YAZARLAR

Konca, İstanbul Sözleşmesi tedbir kararları

AB sözleşmesi, bizim değerlerimize uymayan Batı yasaları gibi sözlerle, moda olduğu üzre yerli ve milli kaygılarla süsleniyor, sözleşmeye karşı çıkışlar. Dinden, örften, kültürden, medeniyetten dem vuruyorlar ama gerçekte o bilindik patriarkal reflekslerle itiraz ettikleri temel, kadının eşit ve özgür birey olarak hayattaki konumu.

Öyle berbat bir kuşatılmışlık duygusu sarmış halde ki, her gün sözleşmeyi yazmaz, konuşmazsam elimizden kayıp gidiverecekmiş endişesiyle doluyum. Olur ya hani bazen insan kendisini şöyle bir frenleyip sarsma ihtiyacıyla “yanılıyor olamaz mısın? Yok, canım o kadar da değil” avuntularına sığınır. Yine böyle anlardan birinde yakalandım Konca'nın bizden ve hayattan koparılış yıldönümünde. Karanlık doksanların, derin operasyon çukurlarından birine gömülerek üzerine beton dökülen Konca, hayattayken yaptığı gibi sarstı yine. “Olmaz ne demek, oldu bile hem de en acımasız, insanlık dışı haliyle oldu” derken buldum, kendimi. Hizbullahçı cani kuklaların ve onların ipini tutanların hedeflerinin aksine Konca hâlâ konuşuyor. Toplumun, kadınların beyin kıvrımlarında giderek çoğalan sorular oluşturmaya devam ediyor. Erkek şiddetiyle mücadele ve şiddeti önleme ilkelerine itiraz da, eşitliğe itiraz da kadınları hayattan kopararak üstlerine beton dökmek misali gelenek dayatması farklı bir şiddet mi, Koncamıza yapılandan?

Tekil örnek olarak, ibret-i nisvan niyetine katledilişi, kadınları, ibret alıp eşitlikçi, özgürlükçü “heva vü heves(!)” ile soluklanmaktan caydırmadı. Zira ki bireysel özgürlükler, Namık Kemal’den bu yana çoğumuzu tutuşturan o fert hürriyeti yine şairin diliyle “esir-i aşkı” olunca esaretten kurtaran bir tılsım. Yalnız şu var ki, o gün bugündür, kendilerini efendi sayan zevat, kişi hak ve hürriyetlerini anarken, “er kişi niyetine” konuşur. Girdiği her kalıbın içeriğini zehirleyerek kendi kimyasına dönüştüren o ataerki, zaten ne dinleri yutmuştu da ataların dinine dönüştürüp, peygamberlere zulmettirmişti. Allah kelamına farklı anlamlar yükletmişti erkek insanı ağzıyla. Ne insan hakları beyannamesi kalmıştı kirli nefesini üflemediği, ne proletarya devrimi.

Kadınlar geçmişten günümüze ataerkinin nefesini hissettikleri her yerde soruna teşhis koyup çözüm ürettiler. İstanbul Sözleşmesi de kadın emeğiyle üretilen bu çözümlerden birisi. Ve İstanbul Sözleşmesi'ne yönelen saldırının hedeflerinden birisi olan toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı, kalkınma planından çıkarıldığında sözleşme de risk altına girmiş olur. AB sözleşmesi, bizim değerlerimize uymayan Batı yasaları gibi sözlerle, moda olduğu üzre yerli ve milli kaygılarla süsleniyor, sözleşmeye karşı çıkışlar. Dinden, örften, kültürden, medeniyetten dem vuruyorlar ama gerçekte o bilindik patriarkal reflekslerle itiraz ettikleri temel, kadının eşit ve özgür birey olarak hayattaki konumu.

İstanbul Sözleşmesi'nin hazırlanmasına giden yolda Nahide Opuz davası kritik öneme sahip, Yani itiraz edenler müsterih olsunlar gayet de yerli ve milli bu sözleşme. Türkiye AİHM’de kadını korumadığı için mahkum olan ilk ülke başlıklı haberleri hatırlayanlar vardır. Bu mahkumiyetten sonra Türkiye’nin de kurucuları arasında yer aldığı Avrupa Konseyi nezdinde, şiddete karşı, üye ülkeler arasında ortak mücadele yöntemleri arayışı başladı. Türkiye’den temsilcilerin de yer aldığı uzun çalışmalar sonrası şekillenip, İstanbul’da imzaya açılmıştı sözleşme. Sadece faili cezalandıracak yasa maddeleriyle değil, şiddetle mücadeleyi önleyici ve koruyucu tedbir kararlarını da içeren şekilde bütünlüklü bir yapıya sahip. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi ve bu sözleşmeye dayalı 6284 sayılı şiddet yasası önleyici ve koruyucu tedbir kararlarını da içerir.

Günümüzde yasa ve sözleşmeye itiraz edenlerin toplumsal cinsiyet kavramının yanı sıra tepki gösterdikleri hükümlerden birisi bu tedbir kararları. Kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında şiddeti önleyici mahiyette verilen uzaklaştırma kararının aileyi parçaladığını söyleyen pek çok. Uzaklaştırma tedbir kararı nedeniyle “aile yıkan yasa” cümlesi gerçekte aile yerine “erkek” kelimesiyle okunduğunda durum daha net anlaşılır. Yıkılan, parçalanan, ne yapacağını bilemez hale gelen şiddet faili erkektir, uzaklaştırma tedbir kararı süresince. Ve maksat erkek için kendi eylemini gözden geçirip, şiddet uygulamaktan caymasını sağlamak. Hatasını anlarsa şiddet faili o yuva kurtulabilir. Aile için şiddetsiz bir yaşamı mümkün kılabilecek bir ihtimal bu karar. Ancak cinsiyet eşitliğine tahammülü olmayanlar, eşitsizliğin devamı için, erkek şiddetini besleme pahasına sözleşmeye, yasaya ve tedbir kararlarına itiraz ediyorlar.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.