YAZARLAR

Kadının sesi yok!

Geçen pazar günü sonunda bir mucize oluverecekmiş gibi biri moderatör, ikisi İstanbul seçimleri için yarışan aday üç erkeğe sabitlendi bakışlarımız. Üç erkekten moderatör olanı, kentin sakinlerinden bazılarının kadın olduğunu hatırlamış olacak ki adayların kadınlar için ne yapacaklarını sordu. Sonuç: Zavallı bir durumdayız.

Gazete Duvar gibi bir mecrada haftada bir, iki satır karalayan bencileyin birinin okurlarıyla dertleşmesi mümkün müdür? Haydi dertleşme demeyelim, aklını kurcalayan soruları sıralasa olur mu? Yoksa her hafta, ülkenin boyumuzu aşan sorunlarıyla ilgili büyük büyük, akıllı uslu değerlendirmeler yazmak mı gerekir? Bu sayfadan hep aklı eşlikçi tutup herkese dudak ısırtacak çözümlemeler üretmek midir yazarlığa soyunanın işi? Sahi o kadar akıllı mıdır ki akıl vermektedir? Akıl, hele de bu kadar erilken “kadın” bir yazar, aklın dilini kolayca sahiplenebilir mi? Peki kendi dilini yaratabilir mi? Kadın konuşabilir mi? Konuşursa duyan olur mu? Kadınlar çok konuşur safsatasını bırakın bir kenara, kadın “gerçekten” konuşabilir mi? Kadının ağzından havaya savrulan sesler işitilmezse anlam oluşur mu? Söz kadına ait olabilir mi? Peki yazı, yazı kadına ait olabilir mi? Beyaz kağıt üzerine karalanan harf denilen o lekeler bir kadının kaleminden çıkmışsa anlamlı sözcüklere dönüşebilir mi? Kadın yazarken o sözcüklere kadınca bir karakter yükleyebilir mi? Cevabı bilen beri gelsin, ama lütfen erkekler şöyle birkaç adım geri dursun, az sussun. Öyle çok konuşuyorlar ki bu kez de açmayıversinler o kapanmak bilmeyen ağızlarını. Bir şeycik olmaz merak etmesinler. Eksilmezler.

Babam, annem ölüm döşeğindeyken ona elbette kendisine ait olan, ama annemin de sahiplendiğini sandığı anılarını bıkıp usanmadan anlatıyordu. Niyeti iyiydi elbette ama o anılar annemi içermediği gibi, annemin değildi. Annem bıkkınlıkla karşılıyordu her anıyı: “Yeter artık, sus ne olur!” Bu söz, babamın sert tepkilerine neden oluyordu. Sözü terk etmek, susmak babam için ölüme denkti. Oysa annem suskundu, epeydir suskundu. Konuşmuyordu, anlatmıyordu. Belki de hiç “gerçekten” konuşamamıştı. Öldükten sonra mektuplarını buldum. Bir teneke kutu içine saklamış. Hayatı önüme açılıverdi. Bilmiyordum. Annemi tanımıyordum. Gönderilmemiş mektuplar, şiirler… Kendini duyuramamış olanın sığındığı yazı… Kimsenin okumadığı, okuyamayacağı karalamalar… Söz kime ait gerçekten?

Şu siyaset sahnesine bakın bir. Bıkmadınız mı takım elbiseli, tıraşlı, bıyıklı, somurtuk, hepsi aynı yontucunun eseri erkek veya tayyörlü, gömlekleri boyunlarına kadar iliklenmiş, saçları kalıp gibi yüzlerini çevreleyen, ancak annelik vasfıyla kadınlıklarını hatırlayan erkeksilerden? Ellerinde terlik, önüne çıkana haddini bildirmeye çıkmış gibi değil mi çoğu?

Onlar konuşuyor, biz dinliyoruz. Onlar gerçeklik alanını yeniden tarif ediyor, yalanla doğru arasındaki kaypak sınırı işlerine geldiği gibi inşa ediyor; biz izliyoruz. Kadınca tek söz duymadan ama kadının sözünü arama ihtiyacı bile duymadan gözlerimiz onlara dikili, kulaklarımız erkeksi sesleri ayırt etmeye alışık bakıyoruz, bakıyoruz, bakıyoruz…

Geçen pazar günü de sonunda bir mucize oluverecekmiş gibi biri moderatör, ikisi İstanbul seçimleri için yarışan aday üç erkeğe sabitlendi bakışlarımız. Üç erkekten moderatör olanı, kentin sakinlerinden bazılarının kadın olduğunu hatırlamış olacak ki adayların kadınlar için ne yapacaklarını sordu. Sonuç: Zavallı bir durumdayız. Her iki adayın da, aralarında farklar olsa da, kadınların en büyük sorununun kreş olduğunu sandığını anladık. Türkiye’de 1960'ların ikinci yarısında sendikalaşma mücadeleleri sırasında ilk kez dillendirilen kreş sorununun aradan geçen elli küsur yılda çözülememiş olduğuna mı yansak, anne değilse kadının sorunu olmayacağını sanan siyasetçilerin yönetmeye talip oldukları bir kentte yaşayacak kadınlara mı üzülsek, yoksa bu kadınlar adına konuşma halinin kendisine mi? Kamusal alanı tamamen kadınsız düşleyen bir zihniyetle hiç değilse kadının çalışma hayatına katılımını sağlamak için kreş sayısını arttırmayı önemseyen ama bununla yetinen bir zihniyet arasında yapacak İstanbul’un kadınları tercihlerini. Çok yazık…

Söz ne zaman kadının, söz ne zaman sesi duyulamayanın olur ancak o zaman “politika” başlayabilir. Ancak o zaman demokrasi düşmanlığının sona ermesi için bir umudumuz olabilir.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.