kapatamıyor. ABD bunu işgal ettiği Irak’ta bile yapamamıştır. Geçmişte doğrudan koloni olmasa bile ABD’nin arka bahçesi sayılan Latin Amerika’ya örneğin Çin ve Avrupa sermayesi yatırım yapmakta, iktisadi faaliyette bulunabilmektedir. Küreselleşme tam da bu türden nüfuz bölgelerinin, kapanmacı eğilimlerin aşılması çabasıydı. Dayandığı mantık ise jeopolitik bir alan kapma yerine, açık bir küresel ekonomik düzende zaten ulusal kimliği olmayan şirket rekabetini öne çıkarmaktı.

KÜRESELLEŞME MERKEZİ DE VURDU

Küreselleşme neoliberal içeriği nedeniyle de emperyalizmden farklılaşmaktadır. Emperyalizm temelde merkez dışı coğrafyaları hedef alıp, orada yaratılan zenginliği merkez ülkelere taşıyıp, elde edilen artı değerin bir kısmını da alt sınıflara dağıtarak merkezde siyasal ve toplumsal istikrarı sağlamaya yararken, neoliberal küreselleşme hem merkez hem de çevre alt ve orta sınıflarını neredeyse aynı anda hedef aldı. Bu yönüyle küreselleşme, emperyalizmi de içeren çok daha kapsamlı bir dönüşüm, yalnızca sermaye birikim süreçleriyle sınırlı kalmayan, kapitalist ilişkileri yerkürenin her noktasına yaymaya çalışan, günlük hayatı sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalışan bir süreç. Hatta, geçen yazıda değindiğim gibi Batı’da küreselleşme giderek negatif bir anlama sahip oldu.

Böyle olduğu için de küreselleşmeye şu anda hem merkez ülkelerinde sağ ve sol siyaset aynı anda karşı çıkarken, Asya dışındaki çoğu çevre ülkesiyle merkez ülkesinin orta ve alt sınıfları benzer sıkıntıları paylaşıyorlar. Kapitalist merkez ile çevre ülkelerinin demokratik güçleri Vietnam ve Irak işgalleri gibi emperyalizme karşı çıkış konusunda geçmişte de ortaklaştılar ama bu itiraz, merkez ülke toplumları için askeri işgallerle sınırlı kaldı. Yoksa, daha ince ekonomik bağımlılık ilişkileri, çevre ülkelerindeki ekonomik sıkıntılar, bunların altında yatan sömürü olgusu, merkez ülkelerdeki sınırlı duyarlı kesimler dışında, yakınma konusu olmazdı. İlk kez küreselleşme ile birlikte, merkez ve çevre toplumları, doğrudan ekonomik sıkıntılar ve küreselleşme karşıtlığında buluşabildiler.

Küreselleşme ile emperyalizm arasında bir ilişki olduğu açıktır. Ama birbirinin yerine aynısı iki olgu olmadıkları da ortadadır. Hatta şunu söyleyebiliriz. Küreselleşme içinde emperyalizm mümkün olduğu gibi, küreselleşme için de emperyalizme başvurulabilir. Irak işgali bunun tipik bir örneği olarak çarpıcıdır. Bu işgal küreselleşme koşullarında başvurulan bir emperyalist eylemdir ve Irak’ı küreselleşme sürecine dahil etmek için yapılmıştır. Bu açıdan da başarılı bir hamledir.

Son olarak, geçen yazıda sorduğum, ABD’nin küreselleşmeden çekilmesinin emperyalizmden vazgeçmesi anlamına mı geleceği sorusunun yanıtı da olumsuz olmaktadır. Bunun nedeni her iki olgunun aynı şeyler olmamasıdır. ABD pekala küreselleşmeyi yavaşlatırken, örneğin İran’a emperyalist bir saldırıda bulunabilir. Yine, ABD neoliberalizm ve küreselleşmeden vazgeçse de, Afganistan’daki askeri varlığı emperyalist bir nitelik taşımaya devam edecektir. Küreselleşme sürecinin devlet ve teritori anlamında toprak ile ilişkisi ise en az bunlar kadar önemlidir ancak bunlara artık başka bir yazıda değinmek gerekecek.


İlhan Uzgel Kimdir?

1988’den itibaren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde çalıştı. Bölüm başkanı iken Şubat 2017’de ihraç edildi. Ankara ve Cambridge Üniversitelerinde yüksek lisans yaptı, Ankara Üniversitesinden doktora derecesini aldı. LSE, Georgetown gibi üniversitelerde doktora ve doktora sonrası araştırmalar yaptı, Oklahoma City Üniversitesinde dersler verdi. British Council, Jean Monnet ve Fulbright gibi burslardan faydalandı. Daha çok ABD dış politikası, Türk dış politikası, Balkanlar gibi konularla ilgilendi. Ulusal Çıkar (2004, İmge), Türkiye’nin Komşuları (derleme, 2002, İmge) ve AKP Kitabı (derleme, 2009 Phoenix) gibi çalışmaları vardır.