YAZARLAR

Kötü bir hayat içinde iyi hayatlar

Krizlerden böyle böyle çıkılacak. Judith Butler’ın sözünü ettiği gibi, “Kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmek” de böyle mümkün olacak. Bizler başaracağız bunu. Ahlakçı ahlaksızlar ve Madımak katilleri değil.

Birkaç günlüğüne Datça’daydım. Biliyorsunuz “Yolculuğa çıkanın anlatacakları vardır.” Bu atasözünü bize Walter Benjamin “Hikaye Anlatıcısı” başlıklı yazısında hatırlatır. Döndüğüme göre, dilimin döndüğünce hikaye borcumu da yerine getireyim. Tabii ki hikaye ve borç deyince, Benjamin’in yazısındaki şu sözleri de hatırlamamak olmaz. “Ölüm, hikâye anlatıcısının anlatabileceği her şeyin teminatıdır. Hikayeci, yetkisini ölümden ödünç almıştır.”

Dönüş yolculuğum 2 Temmuz’a denk gelince, doğal ölüm imkanları Madımak’ta ellerinden nefretle alınmış, yaşayacakları, anlatacakları ve dinleyecekleri hikayeler alçakça çalınmış o güzel insanlarla sürdü yolculuk. Korkunç katliamın nasıl zalimce planlandığını, içlerinde şiirin, müziğin ve her haliyle dünyanın uçsuz bucaksız ırmaklar gibi çağıldadığı onca hayatın ısrarlı ve saatlerce engellenmeyen bir hunharlıkla nasıl sona erdirildiğini de sosyal medyadan yeniden okudum. Okuduğumuz her tanıklık 26 yıldır tekrar tekrar dehşete düşürüyor bizi...

2 Temmuz 1993’te akşam saatlerinde yaşanan bu katliamı ben ertesi gün Hint asıllı, Singapurlu bir arkadaşımdan duymuştum. Japonya’da öğrenciydim o sene. Ders sonrasında koridorda karşılaştığım Siddartha, “Türkiye’de dinciler bir otel dolusu insanı, şair, yazar, müzisyen, genç, yaşlı demeden ateşe vermişler, yakmışlar!” demişti dehşet içinde. Katliam haberine CNN televizyonunu izlerken denk gelmiş. Cep telefonu ya da internet olmadığından, ankesörlü telefondan Türkiye’yi arayıp ne olduğunu tam anlayıncaya dek epeyce zaman geçmişti. O anki kaygımı, üzüntümü, yaşadığım dehşet ve utanç duygusunu anlatabilmemin imkanı yok...

Kısacası yolculuk, hikaye, hayat ve ölümün iç içeliğini Ankara Datça otobüsünde düşüne düşüne on iki saat geçirdim. Bir Behçet Aysan şiirine takılıp kaldım bir süre; “yanık otlar gibi / sen bu şiiri okurken / ben belki başka bir şehirde /ölürüm”.

Metin Altıok’tan ve her şeyden “Geriye Kalan”ı okudum tekrar tekrar... “Geriye ben kaldım işte. / Yalan olur sevmedim dersem; /Ama yolcu yolunda gerek. / Ey ömrümün uğuldayan durağı; / Yanlış hesaptan dönerek, /Benli günlerini sil istersen. /Geriye sen kaldın işte.”

Geriye biz kaldık işte...

Datça seyahatine dönelim. Yola çıkarken asansörde Rus komşumuzla karşılaşmıştım. Datça’ya gittiğimi öğrenince, “Daça” diye tekrar ederek, şehrin adının kendisine bu Rusça sözcüğü çağrıştırdığını söylemişti. Asansörden inerken “İyi Daçalar...” demişti, gülüşmüştük. Dönüş yolunda bunu da hatırladım. Böyle, hikayesiz başlayıp biten bir sohbet gidişatı düzeyi de var. Sosyal karşılaşmalara ait bir düzey. Fakat isterseniz onları da –şimdi benim yaptığım gibi- hikayenize katmaya mani olan bir şey yok.

Hikaye demişken, Datça otobüsünün 18 yaşındaki muavini var esas. Giderken de dönerken de aynı muavine denk geldim. Dönüşte ön sırada oturduğumdan bir film karakteriyle, belki de geleceğin Cumhurbaşkanıyla karşı karşıya olduğumu düşündüm neredeyse. Bir özgüven patlaması halinde konuşup duruyor. Fakat Cumhurbaşkanı olma ihtimalini epeyce tehlikeye düşüren bir sevimliliği de var keratanın. Çünkü onların sevimlisine bizde çok rastlanmıyor.

Genç muavin yanına oturduğu ve yeni tanıştığını anladığım şoföre yolculuk süresince aralıksız bir şeyler anlatıyor. Alıyor, satıyor, birilerinin ağzının payını veriyor, hayatından def ediyor vs. vs. Bitmeyen hikayeler... Yüzünden eksilmeyen bir gülümsemeyle konuşup duruyor. Konuşurken ara ara şoförün sırtına ya da koluna gülerek dokunuyor. Şaşkınlık verici bir rahatlık, neredeyse flörtöz bir hâl. Otobüsü sırayla kullanan şoförlerin ikisi de ağır ve babacan adamlar. Gözlerini yoldan ayırmadan, anlayışla ve sabırla dinliyorlar.

Muavinimiz arada da babasını arıyor iki kez. Her şey naklen. Ben zaten beş numaralı koltuktayım. Kelime kaçırmam mümkün değil. Babaya gece Ankara’ya vardığında kendisini metro çıkışından alması karşılığında birlikte iki bira içmeyi teklif ediyor. Bir kez de dayısı ve teyzesiyle konuşuyor. Önce teyzeyle konuşup, sonra dayıyı istiyor telefona. Mütemadiyen devam eden bir “eril” performans. Hafif gıcık buluyorum. Kendinden menkul bir özgüvenle saçından tırnağına donanmış gibi görünen bu sosyopatinin onun gibi kişileri getirdiği, getirebileceği mevkileri düşünüyorum.

Sonra birden, “Abi Kızılbaş ne demek?” diye soruveriyor. Şoför sohbetin gidişatından beklemediği bu soruyu birkaç saniyelik sessizlikle karşılıyor. Sonra “Alevileri kast ediyor” diyor. “Onu biliyorum da niye ‘Kızılbaş’ diyorlar?” diye soruyor bu sefer. Şoför “Bir savaşta başlarına kırmızı başlık takmışlar galiba, öyle bir şey var” diyor. “Ben de öyle biliyorum ama teyit etmek istedim. Yani ‘kızılbaş’ deyince kötü bir şey gibi geliyor ama bu kırmızı başlık işi kötü bir şey değil” diyor. “Teyit edip” kapatıyor konuyu. Şoför “kötü değil” deyip başını sallıyor. Konuşma satırı satırına böyle gerçekleşiyor. Arabanın ön kısmında gazeteler var. Orada bir şey mi gördü, 2 Temmuz olmasaydı da sorar mıydı bu soruyu, hiç bilemiyorum.

Fakat bu noktadan sonra ne olduysa oluyor ve karakterimizin içinden bir bambaşkalık hâli çıkıyor. Sakin, kendi halinde, samimi bir gülümseme ve yaşına uygun bir gündemle konuşan başka bir hâl geliyor üzerine. Şoföre babasının iyi bir adam olduğunu söylüyor ve sadece 43 yaşında olduğunu ekliyor. Şoför şaşkınlıkla, “Sen kaç yaşındasın peki” diye soruyor. “18, birkaç gün önce girdim 18’e” diyor. Bir aydır çalışıyormuş bu firmada, bir yandan da Açık Öğretim’e başlayacağını anlatıyor. Açık Öğretim’in nasıl olduğunu pek anlamadığını söyleyen şoföre, “İşte aynı üniversite gibi, hiçbir farkı yok, benim gibi çalışanlar için” diyor. “Evde ders dinliyorsun, evde çalışıyorsun. Tek farkı bu” diyor. Sohbetin bu aşamasında olayın tüm mahiyeti değişiyor benim için.

O büyüklenmeci, patlama halindeki özgüveniyle dur durak bilmeden konuşan gencin yerini, çocukluktan henüz çıkmış, yolların ve şoförlerin geniş dünyasında zarar görmeksizin tutunmaya çalışan, korunmasız ve kırılgan bir insan yavrusu alıyor. Can yeleğini giymiş, botunu şişirmiş, azgın sulardan, dalgalardan ve köpekbalıklarından korumaya çalışıyor hayatını... İçim burkuluyor. “Bir aydır çalışıyorum, mola yerlerinde hiç yolcu unutmadım. Hiiiç...” diyor övünerek. “Unutursan maaştan 50 lira kesiliyormuş” diyor. Ah güzel çocuk... Bu yazıyı okuyan hiç kimse lütfen mola yerlerinde kendini unutturmasın. Zaten küçücük maaşları var bu çocukların...

Bu sabah yolculuk, hikaye ve ölüm döngüsü zihnimde böyle dolaşır halde ne yazacağımı düşünerek bilgisayarımı açtığımda da, Küçük İskender’in göçüp gittiği haberini gördüm ilk olarak. Küçük İskender... Sözün bu kısmını o bağlasın: “Anlamadım. Ben mi iyileşmemiş yarayım, herkes mi keskin bıçak? Sormadım. Sadece kanadım…”

Datça’ya dönersek, orada “Türkiye’nin cinsiyet krizi”ni konuştuk. Gazete Duvar’ın Mülkiyeliler Birliği Datça Şubesi ile birlikte sürdürdüğü söyleşi dizisinin ikincisiydi. Kaos GL dergisi genel yayın yönetmeni, LGBTİ+ hakları aktivisti Aylime Aslı Demir ile birlikte davet edilmiştik. Temmuz sıcaklarını karşılamak üzere olduğumuz o gün, beklemediğimiz sayıda katılımcı vardı salonda. İlgiyle ve merakla dinlediler. Konuşmayı derinleştirebileceğimiz en güzel soruları sordular. Toplantının kolaylaştırıcılığını bu söyleşi dizisini de organize eden siyaset bilimci Ayhan Yalçınkaya yaptı.

Öyle anlaşılıyor ki Datça’da, hayatın bu uzak cennet köşesinde, kendini dönüştürmekle bağını güçlü tutmaktan hiç vazgeçmemiş, genişçe bir topluluk var. Okuryazar, çevreci, toplum adlı “maalesef büyük aile”ye çeşitli şekillerde, “Benden vazgeçme” diye seslenen LGBTİ+, Aleviler, Kürtler, Suriyeliler ya da diğer göçmenler gibi şiddet ve yaralanma karşısında daha korumasız olan kesimlerin yanında durmakta kararlı bir nüfus. İnsana çok iyi geliyor. Üstelik evlerden ve sokak aralarından dört bir yanınıza sıklamen, begonvil çiçekleri, deniz ve kediler saçılıyor... İyi gelmesin mi?

Ama KHK’larla atılmış, ama ibişeyazmış üniversite yönetici kadroları ve üniversite niteliğini yitirmiş ortamlar yüzünden erken emekliliğe zorlanmış arkadaşlarımız da Datça’da bu güzel toplulukla buluşmuş. Çok daha güzel şeyler Datça’yı bekliyor bence.

Bu krizlerden böyle böyle çıkılacak. Judith Butler’ın sözünü ettiği gibi, “Kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmek” de böyle mümkün olacak. Bizler başaracağız bunu. Ahlakçı ahlaksızlar ve Madımak katilleri değil.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.