
Gömlekçi Ömer Faruk ve AKP’nin çözülen koalisyonu
1980’lerden itibaren hızla devasa bir ‘sektör’e dönüşen özel dershaneler, Türkiye’nin 12 Eylül ve Özal iktidarıyla girdiği toplam dönüşümün simgesel öneme sahip sonuçlarından biri; bu dönüşümün iktisadi, politik ve kültürel birçok yüzünü gösteren girdi çıktılarıyla, ona dair bir reaksiyon, bir aksülamel idi.
Üniversitelere giriş için yapılan çarpık sınavlara, bir ahret köprüsünden geçecekmişçesine sokulan gençler; başta eğitim ve okul sisteminin kendisi olmak üzere, sınıfsal, bölgesel faktörler gibi nedenlerle de derin bir eşitsizlik içindeydi. Hem bu eşitsizlik hem de sınavın acımasız hiyerarşik sonuçları, gençleri kıyasıya bir rekabete sokuyordu. Üniversiteye hazırlık dershaneleri, işte bu rekabetin yol açtığı –çoğunlukla endişe ve acelecilik dolu ebeveynlere ait– taleplere arz edilen bir iş modeliydi. Eğitimin giderek paralı hale gelmesi ve nihayet, devletin bir aygıtı olarak ücretsiz temel eğitimin iflas edip, özel sektörün çeşitli cüsselerdeki kuruluşlarına, sanayi, hizmet vs. için ara eleman yetiştiren bir işçi-işsiz fabrikasına dönüşmesine giden yolda önemli bir basamak oldu dershaneler. Çeşitli başka sınavlara yönelik olarak dallanıp budaklandılar. Sürücü ehliyeti almak isteyenler de üniversite yüksek lisans programlarına katılmak isteyen bazıları da, önlerine birer baraj olarak konulan sınavlara hazırlık için, bu sınavların mekanizmasını deşifre ettiğini öne süren ‘uzman dershaneler’e para döktüler. Eğitimin sadece piyasalaşmasına değil, dinselleşmesine ve giderek daha fazla tarikatlara havale edilmesine de aracılık ettiler. 2013 yılında –ancak bir iktidar içi kavga vesilesiyle– tasfiye edildiklerinde, temel eğitimin (aslında temel eğitimin dinamitlenerek havaya uçurulması anlamına gelen) kapitalist restorasyonu tamamlanmış, kalıcı hasar çoktan oluşmuştu.
Dershanelerin altın yıllarında, o dallanıp budaklanmanın mecralarından biri de, yine sistematik bir sorunlar bütününün karşılığı olarak şişip büyüyen Açık Öğretim Fakültesi (AÖF) “pazarı”na yönelik olarak kurulan dershanelerdi. Önce bu şişip büyümeyi bir hatırlayalım.
1993 yazında, ülkeyi yöneten DYP-SHP koalisyonunun başbakanı ve büyük ortak DYP’nin Genel Başkanı Tansu Çiller çarpıcı bir vaatte bulundu. O sıralar iki basamak olarak yapılan üniversite sınavının birinci basamağını kazanan herkes üniversiteye kayıt yaptırabilecekti! “Herkese üniversite” sloganıyla sunulan bu vaat, toplumda artan hoşnutsuzluğun önemli kanallarından biri olan yüksek öğrenim alanına ilişkin bir seçim hamlesiydi esasen. 1994 baharında yapılacak yerel seçimler öncesi, eğitim de dahil olmak üzere çeşitli eşitsizlikleri siyasal propagandasının merkezine oturtan İslamcı Refah Partisi’nin hızlı büyümesine karşı bir kontra hamle arayışıydı aynı zamanda bu. Özal’ın ölümünün ardından Çankaya’ya çıkan Demirel’e yakınlığı hasebiyle ‘Demir Leydi’ olarak da anılan Çiller’in ‘müjdesi’, sınavın birinci basamağını geçmiş ama örgün öğretime yerleştirilememiş 440 bin gencin AÖF’e kaydedilmesi esasına dayanıyordu. Aynı yıl Gazi Üniversitesi’nin açılış törenine katılan Cumhurbaşkanı Demirel, dönemin rektörü Enver Hasanoğlu’nun bu uygulamaya ilişkin, “440 bin yeni öğrencinin zaten sorunlu olan sistemde iyice problem olacağı, sonuçta bunun binlerce işsiz üniversiteliye yenilerini eklemek anlamına geleceği” eleştirilerine karşılık şunları söyleyecekti:
“Bunlar zaten işsiz, hele bir üniversiteye girsinler, hiç değilse kahve köşelerinden kurtarılmış olurlar.” Ve ardından, yakın zamanda Erdoğan tarafından da tekrar edilecek olan şu sözleri: “Her üniversite bitirene iş bulunur diye bir şey yok ki!”
Bu hamle, Refah’ın yükselişine çare olmadı ve altı ay sonra yapılan yerel seçimlerden Refah Partisi zaferle çıktı; ama açık öğretimin yüzbinleri içine alan bir eğitim pazarına dönüşmesini başardı. En çok polisler olmak üzere, diploma alarak kademe yükseltmek isteyen devlet memurlarının, askerlik tecilinden yararlanmak isteyen genç erkeklerin, ticaret, sağlık ve eğitim meslek liselerinden mezun genç kadınların başını çektiği bir hacimle, sayı her geçen yıl büyümüş; 2000’lerin başına gelindiğinde dershaneler, yayıncılar gibi yan sanayiler ile birlikte genleşen bir sektör oluşmuştu. Bu dershanelerde, Türkiye’nin sadece eğitim sisteminin anlık bir görüntüsü değil; hem devlet hem özel sektör için geçerli olmak üzere, emeğin pazardaki değer ve güç kaybının ‘bireysel çözüm arayışları’ ile tevil edildiği bir yeni düzenin de görüntüsü yer alıyordu.
Bu sisteme “askerlik tecili” ihtiyacıyla katılmış, kendisini tekstilci işadamı olarak tanıtan, burada biraz da sembolik göndermesinden de istifade ederek Ömer Faruk adıyla anacağım ‘öğrenciyle’, 2000’lerin başında, böyle bir dershanede tanıştım. Şişli Osmanbey’de bir ofisi ve mağazası, Çağlayan’da 50 kadar işçi çalıştırdığı ve derhal büyütmeye çalıştığı bir atölyesi bulunan Ömer Faruk, bu atölyede üretilen erkek gömleklerini genellikle ihraç ediyordu. Kazancından, işinin gelişiminden ve ülkenin gidişatından memnundu. “Türkiye çok hızlı değişiyor, daha hızlı değişecek” diyordu. Kuruluşundan beri AKP’nin içindeydi. AKP’yi ve onun ‘reform programı’nı işi kadar önemsiyordu. AB üyeliğinin ticari avantajları, bunun için gerekli siyasi reformların acilliği, ucuz kredilere, dış pazarlara erişimin kolaylaşmasına yönelik hamlelerin önemi üzerine iştahlı konuşmalar yapıyordu benimle. Partinin, yanlış hatırlamıyorsam, Şişli örgütünde yapılan akademisine davet ediyordu beni. “Tekstil uçuyor, daha da uçacak, her sektör büyüyecek” diyordu sevinçle, “Sen solcusun ama bizim parti sağcı-solcu değil, Kürt meselesini de biz çözeceğiz, ekonomiyi ve siyaseti de biz liberalleştireceğiz…” Şimdilerde “AKP’nin kuruluş ayarları” diye yâd edilen burjuva liberal programa sınıf gönlüyle iltihak eden bir yeni burjuvaydı.
Gerçekten de başlangıç AKP’sinin düşünce ve eylem haritası, güncellenmiş bir burjuva liberal program ekseninde, Türkiye’nin uluslararası kapitalizme entegrasyonunu güçlendiren bir sınıf programı idi. Parti içindeki İslamcı çekirdek bu programın siyasal ayağı için yeterli donanıma ve krediye sahip değildi. Bu kadrolar, geçmişte Refah Partisi şahsında şüpheyle karşılanmış olmalarına karşın, kendi “gömlek değiştirme” argümanlarının yanı sıra, büyük burjuvaziden liberal gazetecilere uzanan bir hat boyunca inşa edilen politik bir tahkimatla güçlendiriliyordu. Erdoğan ve ekibi, bu liberal siyasi aura ile çelişmeyecek söylemlere özen gösterirken, rejimin eski sahipleriyle mücadeleyi de ittifak halinde olduğu Gülen Cemaati’ne havale etmişti. Partinin esas işi, büyük burjuvazi, yeni gelişen tüccarlar, Anadolu Kaplanları gibi çeşitli sermaye sınıfları arasında kendi siyasi varlığı şahsında oluşan ittifak ile örgütsüz emekçi yığınların rızası arasındaki ilişkiyi koordine edecek ekonomik ve sosyal programları hayata geçirmekti. Türkiye’de dönemsel olarak farklı güç dengelerine sahip olsalar da devlete hakim iki ana gücü oluşturan bürokrasi ve burjuvazi arasında, ikincilerin lehine bir büyük program uygulamaya koyulduklarında, Sabancı ailesi de gömlekçi Ömer Faruk da bir şekilde yanlarındaydı. Bürokraside kendi siyasi klikleri lehine bir yeni güç oluşturma, orada da genişleme gayreti ayrı bir ajanda olarak işliyordu.
Tüm bunlar olurken AKP (ve Erdoğan), aslında geleneksel olarak çok parçalı olan sağ muhafazakarlık alanında da hegemonik bir çatıyı temsil ediyordu. Geçmişin İslamcıları, ‘merkez sağ’ olarak bilinen fraksiyonları da kapsayacak şekilde ‘geniş ve yeni bir gömlek’ kuşanmıştı. Ekonomide işlerin iyi gittiği ve hem bürokraside hem burjuvazide AKP etkinliği arttığı koşullarda, o gömleğin de önemi giderek azaldı zaten. Dinselleşme, bir zamanlar generallerle birlikte anti-İslamcı kampanyalar örgütleyen büyük sermayenin de, lehlerine olan ekonomik düzenlemeleri alkışlamak üzere arkasını döndüğü bir alanda doludizgin ilerledi.
Sermaye ile bürokrasi arasındaki bu ittifakın, 2010’larda esas şeklini almaya başlayan matrisi, 2013’te özellikle ekonomideki gelişmelere paralel olarak bozulmaya başladı. 15 Temmuz 2016 ile birlikte de ‘çözüldü’. Geçmişteki işbirliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan çatışma 15 Temmuz’da kanlı bir hesaplaşmaya dönüştükten sonra rejim, kendisini daha güvende hissetmesini sağlayacak şekilde, ‘eski devlet’ ve bürokrasisinden unsurlarla yan yana geldi. Erdoğan ve AKP, 2000’lerin başındakinin aksine, daha geniş anlamda ‘sermaye’ ile değil, artık farklı bir siyasal hat üzerinde hareket eden ‘eski-yeni’ bürokrasi ve kendi kalkınması ile birlikteydi.
Bugün, bir ucunda yeni siyasi arayışların, diğer ucunda başlangıçta İslami ‘muhacir-ensar’ söylemiyle girişilip sonunda ‘kayıtlı oldukları yere göndermek üzere toplanmaları’ noktasına varan Suriyeli mülteciler politikasının durduğu darmadağınık görüntü, Erdoğan-AKP rejiminin sağlayageldiği sınıfsal koalisyonun çözülmesinin bir sonucudur. Muhafazakâr siyasal evrende ve onun doğal ‘oy depolarında’ görülen çözülme, toplumun farklı kesimlerinin ihtiyaçlarına istinaden bir sınıfsal çözülmedir. “AKP kökenli” yeni arayışlar, bu çözülmenin sermaye kesimleri ve ideolojik İslamcılık odaklarından türüyor. Erdoğan’ın, yeni sistemi tarif ederken söylemiş bulunduğu “ülkeyi bir şirket gibi yöneteceğiz” sözü, bunu hararetle destekleyen sermaye kesimleri açısından, sözgelimi Gül-Babacan ekibinin olduğu yeni bir siyasal koalisyon aracılığıyla gerçekleştirilmesi daha mümkün bir vaat olarak görülüyor olmalı. Nitekim, süreçlerin ‘hızlanmasını’ ve Erdoğan’ın zaman zaman “bürokratik oligarşi” diyerek şikayet ettiği tutucu devlet sınıfının tasfiyesini istiyorlardı elbette; ama onlar için süratli bir icraat, keyfi bir yönetim anlamına gelmiyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın dün “bildiğimiz yoldan yürüyeceğiz” diyerek meydan okuduğu rejim restorasyonu çağrıları güncelliğini koruyacaktır. Ve Türkiye’de, iktidar olmanın ve/ya iktidarda kalmanın, katı ve çelik iradeli bir devlet bürokrasisi ile hemhal olmakla –en azından sadece bununla– sağlanamayacağı kapitalistleşme sürecinde epey yol almış durumdadır. Bu süreç 12 Eylül ile birlikte hızlanmışsa da ona pek çok eşiği atlatan da bizzat Erdoğan’ın kendisi olmuştur. Bugünün “gömlekçi Ömer Farukları”nın, mevcut koşullarda safını nerede belirleyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
‘Dipteki’, emekçi sınıflar arasındaki ikinci ve daha asli olan çözülme kanalı ise kendi mecrasından henüz mahrum şekilde, bu yeni mimarilere iliştirilmek istenecek belli ki. Rejimin yaşayacağı türbülansı, olası bir ‘geçiş’in istikrar düzeyini de bu iliştirme gayretinin alacağı sonuçlar belirleyecek gibi görünüyor.
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
40 yıllık ‘Yeni Türkiye’: AKP’nin arazi kavgası
Şehir Üniversitesi’ne tahsis edilmiş kamu arazisi üzerindeki tartışmada kimin ‘haklı’ olduğu önemsizdir. O arazinin, bir kamu mülkü olarak topluma geri verilmesine, konut projesi de sağcı vakıf üniversitesi de iktidar mahfilleri arasındaki bir çekişmenin aparatı da değil; bir kent değeri olarak yeniden topluma kazandırılmasına ihtiyaç var… Bugün her alanda korkunç sonuçlarıyla karşılaştığımız 40 yıllık düzenin temeline yönelecek gerçek bir itiraza…
Baca filtreleri: Halk, sermaye, AKP, Erdoğan
Erdoğan’ın, AKP Grubu’yla arasında açık bir ‘uyumsuzluk’ görüntüsü ortaya çıkacağını öngörmemiş olması düşünülemeyeceğine göre, bunu neden göze almış –ya da hatta– ‘istemiş’ olabilir? Buradaki tek mihenk ‘baca’ ve ‘çevre’ meselesi midir gerçekten? Yoksa bu ‘zarif’ perdenin arkasında, çeşitli sermaye gruplarının, sektörlerin ve gelişen-değişen ilişki ağları ile siyasi aktörlerin yer aldığı bir başka ‘mesele’ daha mı var?
‘Hayal-et’ zenginlik ve 2. mevkide kimlik kavgası
Görmekte olduğumuzun esasen bir süper zenginlik değil, bir zenginlik özlemi ve vaadi olduğu, bu haliyle bir hayal-et zenginlik olduğu atlanıyor. Dahası, asıl zenginliğin ‘görünmeyen’, ‘gizlenen’, uğruna milyonluk davalarla kılıç çekilen bir zenginlik gerçeği gürültünün arkasında kalıyor. Koç’tan Cengiz’e, Sabancı’dan Kalyon’a, Doğuş’tan Kolin’e, sermayenin ‘kriz ortamında da genişleyen’ zenginliği gündeme gelmiyor.
‘Babalar gibi’ satılmış bir ülkeden kalan
Özal’ın “Satarız kardeşim, satarız” diyerek başlattığı dönüşüm bir süre sonra tıkanmış; bugünküne benzer tehdit, baskı ve uygulamalara rağmen etkinliğini kaybetmişti. Aynı dönüşümün yeni tipte sürdürüldüğü babalar gibi satıp savılan ikinci inşa dönemi de artık gündelik hayatta trajik sonuçlar üretmeye başlamış bir tıkanmayla, çözülmeyle, çöküşle karşı karşıya görünüyor.
Ne merhamet ediyor ne de özür diliyor
Arınç özür dilemiyor, çünkü dediğine bakılırsa acıyor ve merhamet ediyor. Acıma ve merhametle özür dilenmez. İnsan özür dilediği kişiye acımaz. Acıdığı için, özrü geçersizdir ve özür dilemesi, aslında merhamet de etmediğini göstermektedir. Arınç KHK’lılara ne merhamet etmektedir, ne de onlardan özür dilemektedir.
Kadirova’nın cinayet mahalli olarak Türkiye
Kimi zaman tek bir ‘adli vaka’nın, gerçekleştiği dönemin ruhunun ve o dönemin başlıca sorunlarının anlık bir görüntüsü gibi ortaya çıkması, ‘kaderin cilvesi’ değildir. Nadira Kadirova’nın şüpheli ölümü ve ardından yaşananlar da, Türkiye’de emek rejiminin, hukuk düzeninin, göçmen politikalarının, kadınlara yönelik şiddet ve ayrımcılığın, iktidar olanaklarına sahip kimseler için geçerli imtiyazların hep birlikte sahneye çıktığı bir mini Türkiye kesiti oluşturmuştur.
Paniğe gerek var: Ya örgütlü halk, ya ‘felaket’
Türkiye 1999’da, örgütsüz bir halkın başına gelen felaketi yaşadı. Ve ülkeyi yönetenler bunun üzerine kayda değer bir önlem almadı. O halde şunu sormaya hakkımız var: Hepimiz ‘Allaha emanet’ isek; herkesin ‘başının çaresine’ bakacağı bir tablo göreceksek, ‘panik olmamak’tan sonraki ikinci adımımız nedir? Bu sorunun yanıtı, ‘panik olmayın’ diyenler de değil, bizlerde olsa gerek.
‘Çekirdek’ reaksiyonu: Pelikan ve diğerleri
Bu kavganın yarattığı asıl fırsat, geçmiş gitmiş bir zamana ilişkin boş nostaljik güzellemelere, vaktiyle edinilmiş ekonomik, siyasi ‘başarı’ların –sanki onlar dönemsel illüzyonlar değilmiş de kişisel marifetmiş gibi– patentine sahip olma iddialarına kıyasla daha sahici olmasıdır. Müstakbel ‘çözülme’nin de, iktidara yeniden bir miktar zaman kazandırabilecek ağrı kesicinin de müsebbibi olabilir.
Bir ‘Şükran Günü’: Galiplerin mağluba vefası
Güncel tartışmalara ilişkin imalar ve açık göndermeler, kırık sandalyeler, mesajlar, pasajlar dolu manevralar içeren bir kurgu sahneleniyor. Ve aslında her birine tek tek bizzat yenildiği ‘muhalefet’ başkanlarıyla iş WhatsApp grubu kurmaya kadar varıyor. O ‘muhalefet’ çıkışta ‘şükran’ bildiriyor ve tüm o kurmaca bir ‘Şükran Günü’ne dönüşüyor.
Erdoğan’ın ‘pırlanta çizmeleri’
“Babagül” kliği ile tahkim edilmiş bir “Millet İttifakı”nı, 12 Eylül 1980 ve 3 Kasım 2002 uğraklarından geçmiş bir inşanın yeni etabı için uygun bir konsorsiyum olarak görenlerin sayısının artması muhtemel. Ama son noktada yine aynı “sağa” yaslanan bir ‘sermaye grupları koalisyonu’ olmaktan öteye gidemeyecek bir yeni sağcılık beliriyor ufukta.
Sağın ‘meyve’leri: 4 maaş, Hak-İş ve Babacan…
Biri diğerine bir alternatif olarak ortaya çıkarken bile son noktada ‘birbirlerini yemiyorlar’… Türkiye kapitalizmini kim daha iyi yönetir çekişmesinde sermayeyi cezbetmenin, emekçileri kandırmanın kendi alelusul yollarını kullanıyorlar. Türkiye, sağcı çekirdeğin çürük meyvelerinden başka seçeneği yokmuş sansın isteniyor.
Bayar-Menderes’ten Gül-Babacan’a: Restorasyon
AKP, “devlet olma” sürecinde de önemli bir yol ayrımına gelmiş ve “devlet olan” rejim elitiyle, giderek daha çok unsuru dışlanan AKP organizması ayrışmaya başlamıştır. İşte bu noktada ‘diğer fraksiyonlar’, Gül-Babacan, Davutoğlu vs; Erdoğan ve elitlerinin “devlet” olduğu koşullarda Türkiye olarak kalan, onun makûs talihini yaşayan kalabalıklarla sistem arasında, restore edilmiş ‘yeni’ bir ilişki kurmaya odaklanan birer AKP fazıdır.
‘Yeni dönem’
Gerek merkez siyasetin yeni yükselen aktörleri, gerek AKP kökenli ‘yeni arayışlar’ açısından, emekçilerin dağılan rızasını yeniden toplamaya ve Kürt siyasi hareketinin oyun kurucu/bozucu gücünü kapsamaya çalışacak bir yol arayışı olacağını tahmin edebiliriz. TÜSİAD’ın 23 Haziran’dan bir gün sonra yaptığı açıklamada kullandığı ve “iş dünyası da üzerine düşen görevleri yerine getirecektir” diyerek kendini de iliştirdiği ‘yeni dönem’ tabiri, bu açıdan anlamlıdır.
Akıntıya karşı kürek ve ‘akıntı’…
İktidarın ‘geleceğe’ ya da ‘geçmişe’ doğru cebren bir kaçış hamlesi, Gezi, 7 Haziran, referandum ya da 2018 erken seçimi kadar olanaklı ve ‘dayanıklı’ olmayacaktır. Ancak, egemen siyasetin ürettiği alternatifin, sahici sorunların kalıcı çözümlerine dönük olarak ne üretebileceği sorusu da, 24 Haziran sabahı itibariyle girileceği öngörülen dönüşümün tepesinde asılı duruyor.
Sedat Peker ve Cavit Özkaya: Yakın tarihin bir resmi
12 Temmuz 1991 baskınları, kontrgerilla hukukunun, biçimsel bile olsa bir anayasal çerçeveyle de sınırlanamadığı yılların bugünden bakınca en net görülen işaret fişeğidir. Ve 12 Temmuz kurbanlarından Cavit Özkaya’nın kabriyle, o yılların dolaysız bir ürünü olan Sedat Peker’in dua gösterisinin sığdığı fotoğraf, aradan geçen 28 yıla ve olup biten onca şeye rağmen, egemen sınıfların devlet mimarisindeki sürekliliği çarpıcı şekilde resmetmektedir.
Devlet ve toplum: İmam hatip bahçesinde Manuş Baba
Bir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi bahçesindeki olay, devlet ve toplum arasındaki güncel gerilimin türev fonksiyonlarından biri gibi görünüyor. Hançerelerinden bağırarak şarkı söyleyen kız çocukları onlara dikilmek istenen gömleğe sığmıyor. Sert ve zorlu bir dönüşümün eşiğindeki Türkiye de, sesleri kısmaya çalışan bir ‘otorite’nin giderek daralan örtüsünün altına sığmıyor.
‘Bir kuru dal ağaçtan kopar gibi’
TÜSİAD toplantısındaki konuşmalar, büyük burjuvazinin Erdoğan rejimiyle ilişkisine dair bir boşanma protokolü gibiydi neredeyse. ‘Patronlar’, tam da Erdoğan’ın çok sıkıştığı üç alanda, ekonomi, iç siyaset ve dış politikada zehirli oklar attılar. Erdoğan ise “hesabını sormasını bilirim” diye restleşti. Siyasal gücü tartışmalı hale gelmiş bir liderin bu resti kapitalist bir ülkenin büyük burjuvalarını sindirir mi?
Kasılmalar: 28 Şubat ve 6 Mayıs
İstanbul seçiminin iptali, pek çok yorumcunun söylediği gibi, doğal sınırlarına dayanmış bir siyasetin çözülüşünü çabuklaştırabilecek, tarihin tekerini daha hızlı döndürebilecek bir büyük kumara benziyor. Ama işte, bazı ‘kumarbazlar’, kaybettiklerini geri alabilmek umuduyla, genellikle de sonuçta daha çok kaybedecek şekilde, daha riskli oynarlar.
1 Mayıs resmi: Sermayeyle ‘sandık’ arasında
Bugüne dek emekçi sınıflardan hatırı sayılır bir oy almayı başaran Erdoğan, egemen sınıfların ‘reform’ talepleriyle, bu reformlardan canı yanacakların göstereceği ve işaretleri giderek artan tepkiler arasında sıkışmış gibi görünüyor. Sanayi ve ticaret burjuvazisinin beklentileri, 31 Mart’ta ortaya çıkan kırılgan ve belirsiz siyasal tablonun ürkütücülüğüne çarpıyor belli ki.
Şimdi ne olacak: Erdoğan’ın zor seçimi
Erdoğan, fiilen 2015 yılından beri sürdürdüğü ‘olağanüstü rejim’in sınırlarına dayandığını görüyor olmalı. Ve bu önemli bir açmaza sürüklüyor iktidarını: Olağanüstülükte ısrar ederek çöküşü hızlandırıp sonuçlarını ağırlaştırmak riskini üstlenmek ya da ‘daha olağan’ koşullarda siyasal varlığını sürdürmeye çalışmak gibi bir ütopyaya sığınmak…
Yol ayrımı: Genleşmiş ‘Pelikan’a karşı Türkiye
Türkiye, 31 Mart’ta fiilen değişen siyasal tablosunun resmiyete dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda bir yol ayrımına sürükleniyor gibi görünüyor. Genleşerek, AKP iktidarının ve onun yarattığı ‘nakdi ve ayni’ imtiyazların esas tüketicisi konumundaki çekirdeğe dönüşen ‘Pelikan’ (ve bağlaşığı iktidar klikleri) ile ülkenin geri kalanı arasındaki bir yol ayrımı bu. Ancak iktidarın merkezi açısından şartlar 7 Haziran’daki kadar elverişli değil.
‘Sonuçlara itiraz’ mı AKP içi kavga mı?
İstanbul ve Ankara seçimlerinin ‘oyların yeniden sayımı’ falan gibi yollarla geri alınması için yerel ve küresel koşullar çok uygun görünmüyor. Buna yeltenmek, bugünkünden çok daha vahim tabloları erkene çekmek anlamına gelebilir. Gelinen noktada önümüzdeki sürecin, başta AKP içi çıkar grupları arasındaki çatışmalar olmak üzere, yönetici sınıflar ve devlet bürokrasisinin çeşitli klikleri arasında, yeni dönemin ‘gidişatını kollayan’ bir gerilim içinde cereyan edeceği anlaşılıyor.
1 Nisan sabahı: Ya devlet başa, ya…
Ankara başta olmak üzere bazı büyük şehirlerde seçimin kaybedilmesi ihtimalinin çok yüksek olması 1 Nisan sabahı için şöyle bir faturayı kaçınılmaz hale getiriyor: Eğer siz bir seçime devlet olarak katılıyorsanız, onu kaybettiğinizde de ya ‘devlet seçimi kaybetmiş’ olur ya da siz devleti kaybetme riskiyle karşı karşıya kalırsınız.
Anıtkabir meczuplarından ezan hainlerine
Terör, ezan, hal komisyoncuları, çek-senet, kenevir torba vs. aynı kampanyanın fetişleri haline geliyor. Bu haliyle, 1994’ten itibaren kendi tırmanışı karşısında ‘eski elitler’in refleks olarak ürettiği, fazla özgüvenli görünen kof kampanyalara benziyor belki de… “Anıtkabir’e saldıran meczuplar” yerine “Ezanı düdükle susturan hainler” söylemi oturuyor merkeze; ya da hala merkez olduğunu sandıkları bir yere…
‘Küçük’ kadın ne oldu sana?
Hans Fallada’nın, Küçük Adam Ne oldu Sana sorusuyla kurduğu roman, bugün Türkiye’nin sıkışıp kaldığı yerdeki koşullarına benzeyen bir manzarayı resmediyordu. Almanya oradan Nazi iktidarına ve kendisiyle sınırlı kalmayan çok daha büyük bir yıkıma sürüklendi. Türkiye, kendi özgün koşullarında, başta ‘küçük’ kadınların, işçi kadınlarınki olmak üzere, tüm ezilenlerinin direnç üretme potansiyeliyle çözülebilecek bir tıkanıklık yaşıyor.
İktidar ‘yeni parti’yle, seçimle değişir mi?
Gerek “küskün AK Partililerin”, gerekse “muhalefetin iç muhalefetinin” kıpırdandığına dair işaretler; ‘iş dünyası’, ‘Batılı siyasi merkezler’ gibi belirsiz (ya da yeterince açık belirtilmemiş) aktörlerin desteğine dair kulislerle birlikte anılıyor sıklıkla. Acaba iktidarı asıl rahatsız eden, kendi doğumuna da damga vurmuş bu ‘oyun kuruculuğun’ harekete geçtiğine dair bir tehdit algısı mıdır?
Varlık kuyruğu, milli beka ve keyif çayı
Bir kısmı ancak sabah erken saatlerde bulunabilen ucuz zerzevat için saatlerce bekleyenlerin, oluşturdukları sıralar için “varlık kuyruğu” denmesine ne zaman ve nasıl tepki göstereceğini bugünden kestirmek zor. Ancak beka ve patlıcanın, mermi ve 200 gramlık keyif çayının, harmanlandığı o tuhaf retorik, toplumun çok farklı katmanları tarafından teste tabi tutulacak gibi görünüyor.
20 yıl sonra ‘aynı yer’de
Abdullah Öcalan’ın, merkezinde ABD bulunan uluslararası bir süreçle Türkiye’ye teslim edilmesinden tam 20 yıl sonra bugün, Türkiye konuyla ilgili sorunlarını çözememiş, hatta pek çok şeyi 20 yıl öncekinden bile daha zor konuşur durumda. Çünkü 20 yıl önce ne olduğunu gerçek anlamda bilmiyor; ondan öğrenmeye çalışmıyor.
1999-2019: Helalleşelim mi?
Devletin tanıtım broşürü, Mehmet Özhaseki’nin şu sözleriyle başlıyordu: “İmar Barışı sayesinde vatandaşlarımızla devletimizi helalleştirmenin mutluluğunu yaşıyoruz.” Dönemin bakanı, şimdinin Ankara adayı Özhaseki ‘helallik’ alır mı bilemeyiz. Ama onun değilse de toplumun daha önemli bir sorunu var: 13 milyon kaçak yapının ne kadarı, bırakın depremi ‘kendi kendine’ yıkılacak durumdayken ‘af’tan yararlandı?
‘Memlekete muhalefet lazımsa onu da biz yaparız’
Erdoğan, toplumdaki rahatsızlığın, sıkıntıların bilgisine sahip olan, ama sorumluluğunu üstlenmeyen, bu olumsuzlukları dışsal bir şeymiş gibi eleştiren, bir bakıma kendi yarattığı tahribata muhalefet eden paradoksal bir taktik izliyor. Rakiplerini, “PKK ile işbirliği” suçlamalarından ‘FETÖ’ ithamlarına dek bir dizi yolla kriminalize edip, bir ‘yaşam biçimi’ ve ‘kültür’ tartışmasının köhne koridorlarına kapatıp, iktidarın fiziki nimetleriyle birlikte kendi muhalefetinin siyasal olanaklarını da sahiplenmeye çalışıyor.
Doğurgan bir koza: Krizler, gömlekler, trenler
Böyle kriz dönemlerinde kurulan kudretli mutabakatlar, kendinden sonraki egemen siyasal fraksiyonu doğuracak kozalara dönüşüyor genellikle. Sistem dışı muhalefetin belirleyici bir müdahale olanağına sahip olmadığı koşullarda, rejim kendi ölümünü bir dönüşüm gibi sunma maharetini gösterecektir bir kez daha. Ve bu dönüşümün aktörleri de yine hasta bedenin içinden ve parmağını ona doğrultarak çıkacaktır maalesef. Kim bilir, ‘trenden inme’ metaforu da bu yönde sezgisel bir rahatsızlık ile daha sık akla geliyor ve zikrediliyordur belki.
Çekiç Güç’ten bahçeli evlere: Bir 'tampon' hikayesi
Erdoğan, “TOKİ’nin yapacağı bahçeli evler” retoriğiyle konuya girmiş bulundu. Ancak tıpkı 1991’de Özal’ın yaşadığı gibi bir ‘altyapı sorunu’yla karşılaşabilir. İktidar ortağı MHP şimdiden böyle bir ‘tampon bölge’ uygulamasını asla kabul etmeyeceğini ilan etti. Üstelik bu kez ekonomik darboğaz büyük sermayenin talep ve temennilerini de dışa bağımlılığı da giderek güçlendiriyor. “Batı’yla daha uyumlu”, macera aramaktan uzak bir rota yerel seçimden sonra mecburi istikamet haline gelebilir.
Büyük madenci yürüyüşü ve 'grev denen olay'
Emeğin dayanışması, çalışanların örgütlülüğü ve kazanılmış hakların tasfiyesini tamamına erdirerek bunların yerine lütuf gibi sunulan sosyal yardımı geçiren; ‘aşağıdakilerle’, siyasal karşılığı neredeyse şantaj düzeyinde talep edilen bir niyaz ilişkisi kuran; ‘Grev denen olayı kaldırdık’ diye övünen bir siyasetin; bunca açık sınıfsal kimliğini, alıcısı giderek azalan bir “kültürel çatışma” perdesinin arkasında gizlemeye çalışması, artık bir ‘akıllıca taktik’ olmaktan öte seçeneksizlik olarak görülmeli. Bazı açılardan Özal’ın 91’deki seçeneksizliğine benzeyen bir sıkışmışlık, sözsüzlük.
Beytüllahim’den Roboski’ye, ‘Kutsal Masumlar Günü’
Roboski’ye ‘iktidar’ ya da ‘muhalefet’ cephelerinin çeşitli zaviyelerinden bakanların çoğu yaşananın vahametini görmedi, umursamadı. Oysa hukukun bugünkü kadar hunharca katline giden yol 2010’daki anayasa referandumu ile açılmışsa, bunun ilk pratik testi de Roboski’de yapılmıştı. Ondan sonra ne Soma katliamının hesabı sorulabildi hakkınca, ne tren facialarının… “Kürdün başına gelen benim başıma gelmez” sanan herkes yanıldı.
Kültürel iktidar ve ‘ensesi patlayan’ papağan
Küçücük bir kuşa öldüresiye eziyet eden adam, bugüne ait ‘gerçek bir tip’tir... Dönemin ruhu ona, bu eziyeti ‘herkese seyrettirme’ cüretini, esasen bir çöküntü halindeki kişiliğini ‘aykırı kimlik’ etiketiyle ortaya salma ve savunma cesaretini vermektedir. Kültür endüstrisi bu özelliklerini beğenmiş, işlevli bulmuş ve onu ‘ünlü’ etmiştir. Ama o özellikleri icat etmemiştir. Kendi istediği şeyleri söylemeye zorlayarak bir papağanı boğazlayan cani, bugünkü toplumsal ilişkilerin bir ürünüdür.
1991-2018: Kutsal İttifak, kahverengi gömlek
Bugünkü iktidar koalisyonu, 1991’de, geniş toplum kesimlerinin dinamizmi karşısında ölümcül bir krize saplanan egemen siyasetin çıkış arayışından doğdu. ANAP’ı tarihin çöpüne gönderen emekçiler ve Kürt halkı, bir iktidar alternatifi üretememiş, ama egemen siyaseti de yıkmıştı. RP-MÇP-IDP’nin 91’deki ‘Kutsal İttifak’ı o yıkıntı esnasında örülen bir kozaydı. Bugünkü siyasetin tüm aktörleri o kozadan çıktı.
'Okkanın altı'na kim gidecek?
Artık mesele, AKP’nin ve ortaklarının kendi geçmişiyle bugünü arasındaki ‘etik sınırlarını zorlayan’ çelişkiler değil, bu türbülansı geçebilme ve yarına tutunabilme meselesidir. Ve geçtiğimiz haftanın gelişmeleri, şimdiki derin buhranın yol açacağı türbülansın sonucunda ‘okkanın altına kim(ler)in gideceği’ konusunda, yönetici sınıflarda da henüz nihai bir uzlaşma olamadığını gösteriyor.
TÜSİAD-MÜSİAD ittifakı siyasal krizi çözebilir mi?
Ürkütücü sonuçlarıyla ufuktan yükselmeye devam eden ekonomik krize karşı sermaye lehine ‘çözüm reçeteleri’ üreten iktidar blokunun dağılmaması için ‘devreye girip mekik diplomasisi yürüten işadamı’, AKP-MHP ittifakının mealen bir TÜSİAD-MÜSİAD ittifakı olarak da görülebileceğini gösteriyor. Peki bu ittifak siyasal krizi çözmeye yetebilecek mi bilinmez, ama geçmişte çözemediğini biliyoruz
1994-2018: Yeni Şafak aynasında yeni ‘eski Türkiye’
94’ün mühendislik öğrencisi Ahmet hâlen Yeni Şafak mı okuyordur, artık ‘değişim’ istiyor mudur, gazetesinin ‘değiştiği’ gibi değişmiş midir bilmiyorum; ama ülkede ne olduğuna bakan ve bir değişim isteyen herhangi bir gencin bugün o gazeteyi dörde katlayıp cebinde gezdirme, başka görüşteki arkadaşlarına önerme ihtimali olmadığını biliyorum.
Tarık Ziya Ekinci: İşbirliği olmazsa HDP de CHP de güdük kalacak
Tarık Ziya Ekinci: CHP’nin ödü kopuyor, Erdoğan’ın korkusundan, onun "Kürtlerle işbirliği yaptı, memleketi satıyor" propagandasından endişe ediyor. Yoksa CHP, HDP ile işbirliği yapmak ve birlikte demokrasi mücadelesini yükseltmek zorundadır. Bu olmadığı takdirde HDP de güdük kalacak, CHP de güdük kalacak. Bu korkunun bir anlamı yok.
‘Krizler’ devleti sarsarken ‘8 Haziran koalisyonu’nda yol ayrımı
7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen sonra zımnen kurulan, kısa süre içinde de alenileşerek bugüne gelen ‘ittifak’; içeride ekonomik darboğaz ve uluslararası alanda mecburi yeni arayışlarla karakterize olan dönemin koşullarında bir yol ayrımına gelmiş gibi görünüyor. Yüzeydeki ideolojik-hukuki anlaşmazlıklar, ittifak halindeki sınıfsal-bürokratik güçlerin ‘toplam kriz’ karşısında bir çıkar ve görüş ayrılığına da işaret ediyor olmalı.
Bugünün bir resmi: Fikirtepe harabeleri
Bir senede, “milletin derdine derman” olmaktan, adeta kriz yönetimiyle “mağduriyetleri giderilen” bir fiyaskoya dönüşen ‘Fikirtepe projesi’, şimdi olanca ucubeliğiyle, bu dönemin bir resmi gibi yüzüne çarpıyor İstanbulluların.
Amerikan bayrağı kimlerin elinde?
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Türkiye’yi yöneten iktisadi ve siyasi egemenler, sınıfsal ve bürokratik ittifak tercihini Amerikancılıktan yana yapmıştı. Ama bu Amerikancılığın, kim(ler) tarafından ve hangi iktisadi-siyasi yollarla sürdürüleceği konusundaki yarışı, CHP’den ayrılan, toprak ağaları ve büyük burjuvaziyi temsil eden kliğin oluşturduğu DP kazandı.
Babylon Haymana: Kaplıca ‘havuz’unda TRT Kürdi
Haymana kaplıcalarında, bürokratik formalarıyla şifalı sulara dalıp çıkan, dolar değil TL cinsinden bahşiş saçan, davul yüzdüren, çiğ köfte mıncıklayan ve bu çığırından çıkmış sakilliği, ertesi gün ‘ilçenin turizmine katkı için planladık’ diyerek savunan bir “ruh”, bir temsili beden çimiyor aslında.
Ekonomik savaş ve General McKinsey
Birinci adam Berlin’de, ikinci adam New York’ta muhayyel ekonomik savaşın sona erdiğini ilan eden mütarekeleri duyurmuş bulunuyor. Ancak–muhayyel bile olsa– her savaşın bir siyasi faturası vardır. Türkiye iktidarı, şimdi bir yandan ekonomik krizin sonuçlarıyla yüzleşirken, diğer yandan hem içerisi hem de dışarısı açısından büyüyen bir faturayla da boğuşacak.
Eski ‘inşaat işçisi’nden bugünün inşaat işçilerine
İşçiler, kendisini ‘yeni Türkiye’ olarak tanıtan ya da ‘eski Türkiye’ denen bir zamanı özleyen, ama tümü eski ve köhne bir dünyaya ait olan aktörleri bir araya getirdi: ‘Yandaş’ ve ‘candaş’ sermaye, ‘Reisçi’ müteahhitler ve ‘liberal’ sanayiciler, Akit’ten Mehtap Yılmaz ve Habertürk’ten Fatih Altaylı… Hepsi, eskisini yenisini bir kenara bırakıp ‘Şimdiki Türkiye’ iktidarı etrafında pozisyonlarını aldı.
Entelektüeller, dayanışma ve ‘umut etmek’
Devlet ve iktidarın, toplumun tüm kesimlerine de gözdağı verecek şekilde şiddet uyguladığı akademisyenler, ‘yeni dönem’in kendi muarızları karşısında ne denli acımasız olacağını gösteren bir sembole dönüştü. Bunun bedeli işsizlik, büyük maddi zorluklar, “terör” yaftalı davalar ve hapisti. Toplumu bir bütün olarak yılgınlığa sürüklemek, mücadele azminden ve dirençten mahrum bırakmak için seçilen sembol hedef; dünyanın ve tarihin başka yerlerinde olduğu gibi, ülkenin entelektüelleri, bilim insanları, sanatçıları olmuştu.
‘Yazı da gelse tura da gelse…’
Sermaye sınıfının ekonomik sorumluluktan, siyasal bürokrasinin politik sorumluluktan kaçması üzerine kurulu ‘kriz koalisyonu’nun en büyük avantajı emeğin örgütsüzlüğü gibi görünüyor. Bu, aylar önce Arınç’ın veciz sözlerinde ifadesini bulan ‘yazı da gelse tura da gelse kazanma’ durumunu daha olanaklı hale getiriyor belki. Ama bir ‘zaferi’ garantilemeye yetmiyor.
‘Eylül’ fotoğrafı: Turan Dursun, Musa Anter ve bugünler
Ülkenin kıyısında durduğu uçurumun derinliğini gören, ama kendi toplumsal kurtuluş projesiyle bir başka ‘inşayı’ zorlayan bir ezilenler muhalefetine ihtiyaç var bugün... “Aklın kötümserliğiyle iradenin iyimserliğini” bir arada taşıyan bir toplum hareketi… Turan Dursun’un cenazesindeki Musa Anter gibi; bakışlarıyla kaygılı ama yumruğuyla kararlı…
10 Ekim, 1 Eylül ve kriz
Gar katliamı, hedef aldığı toplumsal kesimler ve ardından gelen dönüşümlerle birlikte ele alındığında, sadece siyasi ve hukuki sorumluluk açısından değil, yeni devletin oluşumundaki rolü açısından da deşifre edilmesi gereken bir suçtur. Diğer yandan, 10 Ekim’de saldırıya uğrayan panorama (örgütlü emekçiler ve sol); krizin, bu yeni devletin zoruyla toplumun sırtına yıkılmasına direnç göstermenin de olası tek mecrasıdır.
‘Buradan hiç kimseye seslenmiyoruz’
Gözaltında kaybedilen, daha açık söylemek gerekirse devlet tarafından kaçırılıp, işkence edilip, öldürülüp sonra cesedi de yok edilen insanlar için her cumartesi Galatasaray’da yapılan buluşma bugün 700’üncü kez tekrarlanacak. Bu bir vicdan eylemi değildir. Ceberut bir devleti, tüm gücüne ve kural tanımazlığına rağmen durdurabilmenin yollarını göstermiş bir özel direniş biçimidir.
Minnet: ‘Milli’ burjuvazinin doğum izi
Türkiye’nin ‘milli’ burjuvazisi, daha ortaya çıkışında, devlet himayesinde kapitalistleşme ayrıcalığına karşılık, özerk bir sınıf olma, siyasal iktidar karşısında hak iddia etme, ‘daha çok para kazanmak’ dışında bir talep öne sürme haklarından vazgeçmişti. Ekonomik hegemonyasını korumak karşılığında devleti yöneten siyasal kliğe boyun eğmek ‘milli burjuvazimizin’ doğum izidir.
‘Yavan süt tozu’
Kültürel, sembolik, hatta genellikle fetiş nesnelere hapsedilmiş bir anti-Amerikancılık, zaman zaman bir kravat iğnesi gibi takınılabilir; ama kostümün kendisi değildir. En az 1945’ten beri değildir. Türkiye’nin iktisadi ve siyasi egemenleri Amerika’yla barışmanın yolunu bulur. Bu kadar eskimiş ilişkilerde bazen kavgalar işin tuzu biberidir.
Rahip Brunson ve Yorgun Savaşçı
Bugün, bir yandan uluslararası gerilimlerin tehlikeli patikalarında -belli ki haddinden fazla cüretkar- blöfler ve hayallerle yol ararken, diğer yanda içeriyi bastırmak için girişilmiş her türlü hukuksuzluğu karşısına bir zaaf olarak çıkan; “madem her şeyle birlikte yargı da senin uhdende, hadi bakalım gör şu işimizi” denilen yeni rejimin hareket alanının da; bütün bu olan biten karşısında kendi kör kısır gündemi içinde debelenen bir kısım muhalefetin geleceğinin de giderek tükendiğine tanık oluyoruz.
Bazı sorular: ‘Kedicik’ sirki mi, devlet aparatı mı?
Türkiye’de toplumsal, sınıfsal, dini hiçbir grup ve gelenekle organik ilişkisi olmayan; bu köksüz ucubenin; ‘lideri’ her gözaltına alınıp ‘çıktığında’, yani devletle her selamlaştığında mutasyon geçiren, ama parası, insan kaynağı, fiziki ve idari olanakları hiç bitmeyen bu garip örgütün ilişikler ağını ve tüm suçlarını ortaya çıkarmak, ‘kedicik’ magazini seviyesinde debelenen bu medya ile mümkün mü?
‘Batan’ sadece Türk Telekom mu?
Türk Telekom’un zaten bilinen ama alacaklı bankaların kapıya dayanmasıyla ilam olan iflası; sermaye fraksiyonları arasındaki arabulucu, uzlaştırıcı rolü emekçi sınıfların rızasıyla bütünleştiren bir siyasetin 16 yıldır devam eden ekonomik hikayesinin, neredeyse başladığı yerde, “tarihin en büyük özelleştirmesi”nde gerçekleşen temsili sonu mudur?
MHP oyları: ‘İktidar hilesi’ mi, ‘muhalefet fırsatı’ mı?
Emekçileri din ve kültürel kimlikten, yarı köylü bir cemaat yaşantısından, niyaza dönüşmüş sosyal yardım ilişkisinin sıkıntılarından çıkarmayı hesap eden, bunu dışsal bir vaat olarak değil bizzat onlarla birlikte gerçekleştirilecek, ekonomik, sosyal ve toplumsal bir proje olarak siyasallaştıran bir muhalefet için, MHP oylarındaki yükseliş ‘önemli bir fırsat’ gibi görünüyor.
‘Nasıl koyduk’, ‘size müstahak’ ve ihtiyar köstebek
Bu seçimin ‘sürpriz’ kabul edilen ve en dikkat çekici yanını oluşturan MHP oylarındaki tırmanma ve Erdoğan oylarının çok gerisinde kalan AKP oylarıydı. AKP’den MHP’ye doğru gerçekleştiği görülen akışın sayısal verileri, bu geçişin ekonomik ve toplumsal zeminlerine ilişkin de anlamlı sonuçlar üretiyor.
24 Haziran’da ‘pat’, 25 Haziran’da ‘ikinci tur’
Tarihsel miadını doldurmuş, uyguladığı zorun dozunu artırarak iktidara tutunmaya çalışan, ancak en temel meşruiyet kaynağı olarak sandık onayına da muhtaç olan rejim, bu sıkışmışlığına rağmen, ‘günü kurtaracak’ bir sonuç almayı da başarabilir belki. Ama bu, eski etkin ‘seçim makinesi’ olmaktan çıktığını, bir paylaşım hiyerarşisine dönüştüğünü 24 Haziran kampanyası boyunca gözler önüne sermiş AKP’yi geleceğe taşımaya yetmeyecektir.
Yenikapı, eski Türkiye: ‘Devlet mitingi’nde mutsuz kalabalık
Yenikapı’da hemen herkesin yüzünden bir mutsuzluk okunuyor. Giderek büyüyen sorunlarının, bu çamurlu meydanda istif edilerek çözülmeyeceğini, işlerin çok daha kötüye gidebileceğini, hiç değilse belli belirsiz bir sezgiyle hisseden, mutsuz, kaygılı ve bir an önce eve dönmenin gayretindeki insanlar.
İki sınıfın saçaklarında ‘Ramazan'ın son cuması’
Aralarında, çıkarcı bir dönüşümle eski ‘laik elit’in içinden gelenlerin de bulunduğu ‘yeni İslami burjuvazi’ ile çinko mangallardaki tavukların üstünde karton yelleyen kalabalıkları bir araya getirebilen şey klasik anlamda hâlâ bir ‘parti’ midir gerçekten? ‘Yeni egemen ideoloji’ midir yoksa?
Köprü satışı ve ‘kimlik kavgası’
Giderek artan ekonomik sıkıntılar ve muhalefetin açılışta elde ettiği moral üstünlük, iktidarı, çeşitli riskler içerse de ‘kullanışlı’ ve ‘alışılmış’ bir kestirme yol olan kimlik kavgasını öne çıkarmak zorunda bırakıyor. O çok eskimiş ‘komünistler umacısı’ da; 90’lardan kalma görüntülerle göz korkutmaya çalışan reklam filmleri de bu çerçevede görülmeli belki.
Yeni vaat, ‘muhafazakâr demokrasi’ yerine ‘despot kapitalizm’ mi?
Bugün, eski kitaplarıyla faka bastırılanından yeni rakipleri karşısında dize getirilenine dek bir dizi yandaşının, etkisiz, işlevsiz olmaktan öte zarar verir hale gelmesi, rejimin tam bir çöküş ile tam bir ‘istikamet değişimi’ arasında bocalayacağı bu terminal dönemi işaret ediyor.
‘Bu hanıma/beye haddini bildiriniz’ kabuğu çatlarken
Türkiye toplumunu zoraki olarak gelişim yasalarının aksi istikamette sürüklemeye çalışanlar, kendi yenilerini icat etmek için kendi eskilerinin faydasız bir yığın olarak durduğu o karanlık tavan arasına bakmaktan başka yordam bilmiyor. Eskimiş ilaçlardan yeni zehirler üretmek de hiçbir ‘derde’ deva olmuyor tabi. Her ‘yeni Türkiye’, boynunda asılı eski zincirlere dolanarak tökezliyor.
Bu ‘Tamam’lar hata mı, mecburiyet mi?
Erdoğan, ‘söylem tökezlemeleri’ yaşarken, artık sadece seçmen nezdinde değil, yerel ve uluslararası ölçekte sermaye ve Devlet unsurları açısından da (yeniden ve daha çok) rıza üretmesi gerektiğinin farkında olan bir siyasetçinin zorunluluklarını yaşıyor.
Türkiye’nin ışıkları: Behice Boran, Perihan Pulat…
75 yaşındaki Perihan Pulat, memleketin ‘ittifaklara’, ‘adaylara’, ‘turlara’ sıkışıp fazla teknikleşmiş politika algısını doğru yere, ezilenlere, iş ve ekmek mücadelesine, emekçilere ve Kürtlere doğru genişletmeden bir kurtuluş olamayacağını gösteren bir işaret olmuştur. Behice Boran gibi…
‘O kadar erken ki geç bile sayılabilir’
Hazineler kaybedildikleri yerde aranır. Bugünkü ekonomik-siyasal-toplumsal krizin nedeni, 12 Eylül’den bu yana gelen neoliberal ekonomik dönüşümler ve onun yarattığı siyasal sistemse, tam da bunun karşısında bir dile, ülkeyi bu neoliberal felaketin elinden kurtarıp yeniden kuracak bir cürete sahip olmak gerekmez mi?
‘Yeni Türkiye’nin krizinden, ‘başka bir Türkiye’ çıkar mı?
Erbakan’ın 1994’te sezdiği ve ‘kanlı mı tatlı mı olacak’ diye sorduğu ‘değişim’ bir döngüyü tamamlamış durumda. Bu durumda temel mesele, toplumsal muhalefetin, 12 Eylül’den beri ilan edilegelen ‘Yeni Türkiyeler’ yerine, ‘bambaşka bir Türkiye’ için gerekli fiziksel ve moral enerjiyi üretip üretemeyeceği oluyor. Zira bugünkü türbülansın da yeni bir değişimi dayatacağı 1994’teki kadar net görünüyor.
Zehirli sarmaşık: Afrin, Boğaziçi, Osmangazi
Barış akademisyenlerinin, savaşın kutsanmasına karşı çıkan Boğaziçili öğrencilerin barındırılmadığı üniversitelerde; çalışma arkadaşlarına iftiralarla zarar veren, onları yaşamsal çıkmazlara sürükleyen ve sonunda işi psikopatça bir katliama kadar vardıran birinin bunca itibarla barınmasına şaşırmalı mıyız?
Hürriyet’in ‘alınması’ ya da el değiştiren cam kırıkları
Bugün olan, Erdoğan-AKP öncülüğündeki iktidar blokunun devletleşmesinin Hürriyet gazetesine kadar olan kaçınılmaz genleşmesi bir bakıma. Ve bu genleşme, artık kavga etmek ve karşı kampta işaret ederek suçlamak için bir Doğan Medya, hatta belki bir ‘Cehape’ bile istemeyecek noktaya da getiriyor iktidarı. Peki bu ‘dertlere deva’ mı?
Kastelli’den ‘Dombili’ye: ‘Bizim Çiftlik’
Bu gazeteler, bu televizyonlar, bu siyasetçiler, bu siyasal metinler, bu ajitasyon-propaganda ile kurulan/zehirlenen toplumun tokatçısı da bu işte. ‘Bizim Çiftlik’te dünkü tokatçılar Kastelli, Kombassan, Jet-Fadıl ise bugünkü tokatçı da Dombili’dir. Her siyasal-toplumsal sistem ‘layık olduğu’ tokatçıyı üretmektedir belki de…
Kadınların direnci ve İslam'ın 'güncellenmesi'
Bir tek adam yönetiminin kurumsal altyapısını büyük oranda tamamlamış; yol arkadaşlarını, olası siyasal rakiplerini elemiş; hükümeti, Meclis grubunu, partiyi birer personel dairesine indirgemeyi başarmış Erdoğan’ın, ‘gazabından’ korktuğu az sayıda şeyden biridir kadınların direnci.
‘Görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok…’
Şu sıralar, memleketinin güzelliklerini olanca samimiyetiyle ‘göstermeye’ çalışırken, yarı alaycı bir şekilde internet ve reklam fenomenine dönüştürülen yurttaşın büyük bir coşku ve özgüvenle yaptığı gibi memleketin halini gösterecek yolları bulmak gerekiyor belli ki: “Görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok…”
Devletin masası, Remzi Basalak’ın tekmesi
‘Devlet’; 12 Eylül cuntacılarından 90’ların paramiliter çetelerine, 28 Şubat generallerinden cemaatçilere, asker vesayetinden saray vesayetine, o ‘Kemalist’ klikten bu ‘İslamcı’ kliğe salınırken, hep ‘esas olan’ bir devamlılığı sağlıyor. Ve her defasında kendi ‘bekası’ olarak gördüğü düzenin karşısında duracakların önüne bir ‘terör masası’ koyuyor.
Soyağacı
Soy kütüğüne ilişkin bu beklenmedik ‘bilgi edinme’ fırsatı, hem olağanüstü yüksek bir ilgiye yol açıyor; hem de yine tarihten kopuk, bağlamsız ve donuk bir ‘geçmiş malumatı’ doğuruyor.
‘Grev… Korktun mu?’
İktidarın ve özellikle de Erdoğan’ın, esen tüm rüzgara rağmen, emekçiler ve bir bütün olarak halk üzerinde sağladığı ‘mutabakat’ konusunda endişelerinin bulunduğu, tüm gedikleri ve olası gedikleri kapatmak için azami bir dikkatle davrandığı da görülüyor.
N.A.
Bugün memleketin dört yanında ‘savaş karşıtları’ avına çıkan boğucu siyasal atmosfer, sanıldığı gibi bir ‘tek adam’ eseri değil, bir devlet geleneğinin devamıdır. 1990’da, “1 koyup 3 almak” hülyası gördükleri savaşa karşı çıkan çocukların üstünde tepinenler; bugünkü iktidar blokunun da müteahhitleridir. Aynı iktidar bloku devlete hâkimdir ve ‘bildiği gibi’ yapmaktadır.
Domuzlar, Ermeniler, Kürtler ve fabrika ayarları
Erdoğan her fırsatta “Biz kimin yaşam tarzına karıştık” dememiş gibi, hatta ilk yeri geldiğinde hiçbir şey olmamışçasına yeniden demeyecekmiş gibi, örneğin ‘domuz yeme’yi kendisi malzeme ederken, ‘karşı tepeler’den anlı şanlı seküler başların da, “Atatürk’ün partisini Kürtler ve Ermenilerden korumak” için zırh kuşanmasını sağlıyor!
‘Yeni’ Türkiye: 40 yıllık Milliyetçi Cephe
HDP’nin eş başkanları ve 10 milletvekili, yüzlerce seçilmişi, üyesi, seçmeni tutuklu. Ve Leyla Zana, vekilliği düşürülen altıncı HDP’li… Ama onun vekilliğinin düşürülmesi, bir yerinde saymayı; devletin ve onun Milliyetçi Cephelerinin döne dolana saplanıp kaldığı bir noktayı doğrudan işaret ettiği için önem kazanıyor.
‘Gülyabani’
Abdullah Gül'ün bir başarı elde etme ihtimali ve olası ‘başarısı’nın memleket için ne fayda sağlayacağı bir yana, siyasi bir aktör olarak görünme ihtimali bile bunca alerjik reaksiyona yol açıyorsa, ‘bünye’de bir zaaf var demektir.
2017: Demirtaş, Ahmet Şık, Nuriye ve Semih
2017, ne denli ‘güçlü’ olursa olsun, zorbalığın son noktada ‘geleceksiz’ –ve bu açıdan ‘çaresiz’– olduğunu da gösteren bir yıl oldu. Üzerindeki karanlığa rağmen, biraz da Nuriye ve Semih’in, Selahattin Demirtaş’ın, Ahmet Şık’ın yılıydı.
Uzun sürmüş bir günün akşamı (*)
Bu gerçek anlamda bir ‘geri dönüş’: Refahyol hükümetinin D8 rüyaları, çok daha öteye vardırılmış siyasi tutumlarla BM’de ‘hesaplaşma’ yapacak noktaya ulaşmış; yine siyasi suikast endişeleri başgöstermiş; yine Kürt liderler ve siyasetçiler hapse atılmış ve yine Ağar-Terim ikilisi Galatasaray’a yönelmiş…
Gedikli’nin ‘gidişi’ için yıldız falı soruları
Bu karanlık tünelde freni patlamış bir şekilde yol alınırken ‘küserek’ ya da küsmeyerek, istifa ederek ya da ‘izin isteyerek’ uzaklaşanlar; 2015 sonundan itibaren tanık olduğumuz tasfiye/sürgün hareketinden farklı olarak bir ‘göç’ hareketi olarak da görülebilir mi?
Burjuvalar ‘rahatsız’
Büyük burjuvazinin desteği hatta ortaklığı olmasaydı, erken dönem AKP ‘başarısı’ ve dolayısıyla şimdiki güç temerküzü de olmazdı. AKP/Erdoğan siyasal hareketinin bu ittifaka ihtiyacı vardı. Şimdi 15 yıl sonra, ‘yeni İslami burjuvazi’nin de varlığına rağmen, yine var.
Ruhiye ve Reza’nın ‘bankadaki karşılaşması’
Türkiye’nin gerçek bölünmüşlüğünü temsil eden iki figür, tarihsel bir cilveyle, ‘banka önünde’ karşılaşıyor: Grafiklere sığmayan rüşvetler silsilesiyle, vergi cennetleriyle zenginleşenler ve ayağındaki tarla çamuruyla banka şubelerine girmekten çekinenler…
Bosna: Bir ‘Yeşil Elma’
‘Bosna’ hem bizzat savaşılan, sebat ve kararlılık geliştirilen bir eylem sahası hem de güçlerin derlenmesi için olanak sağlayan manevi bir ‘çatı’ idi. Siyasallaşmış ümmetin bir tür ‘Yeşil Elma’sı… Kendi iktidarlarının yarattığı bir figürle 15 yıl sonra Bosna’yla bir kez daha yüzleştiler.
'7.4 yetmedi mi', 'gebersinler'
Onuncu Yıl Marşı’yla Kürt şarkıcı kovalamak ve onbinleri öldüren bir depremi dinci bir intikam mitosuna dönüştürmek, farklı kabuklara sahipmiş gibi görünse de aynı kitle kültürünün çekirdeğinden filizleniyordu. AKP’nin ‘başarısı’, bugün bunların her ikisini de kapsayacak şekilde genleşmesi oldu.
Bugünün Atatürkçülüğü: ‘Katı olan her şey buharlaşıyor’
Sağcı devlet geleneği, tıpkı 12 Eylül’de ortaya çıkardığı müsamereci Atatürkçülük gibi, yeni zamanın ruhuna uygun bir ‘dindar Atatürkçülük’ ya da Atatürk’ü ikonik olarak benimseyen bir 'Erdoğancılık' imal edebilir.
Milli Görüş'ten sonra 'Milliyetçi Hareket'in de sonu mu?
Akşener partisi, AKP’nin yaptığı gibi tüm sağı alt üst edecek bir performans gösterir mi bilinmez; ama AKP’nin ‘Milli Görüş’ üzerinde yarattığına benzer bir yıkıma ‘Milliyetçi Hareket’ üzerinde yol açacağını kestirmek güç değil. ‘Yenilikçiler’ nasıl Milli Görüş’ün sonu olduysa, Akşener ve hareketi de klasik anlamda ‘ülkücü-milliyetçi’ fazın çözülmesi anlamına gelecektir.
Bir 12 Eylül mutantı: ‘İslamo-Avrasyacı’
Erdoğan, tıpkı ‘ileri demokrasi’ ya da ‘analar ağlamasın’ söylemleri gibi, İslamcılığı da eski dostlarını da taşınmaz bir yük olarak görebiliyor kolaylıkla. Ama eski hasım yeni ortakları da onun İslamcı dönüşümlerine ‘aman emperyalistlerin işine yaramasın’ diye tolerans gösteriyor.
Türk sağı: 'Amerika'nın nazlı sevgilisi'
Necip Fazıl 1959’da, “Amerikan siyasetini tutmak, Türkiye hesabına biricik doğru yol” olduğunu, fakat “Amerika'dan bu makamın dolgun hakkını istemek ve nazlı bir sevgili muamelesi görmek” gerektiğini yazıyordu. Bu kadar koyu bir Amerikancılığın içinden gelen Türk sağının, bugün zorunlu bazı ittifaklarının da etkisiyle Amerikan karşıtı gibi durması “nazlı bir sevgili muamelesi görmek” konusundaki hayal kırıklığının da etkisiyle ortaya çıkan bir savrulmadır.
23 yıl sonra, ‘bir gece ansızın’
‘Metal yorgunluğu’ kod adıyla bir süredir yürütülen tasfiye sürecinin sadece ‘siyaset’ ile ilgili olmadığı; sermaye çevreleri ve sınıf temsilcileri ekseninde de cereyan ettiği görülüyor. Erdoğan’ın bir süredir Kürtlere hitaben sık sık tekrarladığı, Türk şoven milliyetçiliğinin ikon sloganı “Bir gece ansızın gelebiliriz”, daha çok “yönetici elitin” kulağında çınlıyor olmalı.
Apê Musa’dan ‘sonra’, referandumdan ‘önce’
Kimdir Musa Anter? Neden onun adına ödül verilmesi bile yasaklanıyor? Bir ülke çeyrek asır önce düştüğü ve kendi çeyrek asrına mal olmuş hataları nasıl bu kadar iştahla tekrarlayabiliyor?
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz: İktidara yaranma arayışında subaylar göreceksiniz
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, 15 Temmuz sonrası özellikle silahlı kuvvetlerin örgütlenmesine yönelik tedbirlerin orduyu siyasallaştırma riski taşıdığını söyleyerek, “Şimdi tamamen siyasal iktidara yaranma arayışında subaylar göreceksiniz. Bu çok tehlikeli bir noktaya getirir işi” diyor.
Montaj, kadraj ve lavanta suyu
Türkiye’nin son yıllarını güçlü bir sembolizmle tek bir fotoğraf karesine sığdıran bir görüntüydü o. İnkarı da aslı kadar utandırıcı oldu ve dönemin simgelerinden biri olarak uzun yıllar hatırlanmayı şimdiden ‘hak etti’.
Sahte sükûnet ve ‘üçüncü sayfa’
Baskıyla yarattığı her sessizlikten kendi çürümesinin sesini duyuyor. Neredeyse her nefesinde mukaddesatçılığa zorlanan toplum, kâh bir ‘ensest vakası’ ile kâh bir otel odasındaki ‘özel yaşam sırları’ ile cızırdıyor.
‘Vefa yorgunluğu’
İktidarın ‘genleşmesi’nin vardığı noktada, talip olunan şeyi elde etmek için “yandaşlık” yetmiyor. Erdoğan’ın, kendisini bir seçenek değil bir zorunluluk olarak koyduğu andan beri zaten ‘herkes’ yandaş. Ve artık “yandaşlar arasında” tercih yapması gerekiyor.
AKP 16 yaşında, 12 Eylül 37 yaşında, 17 Ağustos 18 yaşında
17 Ağustos felaketi ile AKP’nin kuruluşu arasında 2 yıl olması tesadüf değil. Hafta başında 16'ncı yaşını kutlayan AKP, zaten uzun zamandır tıkanmış sistemin depremle birlikte girdiği büyük krizin biçimlendirdiği bir siyasal ürün idi.
Tecrit: Kadıköy’de ‘hapsedilen’ sadece HDP miydi?
Gerek nöbet boyunca kurulan bariyerler, gerekse son günkü yürüyüşte, neredeyse ayrımsızca ‘etraftaki herkese’ yönelen şiddet, HDP’nin yanı sıra bizzat toplumun kendisinin de ‘tecrit’ edilmesiydi aslında. Kurduğu çemberin içi kadar dışını da hapseden bir tecrit.
‘Pelikan’dan Diyanet’e yeni başkan: Nihat Hatipoğlu
Abdülkadir Selvi’nin ‘veda busesi’ de Mehmet Görmez için ‘barışçıl’ bir ayrılık sağlamadı. Uzunca bir süredir fiziki ve moral olarak kesin bir üstünlük kurmuş olan “Pelikancı” iktidar odağının Görmez’le ilgili iddiaları; küskün, dargın vs. çevrenin ise destek ve üzüntü açıklamaları geldi.
Necdet Menzir’den taşfırın Haluk’a: 'Her devrin adamı'
Projeyi yürütenler için bir ajitasyon aparatı olarak tasarlansa da; maço, hödük, sabit fikirli, kalın kafalı ama işte ‘iyi aile babası’ olarak çizilen Haluk figürünün, bugünlerde bir hafriyat kamyonu yanlısı olarak zuhur etmesi eşyanın tabiatına uygundur.
‘Tek tip’ millet isteyen ‘tek tip’ devlet
Israrla “tek tek tek…” diye vurgulanan siyasal pozisyon, sonunda ironik şekilde kendisini doğru tarif ediyor ve önceki ‘ayrışma’ iddialarını geçersizleştiriyor: Evet, en azından 40 yıldır, gerçekten de ‘tek tip’ millet isteyen bir ‘tek tip’ devlet…
‘Adil Düzen’den ‘Adalet Yürüyüşü’ne: Erdoğan’ın ‘kitle tekeli’ kırılırken
Şimdi, öncülüğünü Kılıçdaroğlu'nun yapmasına rağmen “tümüyle CHP’ye ait” de olmayan bir taban hareketi var. Bu hareketin, toplumu ve ülkeyi dönüştürme enerjisine sahip bir siyasal güce dönüşebilmesi için, toplumun önündeki başlıca sorunlara dair kalıcı, adil ve demokratik çözümler önermesi gerekiyor.
83 yaşında Asuman Hanım, 90 yaşında Faruk Bey
Yürüyüşte çok sayıda genç var ama çoğunlukta değiller. Her yaş grubundan insan var ama çok çarpıcı iki yürüyüşçüden söz etmeden geçmek olmaz. İlki, 90 yaşındaki Faruk Sükan… 1927 doğumlu bir beden eğitimi öğretmeni. Kendi olanaklarıyla ve tek başına yürüyüşe katılmış. İkincisi, 83 yaşındaki Asuman Kerestecioğlu... Hiç naz etmeden ve büyük bir mutlulukla rampaya vurduğu adımlarını görüp yanına gelenlere, “Gençlere iyi bir ülke bırakamıyoruz” diyor, çok samimi bir mahcubiyetle.
Üsküdar Kuşkonmaz Külliyesi ve Düzce tezeği
İstanbul’da dört yüz küsur yaşındaki ‘ecdat mirası’na kazık çakan ‘muhafazakarlar’, Düzce’de muhaliflerinin yoluna hayvan dışkısı döküyor. Doğal olarak. Kültürel iktidar olamıyorlar ama ibretlik bir ‘iktidar kültürü’ bırakıyorlar.
Bozuk saat
Saat kuleleri, herkesin bir saate sahip olamadığı ama giderek herkesin saati bilmeye ihtiyacı olduğu, ticaretin hızla geliştiği dolayısıyla “vaktin nakit olduğu” Yeniçağ Avrupa kentlerinde bir tür kamu hizmeti olarak ortaya çıkmıştı. Bugün, herkesin elindeki telefonda ya da kolundaki saatte vaktin kaç olduğunun görüldüğü bir zamanda, tarihi ve mimari bir değeri yoksa saat kulelerinin hiçbir pratik anlamı yok… Ama “Kızıltepe Kayyumu”, Uğur Kaymaz heykelini kaldırmak için o kadar sabırsız ve yerine bir şey koymak konusunda o kadar çaresiz ki, o manasız saati konduruveriyor ilçenin ortasına.
‘İdam vaadi’ ne oldu ya da ‘kıdem tazminatı caiz mi’?
Bir ucunda Katar Emiri'ne lejyon göndermeyi savunan ‘ultra ulusalcı’ Aydınlıkçıların, diğer ucunda “Kıdem tazminatı caiz değildir” diye fetva veren Cübbeli’nin durduğu tuhaf ve tekinsiz bir koalisyon görüntüsüyle karşı karşıyayız…
Kültürel iktidar: Arda’nın ‘doğruları’ ve Bergül’ün saçları
Bir kadının başından söktükleri saçları ‘mendil gibi’ sallayarak Mehter Marşı eşliğinde ‘oynayan’ kolluk güçleri… İktidarın kültürünü ve kültürel iktidarı bir çırpıda anlatmak için bundan daha güçlü bir görüntü bulunamaz herhalde…
Kenan Bilgin ve Gezi: ‘Kayıp’ Türkiye’nin izinde
Gezi, o sonsuz dönüşün kırılması umudunun elle tutulur hale geldiği ışıklı bir andı. Bu kayıp işçiler, kayıp yıllar, kayıp kuşaklar ülkesinin göğünde bir an bir şimşek gibi yanıp, onu kemirenlerin daha çok kişi tarafından görülmesini sağladı.
Mahçupyan: Erdoğan'ın şu anda bir yıllık kredisi var
Mahçupyan: Son bir yıl zaten seçim sathı maili; dolayısıyla Erdoğan önümüzdeki bir yıl içinde başarısını kanıtlamak, yani toplumun doğru bulduğu şeyleri yapıp yanlış bulduklarını yapmamak durumunda. Ve ben bunun çok çok zor olduğunu düşünüyorum.
16 Nisan ‘sonrası’, bilinen ‘AK Parti’nin sonu ve sihirli küre
Mevcut durum ne olursa olsun, 16 Nisan’ın “Allah’ın bir lütfu” olmadığı ve işaret ettiği siyasal-toplumsal sonuçlar bakımından, bir lütfa dönüştürülmesinin de neredeyse imkansız olduğu ortada.
‘Kaplancı’lardan ‘derin tarih’çilere: Tencere tava hep aynı hava
Türkiye’de İslamcılaşma ve siyasal gericilik, laik sembollere karşı girişilmiş gösteriş savaşlarına dahil olmakla aşılabilecek bir sorun değildir. Geçmişte ‘tahta tüfekli Kaplancılar’ Atatürk kuklası asarken de değildi, bugün ‘derin tarih’çiler yatak odası hikâyeleri uydururken de…
40 yıldır 12 Eylül: ‘Seher yeli kız’lar, kömür gözlü çocuklar
12 Eylül, bir yargı davası değil, bir ‘devlet yönetme davası’ olarak 40 yıldır açık duruyor. Gece yarısı, sabaha karşı, çocukların, genç kızların uyuduğu odalara giriyor. “Bir gece ansızın” geliveriyor.
Türkiye’nin siyasi haritası: ‘Buzullar’ çözülürken
Yaklaşık 15 yıldır, ana gövdesi AKP iktidarı çevresinde bir ‘buzul’ gibi tutunmuş olan ‘Türkiye siyasi haritası’, 16 Nisan’daki görüntüsüyle bu buzulun çözülmekte olduğunu zaten gösteriyordu. 1 Mayıs haritası ise o çözülmenin reel dinamiğini işaret etti.
Furkanlar, Pelikanlar, ‘Manyak’lar: Yeni rejimin ‘Yol Ayrımı’
Bu ülkenin çoğu dindar emekçilerini, kendi çıplak çıkarlarının tersine olacak şekilde, özelleştirmeye, esnek çalışmaya, düşük ücretlere dayalı bir neoliberal politikaya, ‘bakın dindarlar ilk kez iktidarda’ diye diye yedekleyen bu ‘dava delileri’ değil miydi?
Referandum dersleri: ‘Cebir’ ve ‘sosyoloji’
Üsküdar, Fatih, Eyüp, Başakşehir: Ne oluyor?
İstanbul’da muhafazakarlığın tarihsel ve kültürel merkezlerinde ‘Hayır’ oylarının gösterdiği performans, ‘Reisçiler’ ile ‘AKP koalisyonu’ içindeki farklı İslami unsurlar arasındaki ayrışmayı ete kemiğe bürüdü.
‘İstanbul Türkiye'nin özüdür’ ve kaybedilmiştir
1994’te, medya tarafından görmezden gelindiği koşullarda İstanbul’u kazanarak başlayan bir siyasi yükselişin; 2017’de, bu kez tamamen ele geçirdiği medyada kendinden başka kimseyi göstermeyen bir kampanyanın sonunda İstanbul’un kaybedilmesi noktasına gelmesi anlamlıdır.
Erdoğan’ın reytingi
Peki, her TV kanalından, her radyodan, her gazeteden, neredeyse her köşe başından, aynı iktidar figürlerinin (giderek sadece birinin) fışkırması toplumda bir ‘karşılık’ yaratıyor mu? Mesela ‘Cumhurbaşkanı özel yayınları’ seyrediliyor mu?
‘Ya benlesin ya hainsin’: Hakan Albayrak, Oğuz Haksever ve Cumhuriyet
‘Kolaylaştırıcı’, zaten soru sormamak üzere oturtulduğu koltukta, boynunu daha çok omuzlarının arasına sıkıştırıp kamburunu daha da artırarak, “Efendim öyle güzel anlattınız ki film gibi gözümüzde canlandı” diyor.
Erdoğan’ın Diyarbakır karnesi: Kardeşim ne Kürt sorunu ya!
Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün Diyarbakır’da... Bütün kritik seçimlerin öncesinde Diyarbakır’da miting yaptı. Bu mitinglerde yaptığı konuşmalar, Cumhurbaşkanının, Türkiye’nin en önemli meselesine bakışındaki ‘dalgalı’ seyri gösteriyor.
‘Kart kurt’ ile ‘Kürt kartı’ arasında bozuk sarkaç
Belli ki referandum işleri ‘sıkışık’… MHP’den beklenen alınamıyor. Kürt oyları ile ‘Evet gediği’ kapatılabilir mi? Hafta sonu Diyarbakır-Van çıkarması yapılıyor. Ama o da ne? Bir dizi furyası başlıyor aynı anda. 80’lerin “Anadolu’dan Görünüm”ü ucuz drama olmuş!
Türkiye referandumu ve bir ‘Nazi’ müftü
Muhammed Emin el-Hüseyni, tam da Nazilerin dünyayı kasıp kavurduğu zamanda Kudüs müftüsü olan, İslamcı cenahta itibarı yüksek Filistinli lider. Hitler’in dizinin dibinde poz vermiş, Nazi kıtalarının önünden ‘Heil Hitler’ selamıyla geçerken görüntülenmiş bir ‘figür’…
Portakalı sıktıkça 'evet' artıyor mu?
Tüm bir sistemi alt üst edecek bir anayasa değişikliğinin yüzde 51-52-53 gibi oylarla kabul edilmesi açık bir meşruiyet sorunudur. Ama kızgın protestolarla tozun dumana katıldığı ve bu gerilimin sürdürüldüğü koşullarda, zayıf da olsa bir Evet sonucu zafer gibi gösterilebilecektir.
İktidar saflarında hırçın kavga: Pelikan 'İslamcılar'ı yutacak mı?
Tarafların tümünün “Ak Partili”, hatta bir adım ötesinden söylemek gerekirse “Reisçi” olduğu bir kavga bu… Paylaşılamayan şey iktidar olanakları olunca, kavga da sert ve tehditkar geçiyor... Referandum sonucu da dahil birçok parametre taraflardan birinin sert tasfiyesine yol açacak gibi görünüyor.
Muhalefete verilen muhtıradan da iktidar mağdur olunca...
Bu kıssa 30’ların basın hürriyeti ve demokrasiyle dolu olduğunu göstermez elbet. Ama bugünkü durumun ne menem bir durum olduğu hakkında da tarihsel bir fikir verir.
Amedspor demeyelim de ne diyelim?
Hapisteki Diyarbakır Belediye Başkanı’nın koltuğuna “atanan” kayyımın, Amedspor Başkanı’ın çağırıp, “ya adınız ya canınız” demesi; Türkiye’de mevcut rejimin, Kürt sorununa, hak ve özgürlüklere, topluma, spora, her şeye bakışını bugün için de gelecek kuşaklar için de özetleyen bir ibret öyküsü gibi…
7 Haziran ve ‘sonrası’, 16 Nisan ve ‘sonrası’…
Görünen o ki tıpkı İsrail ve Mavi Marmara, tıpkı Mısır ve ‘Raiba’, tıpkı ‘Suriye devrimi’ ve ‘Esed’ gibi, 15 Temmuz ve PYD de ‘ABD ile yeni konsept gereği’ giderek sadece bir iç siyaset malzemesine dönüşecek.
Dönüşüm: ‘Flamacı Uğur’a dayak, Sera Kadıgil’e gözaltı
Galatasaray tribünlerinin en sevgi dolu, en cefakar, “karıncaezmez” adamı, anti faşist “Ultras” geleneğini isminin önünde bilinçsizce taşıyan bir grubun saldırısına uğradı, yaşını başını almış bir tribün emekçisi, maç bileti, deplasman otobüsü parasına iradesi esir alınmış çoluk çocuğa dövdürüldü.
Natürmort: Karşı mahalleden bir evet tablosu
Oradaki kimi zaman örtük kimi zaman açık kavgaya bakınca Balzac’ın şu sözünü hatırlatıyor insan: “Sonradan görmelerde maymunların becerikliliği vardır: Yukarı tırmanırlarken çevikliklerine hayran kalır insan, ama zirveye geldiler mi sadece ayıp yerleri görünür.”
Referandum bir fırsat, ‘Hayır’ mümkün…
İktidar ve “lider”le en kritik virajlarda birlikte davranmış bazı isimlerin başkanlık konusundaki tereddüt ve itirazlarını açıktan dile getirmesi; üstelik bunun, çoğunlukla ‘merkez’den gelen hakaret ve tehditlerle dolu tartışmalara yol açması dikkate değer.
Şimdi bir şansımız var: Hayır
Birbirini tamamlayan resimler bunlar. Engelli rampasını açmakla iyilik yaptığını sanan kamu şoförü, kediler donmasın diye yapılan eve cinnet geçiren vatandaş ve anayasayı ihlal ederek oyunun rengini gösteren bakan…
Hasan Mezarcı’dan Barbaros Şansal’a; Ahmet Türk’ten Ahmet Türk’e
Toplumsal krize çözüm üretmek yerine nefret özneleri yaratarak kamuoyu oluşturmaya çalışan “eski Türkiye” Hasan Mezarcı’nın “aklını almış” ama kendi iktidarını kaybetmişti. Barbaros Şansal şahsında “laik azgın azınlığı” döverek “denge” arayan “yeni Türkiye”nin tutumu da farksız görünüyor.
Biz korkacağız sayın sözcü, tedbiri siz alacaksınız
Bu tür katliamlardan sonra, devletin en tepesinden başlayıp güvenlik bürokratlarına, muhtarlara kadar herkes terörü lanetleyip hamasi 'birliğimiz-kardeşliğimiz' nutukları attığı ama üstünden birkaç gün geçmeyegörsün, yeniden toplumun bir büyük kesimi 'Bunlaaar', 'biliyorsunuz Alevi', 'Zerdüşt', 'eğlenceleri gayrımeşru', 'kökleri dışarıda' ilan edilebildiği için korkuyoruz.
2017’ye kalan sorular
Her şeyden habersiz çocuk, ihtiyar haham ona yolda dinini ve geçmişten beri başlarına gelen felaketleri anlatırken, bütün temizliğiyle sorar: Peki tanrı bu soyguna neden göz yumuyor? Onun adil ve her şeye kadir olduğunu söylemedin mi? Neden bizim değil de haydutların yanında?
1994
Bugünlerde Rus elçinin vurulmasını derhal “FETÖ”ye bağlayan ‘ana akım’ İslamcılar, günlerce bu İslamcıların “direnişini” ve “Rus zalimliğini”, çoğu sahte olan görüntü ve videolarla pompaladılar. Sıkışmış iç siyasetin baraj kapaklarını komşunun yangınıyla rahatlatmak alışkanlıklarıydı zira…
‘Kara ölüm’, ‘Sefiller’ ve yarından bakınca bugünümüz
İnsanların, kendilerini ve gelecek nesillerin hayatını büyük bir yıkımın tehdidi altında gördükleri anlarda sığındıkları bu “mazeret” ya da “kurtarıcılar”, genellikle sorunun yeterince anlaşılmamasına ya da felaketin büyümesine yol açarlar.
Seferi Yılmaz içeride, o ‘bagaj’ kapandı
Umut Kitabevi’nin bombalandığı 2005 yılı, dönemin başbakanı Erdoğan’ın Diyarbakır’da, “Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur” dediği bir yıldı. Seferi Yılmaz’ın tutuklandığı 2016 yılı ise Erdoğan’ın bu kez “Türkiye’de Kürt sorunu yok, kimse bize yutturmaya kalkmasın” dediği bir yıl ve bu kez seçilmişlerin tutuklanması daha “işlevli” görünüyor…
Olağanüstü halde sandık kurulur mu? Kurulur!
Olağanüstü hal koşullarının referandumunda 1982 Anayasası, Evren’in cumhurbaşkanlığı ve darbecilere ömür boyu dokunulmazlık zırhı için yüzde 91,7 oranında “evet” oyu çıkar. Amaç hasıl olmuştur…
Çaresiz bakiye: Ahmet Türk, Hasan Ocak, Veli Saçılık…
Dün, Hasan Ocak davası ‘zamanaşımı’na uğradı ve onu katledenler kesin olarak cezasız kaldı; devlet, daha önce bir kolunu çaldığı Veli Saçılık’ı kararnameyle işten attı ve Ahmet Türk 21 yıl sonra yine parmaklıklar arkasındaydı.
'Sen karanlığı istiyorsun' ve 'ben hazırım'
Leonard Cohen’in bu şarkıya duygusunu ve gücünü de veren "hazırım" deyişi, bu "yaşlanmış gerçekler" mefhumunu hatırlattı bana. Bazı gerçeklerin "herkes için gerçek" olana kadar biraz yaşlanmasını… Ulusların ve toplumların tarihlerinde de böyle 'an'lar var.
Bir çıkış yolu bulunabilir mi: CHP, HDP ve ‘sivil itaatsizlik’
Bir avuç cesur insanın, bizimki gibi bir “asker toplum”da dahi neredeyse fiili bir hakka dönüştürdüğü “vicdani ret” mücadelesi; Gezi Parkı’ndaki polis şiddetine karşı hızla yaygınlaşan “Duran Adam” eylemleri; Kürtlerin Diyanet camilerini boşaltan “Sivil Cuma namazları” gibi örnekler yaşamış bir ülkede, yaratıcı bir yol bulmanın önü açık olmalı…
‘Son şeyler ülkesi’
Evrensel Kültür, “bilinen dünya”nın yıkıldığı ve statükonun sonsuzca değişmeyecekmişçesine yeniden kurulduğu bir dönemde, üstelik solun bir cunta silindiriyle ezildiği bir ülkede, bu yeni statükoya bir itirazdı.
Gültan Kışanak: 'Co'nun kulübesi'nden 'Milli İrade'nin nezarethanesine
Henüz 18 yaşındayken Diyarbakır zindanına atılan ve 6 ay boyunca müdürün köpeği Co’nun kulübesine kapatılarak işkence edilen Gültan Kışanak, dün Darbe Komisyonu’na “kandırılamamış” olmanın özgüveniyle konuştuktan birkaç saat sonra gözaltına alınıp bu kez ‘Milli İrade nezarethanesine’ kapatıldı.
10 Ekim’in failleri neden canlı yakalanamıyor?
10 Ekim 2015’te 100’ün üzerinde insanımızın canını alıp Türkiye’de siyaseti alt üst eden Ankara Garı katliamının en kilit önemdeki sanıkları neden ya firari ya da ölü? “IŞİD’i Musul’dan sökme treni”ne binmeye çalışırken bu soruya da yanıt aramak gerekmiyor mu?
O iş öyle değil artık Muhsin Kızılkaya!
Muhsin Kızılkaya fikri ve vicdani bir hürriyetle davranabilse, kendisiyle aşağı yukarı aynı durumdaki bir anda “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyen Erdoğan’ın neden özür dilemediğini –hiç değilse kendi kendine– sorardı.
6-7 Kasım’da darbe mi olacakmış?
Emekli askerler, ‘istihbarat kaynakları’ ve hükümet yanlısı medyanın, birbiriyle örtüşecek şekilde '6-7 Kasım’da yeni kalkışma riski'ne işaret etmesi elbette dikkat çekici. Ama ‘satır arası’ bir detay daha ilginç: “HDP'li vekillerin 6 ve 7 Kasım tarihinde ifadeye çağrılacağı ve bir tutuklama kararı çıkarsa…”
O ilk heykeli vermeyecektik…
Bugün, başta eğitim olmak üzere toplumsal bir çok alanı kapsayan ve laiklik bildirisi dağıtan kişilerin sille tokat gözaltına alınmasına kadar varmış bulunan cüretkar “ters inşa”nın fitili, 2011 başında Kars’taki İnsanlık Anıtı’nın “ucube” denilerek sökülmesiyle ateşlenmişti.
Ayşegül hemşire, Tarık Akan ve ‘biz’
İslamcı (ve elbette erkek egemen) aktivasyonun yarattığı “anksiyete”nin, toplumdaki direnç katmanları arasında bir iletişimsizlik ve gerilim yaratmasına engel olmak, teorik/ideolojik pozisyonlarımız kadar önemli değil mi?
Savaşın fosili ve bugünü: Neolitik ‘ölüm çukuru’ndan ‘tek dilli tabela’ya
Neolitik çağda başlamış bir "toplumsal çatışma"nın modern versiyonlarının tahakkümü altındayız. Talheim ölüm çukurunun etrafındaki çığlık ve inlemelere benzer bir "gürültü", önümüzdeki berrak gerçekliği görmemizi engelliyor.
Cemile’yi uğurladık, biz o buzdolabının içindeyiz hâlâ
“Avluya kaçtık” diyor anne Emine Çağırga. Cemile hemen önünde, yere düşüyor. Kurşun yağıyor. Sekiz çocuk anası Emine. “Büyük” kızı 23 yıl önce ölmüş. Ablası öldükten 13 yıl sonra doğan Cemile'nin üzerine kapanıyor.
Demek ki 1969’un Kanlı Pazar’ında kandırılmamışlar
Che’ye ‘eşkıya’ diyen Meclis Başkanı, 1969’da solcu gençlerin “6. Filoyu protesto” yürüyüşüne kanlı saldırıyı düzenleyen gruplar arasındaki Milli Türk Talebe Birliği’nin o zamanki başkanıydı. ABD’yi protesto eden gençlere karşı antikomünist bir İslamcıydı. Şimdilerde ABD’yi müsebbip gösterdikleri darbe girişimi onu bu konuda çok değiştirmemiş görünüyor.
Olmayana ergi: Darbeden sonra kim kiminle savaşacaktı?
15 Temmuz’un ardından birçok farklı kesim tarafından dile getirilen bir spekülasyon var: “Darbe başarılı olsa bir iç savaş çıkacaktı…” Peki bu ‘olası iç savaş’ın muharip güçleri kimler olacak, kim kiminle savaşacaktı? İddia sahiplerinin sözlerinden yola çıkarak, bu ‘olası savaşın olası tarafları’nı alt alta yazdığımızda yeni ve ürkütücü bir soru ortaya çıkıyor: Tehlike geçti mi?
Memleketten itirafçı manzaraları: Şimdiki itirafçılar çok ‘şanslı’!
Cemaat itirafçıları her gün gazetelerde tv’lerde boy gösteriyor, savcısından “ikinci adam”ına dek karıştıkları “terör örgütü faaliyetleri”ni anlatıyorlar. İtirafçılık eski müessese, yeni olan, itirafçının bugün sahip olduğu bu “prime time itibarı”...
60 yıl önceden bir ‘darbeci yaver’ öyküsü
15 Temmuz kalkışmasına “yaverler darbesi” demek mümkün. Bu “yaverlik” işi ise bundan yaklaşık 60 yıl önceki bir başka olayı hatırlamamıza neden oluyor: 9 Subay Vakası.