YAZARLAR

Kendini değerli bulmamak ve kibir...

Kendini ‘değerli şeylere değer’ bulmamak, toprağın bu duyguyu güçlendirecek şekilde sürülmesi, yalnızca kenar mahalle yoksul ahalisinde, onlara özgü sonuçlar yaratmıyor tabii. Kişisel takıntım olan ‘yurttaş olamamak’ ile ilgili daha ziyade. Farklı toplumsal katmanların mensupları, dereceleri değişmekle birlikte aynı ‘eşit yurttaş olamama’ halinden mustarip.

Bu kez kenar mahalle yazısı, biraz bölük pörçük dertleşme gibi olsun!

Başka pek az şey beni, bir insanın sınıfsal/kültürel/etnik kibri nedeniyle diğerini küçük görmesi kadar rahatsız ediyor. Haftalardır anlatmaya çalıştığım ‘kenar mahalle’ yazılarına başlamamın ve bitiremememin nedeni, küçük görme eğilimine karşı duyduğum bu öfke muhtemelen. Görenin kibri ve görülenin ne yazık ki çoğu zaman o muameleyi kanıksaması. Birinin ezebilmesi için diğerinin buna rıza göstermesi ve sistemin bir bütün olarak o rızayı üreten araçlarla donatılması gerekir, bu yazıyı okuyan herkesin bildiği gibi. Haliyle ezen, ezilenin izniyle, suskunluğuyla yapar her ne yapıyorsa. İşte yeryüzündeki en alçak ve hemen her eşitsizliğin kökeninde yer alan ayrımcılık nedeni olan ‘yoksulluk,’ bu yüzden insanlaşma yolunda mücadele edilmesi gereken bir felaket. Çaresi de doğru dürüst, özgürlükçü, farklı inanç ve kimlikleri dışlamayan, ezcümle bu çağın gereklerine yaraşır, sosyalistçe bir eşitlik.

İçine yoksulluk ve peşi sıra gelen ‘yoksunlukların’ sonuçları işlemiş biri, kendini ‘değerli’ bulmuyor, diğerleriyle eşit görmüyor. Eli para gördüğünde de pek değişmeyen bir sınıfsal kabullenmeden, çaresizlik hissinden söz ediyorum.

Yine bir anı...

Uzun yıllar önceydi. Bir arkadaşım, kitaplarını ailesinin evinden taşıyacağını, yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Benim tek başıma gitmem yeterli olmayacağı için, fakültedeki temizlik şirketi çalışanlarının ikisinden bize yardım etmelerini rica etmeye karar verdik. İki saat yetecekti ve muhtemelen kabul etmek istemeyecekleri ödeme, onlar açısından da iyi olacaktı. Sağolsunlar kabul ettiler, dördümüz yola çıktık. Eskişehir Yolu üzerinden, Ankara’nın hayli prestijli, pahalı müstakil evlerinin olduğu bir mahallesine gideceğiz. Yolda AVM’lerin önünden geçerken, biri diğerine “Neler yapmışlar buralara?” dediğinde anladım, Eskişehir Yolu'nu ilk kez gördüklerini. Pahalı evlerin mahallesine vardığımızda hayretlerini gizleyemediler. Biri “Abi piyangodan para çıkarsa buradan bir ev alalım,” dedi. Diğeri, “Paramız olsa da bize buradan ev satmazlar,” cevabını verdi. Haklıydı! Gerçekçiydi. Konumunun farkındaydı. Diğerlerinin ona nasıl baktıklarının. Zengin de olsa orada ‘komşu’ olamayacağını biliyordu. Kendini iyi bir şeye değer görmemek derken, anlatmak isteğim bu. Piyangodan büyük ikramiye çıksa ve o mahallenin tamamını satın alacak maddi güce ulaşsa da, değişmeyecek olan his.

Daha da can yakıcı bir örnek, içinde eser miktar ırkçılık da olan, bu kez çok sevdiğim bir hocamın anlattığı. Yurt dışından, hayli zaman önce afili bir bisiklet getirmişler. Yazlıklarında paketi dahi açılmadan yıllarca bekledikten sonra, bir gün, eğer yanlış hatırlamıyorsam tadilata gelen ustanın yanındaki (Kürt) çocuğa hediye etmişler. Bir süre sonra, çocuk, bisiklet ve bir polis gelmiş kapıya. Bisikletin çalıntı olup olmadığını anlamak içinmiş. O bisiklet, o çocuğa yakışmamış, öyle düşünmüş emniyet güçlerimiz. Hâlâ düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Sizi de yaralamıyor mu? Çocuk kendisine neyin yakışıp yakışmayacağını bilerek, haddini aşmadan geçirecek bir ömrü. Ola ki aştığında, biri çıkıp hatırlatacak. Biriktireceği öfke dışında bir öneriniz var mı?

Kendini ‘değerli şeylere değer’ bulmamak, toprağın bu duyguyu güçlendirecek şekilde sürülmesi, yalnızca kenar mahalle yoksul ahalisinde, onlara özgü sonuçlar yaratmıyor tabii. Kişisel takıntım olan ‘yurttaş olamamak’ ile ilgili daha ziyade. Farklı toplumsal katmanların mensupları, dereceleri değişmekle birlikte aynı ‘eşit yurttaş olamama’ halinden mustarip. Birinin derdi yoksulluk, diğerininki inancı ya da etnik kökeni, mesleki konumu vs. Her biri, fırsatını bulduğunda diğerine eziyet edebiliyor. Tarihsel kökenleri olan bir ‘eşitsizlik zinciri.’ Zincir, irili ufaklı kibir halkalarından oluşuyor. Yalnızca ait olduğu tabakanın gereklerinden değil, biraz da kompleksten kaynaklanan bir kibir bu. En çok bağırıp çağıranlar, en çok korkanlardır malum. Diğerini ciddiye almayanlar da, bir ömür aynı davranışın yarasını taşıyanlar olmalı.

Benim bir sosyal medya hesabım yok. Ancak arada bir ablamların twitır hesabına girip çarpıntım izin verdiği ölçüde sağa sola bakıyorum. “Önemli” insanların neler yazdığına. Hani şu “like sevgidir, like emektir” tayfası! Yıllarını akademide geçirmiş ve o camia hakkında iyi kötü fikir sahibi biri olarak, yine de bazen adı sanı duyulmuş kimi akademisyenlerin ve gazetecilerin (tabii muhtelif kamuoyu önderleriyle birlikte!) yazdıklarından rahatsız olabiliyorum. Misal, güzel söz işitmek herkesin hoşuna gider ancak kendilerine yönelik iltifatları ‘retwit’ etmeleri tuhaf değil mi? Hemen her konuda görüş ileri sürmeleri ve hep aynı kesinlikte! Bir insan nasıl bu kadar çok konunun uzmanı olur? Neden bu denli keskin sözcükleri tercih eder? O insanların komşusu olduğunuzu düşünsenize. ‘Emekli albayların’ adı çıkmış! Koskoca insanlar karşısındakiyle eşit ilişki kurmamak için çırpınıyor. Hepsi demokratlığın kitabını yazdığı kanısında! Fakat hiçbiri ‘geri adım’ atmıyor. Dik duruyorlar eğilmiyorlar. Eminler. Her şeyden çok eminler. Ondan sonra, “Erdoğan nasıl on yedi yıldır yönetebiliyor?” Aa neden acaba?!

Yeri gelmişken, siyasetçilerin hali daha da tuhaf. Son aylarda Bahçeli’nin konuşmalarına takılıyorum. İçeriğine değil tahmin edebileceğiniz gibi! Üsluba. Benim vergimle ‘ulusu’ temsil görevini yerine getiren bir vekil, her konuşmasında milyonlarca seçmene demediğini bırakmıyor. Türkiye tarihinde başkaca ilginç dönemler de yaşandı, garip insanlar siyaset yaptı vesaire. Buna mukabil karşısındakine mütemadiyen hakaret eden biri herhalde ilk kez oluyor. Üstelik birkaç yıl öncesine dek, AKP’lilere de aynı tonda konuşuyordu. En son, parlamenter sistemi savunanlar için “Fetöcü” demiş. Ne acayip değil mi?! Öylece seyrediyoruz. Vergimizle sövgü işitiyoruz sabahtan akşama dek. İnsanın parasıyla rezil olması böyle bir şey muhtemelen! Ya da, yurttaş olamamak, işte tam da... Aynı kibir, aynı bağırtı çağırtı günlük yaşamın her anında var. Hoca cemaat ilişkisi.

“Suriyeliler” meselesinin tartışılma üslubuna bakın. Olup bitenin sorumlularına korkudan tek laf edemeyenler, sokaklarda sefil olmuş insanlarla uğraşıyor. Öyledir ama, kimi dolmuş şoförü yolcuya fırça atar, çevirme olduğunda pencereden polise yaltaklanır. Eh biraz önce kükrüyordun! O şirret herif nasıl bir dakikada ‘şeker kız Kendi’ oluverir? Her neyse... Milyonlarca insanın bir ülkeye sığınması elbette o ülke için sorundur. Konuyu eleştirel tonda dile getiren herkes ırkçı filan değil kuşkusuz. Fakat eğer konu hukuk ise, Suriyelilerin ‘hukuksal konumu’ hakkında konuşabilmek için, onların ‘hukuksal konumunu’ bilmek gerekmez mi?! Bu konuda çalışan insanların sözüne değer vermek? Hadi konunun teknik yanını bir yana bırakalım, kanlı canlı insanlar var karşımızda; bir gün her insanın ülkesini terk etmek zorunda kalabileceğini düşünmek, doğru olmaz mı? Viyana’da, Berlin’de kendisine ‘kara kafalı’ denilenler, Türkiye’de Suriyeli kovalıyor, kendi bayrağıyla fotoğraf çektirmek isteyen Kürt’e saldırıyor. Saldırıya uğrayan Kürt, sınır dışı ediliyor. Tosuncukların sırtı sıvazlanıyor. Hrant Dink’i katletmek için eline silah verilen tosunun takipçileri.

Peki, “Ben sınırların kalkmasından yanayım, Fransa’ya elimi kolumu sallayarak gitmek istiyorum, buradaki yabancıyla neden uğraşayım, toprak ve kültür babamın malı mı?” desem?! Ne salaklığım kalır, ne şuursuzluğum! Reel politika ulan, hiç mi duymadın, nerede yaşıyorsun sen, uzayda mı?! Evet, hepimiz reel politiğin ve dönemin ruhunun izin verdiği ölçüde düşünmeliyiz. Evet, her birimiz ulus devletlerin sınırlarını ilahi bir çizgi kabul etmeli ve başka bir dünyanın da mümkün olabileceğini düşlemeye dahi yeltenmemeliyiz. Evet, ‘düşünmek’ ve ‘dile getirmek’ karneyle olmalı. Tamam uzatmayacağım hakikaten, salaklığın alemi yok! Başka yazının konusu olsun.

Muhterem okur, ırkçılık, içinde yüksek dozda ‘kibir’ barındıran ve geçen yüzyılı kana bulamış bir baş belasıdır. Irkçılar ülke ve insan sevmez. Tarih boyunca tek marifetleri, kendi memleketlerinin mahvına sebep olmalarıdır. İstisnası yok. O kibir bir gün Suriyeliye, beriki gün Kürt’e, sonunda mutlaka sizlere, ‘seyredenlere’ yönelecektir. Yöneliyor da zaten. Biz yurttaşız, insanız ve birimiz diğerinden daha üstün ya da ayrıcalıklı değiliz. Bir siyasal sorunun can yakıcı insani boyutunun, yeni ırkçı girişimlere yol açmasına izin vermemek gerektiğini unutmayalım.

Yazının başında söz ettiğim temizlik işçisinin duygusu, horlanan yabancı, saldırıya uğrayan Kürt turist, taksicinin tafrası, polisin sıktığı gaz, katledilen kadın, sapık muamelesi yapılan eşcinsel, şiddet gören çocuklar... Aynı zincirin halkaları. O halkalar bir araya getirilirken ‘ucundan tutanlar,’ bizleriz...

Yazı önerisi: Selim Temo’nun yazısını, bir amatör köşe yazarı hasediyle, buraya bırakıyorum. Hâlâ okumayan varsa, kaçırmasın. Bir ‘kesim’ ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.