YAZARLAR

Boşluğa dikilen fallik anıtlar

İtirafçılık, tıpkı bir metonimik bir karakter sergiliyor çünkü; yapısal tekrarlarla kendisini hayatın hemen her alanında üreten bir söz biçiminin temel yapısını teşkil ediyor artık ‘itirafçılık’. Ulus Baker’in tarif ettiği biçimiyle ‘sohbet’i baltalıyor bu durum; çünkü muhatabının hakikatini ondan iyi bildiği iddiasına sahip baştan. Ama bu iddia kendi başına yeterli değil; anıtlaştırılmalı!

Söz… Hatırlamanın bilinç düzeyinde gerçekleşmesini sağlayacak biricik aygıt… Geçmişin sözel bir temsilin içinde yeniden üretilmesiyle huzura kavuşabilen varlıklarız en nihayetinde. Çünkü rekabet halindeki söylemlerin özne aracılığıyla kesiştiği ve konuştuğu söylem yapısının bir yansımasıyız her birimiz. “Her birimiz, birtakım şeylerin gerçekleştiği bir tür kavşak durumundayız. Kavşaklar bütünüyle edilgindirler; orada bir şeyler olur. Bir başka yerde ise eşit derecede geçerli bir başka şey olur” diyordu Levi-Strauss. Eh, hegemonik üstünlük de bu başka yerlerdeki şeylerin eşit derecede geçerliliğinin görünmez kılınması, birtakım bilme biçimlerinin uyruklaştırılması değil midir bir bakıma?

Hakikatin mevcut gerçekliğin içindeki açığa çıkışına tanıklık eden ve onu bu gerçeklik adına bir zemine oturtan şey: ‘Şimdiki’ söz; şu andaki söz. Geçmişin, bir olayın tercih edildiği her kavşakta bir kenara bırakılmış olan güçlerine, bu gerçekliğin içinde tanıklık eden şey yalnızca sözdür. Geçmişin olumsallıklarına bir zorunluluk atfederek değil, olumsallıkları içinde onları yeniden düzenleyerek hatırlamak! İster kişisel ilişkilerimiz söz konusu olsun, isterse de kolektif bir fantezi, öteki her türlü hafıza rejimi, en nihayetinde bir kurucu mistikleştirmenin peşindedir. Hem onun peşine takılmıştır, onu izler ve hem de onu hedefler. Bir yerde bir kurucu mistikleştirme varsa, orada reel ya da simgesel bir fallik anıt da vardır. Zaten mesele de biraz kendi fallik anıtını dikeceği yerin arayışında olan özneyle ilgilidir. Özellikle de çağımızın narsistik öznesi…

Sözün havalanmasını, dalgalanmasını istemiyor bu özne; özneler arası bir alanı tanımıyor; bir acar dedektif gibi davranarak, söylenen şeyin değil, söylenmeyen şeyin peşine düşüyor, çünkü narsistik-fallik anıtını dikeceği boşluğu arıyor. İtiraf peşinde. İtirafçılık, tıpkı bir metonimik bir karakter sergiliyor çünkü; yapısal tekrarlarla kendisini hayatın hemen her alanında üreten bir söz biçiminin temel yapısını teşkil ediyor artık ‘itirafçılık’. Ulus Baker’in tarif ettiği biçimiyle ‘sohbet’i baltalıyor bu durum; çünkü muhatabının hakikatini ondan iyi bildiği iddiasına sahip baştan. Ama bu iddia kendi başına yeterli değil; anıtlaştırılmalı!

Sözün ötesindeki bir gerçekliğin arayışına giren bu özne, kelimenin kötücül anlamıyla bir çağrı tarafından harekete geçiriliyor. Kendi narsistik çağrısının ayartısına kapılarak, gerçekte narsistik bir kapanım içerisine giriyor; ancak özneler arasında mümkün olan bir şey olarak sözü başarısızlığa uğratıyor. Çünkü bu biçimiyle ‘çağrı’ en başından beri boşluğun, ötekinin ayartılması yönünde bir girişimin belirsiz boşluğunun çağrısıdır. Zaten özne, narsisizminin anıtını bu boşluğun üzerine diker. Öznenin boş sözüne bir karşılık vermek, sessizlikten daha ketleyici; çünkü narsistik çağrıyla açılan bu söyleme içkin bir ketleme söz konusu. Özne, imgesel içindeki bir inşa, kendi kendisinin bir inşasıdır; ama bunun anıtını dikeceği yer başkasındadır.

Bu anıt, öznenin şimdide olduğu şeyle değil, geçmişte olduğunu varsaydığı şeyle ilgilidir. Kendi geçmişini, olumsallığın değil zorunluluğun bir geçmişi olarak kurgulamasını sağlayan bir ‘ben’ serabıdır bu. Başkasına, başkasındaki boşluğa diktiği bu anıt, onun geçmişini amaçlı bir geçmişe dönüştürür. “Ben, yalnızca olabileceğim şeyi olmak için bu idim” diyor Lacan bu durumu tarif etmek için.

Bunu atlatmanın yolu, bir tür sürgün deneyimini (Edward Said’in sözcüğe yüklediği anlamda) üstlenmekten geçiyor biraz. Kendimiz dediğimiz şeye biraz yabancılaşmaktan geçiyor. Belki dışarıdan gelen biri gibi kendimize yaklaşmaktan… Ben dediğimiz şey her ne ise o şeye bir yabancı gibi bakmaktan, bakabilmekten… Kendi içimize bakış aracılığıyla değil, sanrılı bir algı pahasına da olsa dışımızda gerçekleşmelidir bu. Kendimizden sürgün olmak ve kendini algılama sıra dışı deneyiminden bir kereliğine bile olsa kendimizden başkası olarak geçmek… Yoksası, sözün boşluğunu kendi beniyle doldurma tehlikesidir.