YAZARLAR

Hakikat ve haysiyet

Aklıma ister istemez Kürt Sorunu geliyor. Eskiden insanların hakikati bilmedikleri için böyle inandıklarını, düşündüklerini söylerdik. Şahsen pek çok kişisel konuşmada söylemişliğim var bunu: “Ama gerçekte neler olup bittiğini bilmiyorsunuz!” Eh, artık her şey herkesin gözleri önünde olup bitiyor.

Hakikat utandırıyor bizi Albayım. Yine de dayanamıyor kimimiz. Peşine düşüyor. Bu defa başkaları, utanmamak için, hadi diyelim haysiyetlerini korumak için, değilse bile en azından korunamamış bu şeyin bilgisine sahip olmamak için hayatı zindan etmeye başlıyorlar. Oyunlar o zaman başlıyor Albayım. Devasa bir yalan-yerdir Orta Asya’nın bağrından kopup da Avrupa’ya bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket. Bazıları ona yalan içinde oyunla yanıt verirler; başka bir şey gelmez ellerinden. Çünkü hakikat utandırmaktadır buranın insanlarını. İnsanlar utanmamak için ölürler de öldürürler de. Devletimiz de sağ olsun, canım insanlarımız utanmasınlar diye elinden geleni yapmaktadır.

Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’nde “Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak. Kasabanın ileri gelenleri için genç adamı öldürtmek çok kolaydı. Gene de, saçma da olsa, tek başına bir şeyler yapılabileceği sanısını veriyordu; insan katılıyordu bu yalana” diyordu. Ozan’la laflıyoruz. “Bizim bir post-truth çağımız bile yok. Hakikat pek de adımını atamamış içeri, ne yazık” diyorum. Biz her şeyi inkâr ederiz; o kadar ki artık ortada ‘biz’ diye bir şey kalmaz. “Kiiiiimmmm? Benn?” deriz mesela. İ’yi uzatır da e’yi kısa keser, hemen m’den n’ye geçeriz Albayım. “Ben” demenin tek yolu onu inkâr etmektir bir bakıma.

Post-truth sözcüğünü ilk olarak Steve Tesich kullanmış 1992’de. Cumhuriyetçi Parti'nin adayı olarak iki dönem ABD başkanlığı yapan Richard Nixon’ın da dâhil olduğu Watergate Skandalı'nın (bizzat başkanın bilgisi ve izniyle, yasa dışı bir şekilde Demokrat Parti'nin merkezine dinleme cihazlarının yerleştirilmeye çalışılmasıyla ortaya çıkan skandal) Cumhuriyetçi erdemleri nasıl da ortadan kaldırdığı üzerine çok güçlü bir argümanı işlediği “Yalanlar Yönetimi” başlıklı yazısında. Tesich, söz konusu yazıda, Watergate Skandalı'nın Birleşik Devletler toplumunu derin bir utanca sürüklemiş olduğunu belirterek şunu söylüyordu: “Hakikati kötü haberlerle eşitlemeye yöneldik ve artık daha fazla kötü haber istemiyorduk, ne kadar doğru ve ulusumuzun sıhhati açısından ne kadar hayati olursa olsun. Bizi hakikatten koruması için dönüp devletimize bakmaya başladık.” Ne garip diyorum! Demek insanlar bir anksiyeteye savrulduklarında devreye girmiş Devlet Baba. İnsanlar artık utanç duymamak için çağırmışlar onu. İnsan karşılaştırma yapmaktan alıkoyamıyor kendisini.

Tesich, Nixon’ın yarattığı utançla başlayan hakikat arzusu kaybının, Ronald Reagan’ın, başkanlığı dönemindeki Körfez gerilimi sırasında Amerikan kamuoyuna söylediği yalanların bizzat bu kamuoyu tarafından arzulanan şeyler halini almasına yol açtığını belirtiyordu. “Başkan Reagan doğru bir biçimde kamuoyunun hakikati bilmeyi gerçekten istemediğini algıladı. Böylelikle bize yalan söyledi, fakat bu konuda çok çabalamasına da gerek yoktu.” Demek öncekiler çabalıyorlarmış. İnsan yine karşılaştırma yapmaktan alıkoyamıyor kendisini. “Basra Körfezi'ndeki savaş başladığında, basının bu meseleyi sansürlemesini yalnızca benimsemekle kalmadık; aynı zamanda vatanperver bir hararetle de kucakladık bunu. Devletimiz neyi görmemizi istiyorsa onu görecektik ve bunda yanlış bir şey de görmüyorduk. Devletimiz bizi gözetiyordu” diyor Tesich. Bir devlet, kendi halkını hakikatten koruyor yani. Bakın Albayım, biz bunu en başından beri başarmış bir ecdadın torunlarıyız. Bu konuda da birinciliği kimseye kaptırmamışız.

Tesich, Birinci Bush yönetimi döneminde, Irak Büyükelçisi April Glaspie’nin diplomatik yazışmaları üzerindeki gizliliğin kaldırılmasını da iktidarın artık hakikatten korkmadığı biçiminde yorumluyor. Hakikate yönelik arzu öylesine zayıflamıştır ki hakikatin artık halk üzerinde pek de etkisi olmayacaktır. Tesich’e göre korkunç olan şey, bu durumun insanları haysiyetleri ile hakikat arasında bir tercihe zorlaması. “Yönetim’in bizlere mesajı şuydu: Sizlere şanlı bir zafer verdik; kendinize olan saygınızı sizlere geri verdik. İşte hakikat! Hangisini tercih edersiniz? Bunun içerimleri insanı dehşete düşürüyor. Bize hakikate ve öz-saygıya aynı anda sahip olamayacağımız söyleniyor. Seçmek zorundayız. Biri diğerini dışlıyor” diyor. E aklıma ister istemez Kürt Sorunu geliyor. Eskiden insanların hakikati bilmedikleri için böyle inandıklarını, düşündüklerini söylerdik. Şahsen pek çok kişisel konuşmada söylemişliğim var bunu: “Ama gerçekte neler olup bittiğini bilmiyorsunuz!” Eh, artık her şey herkesin gözleri önünde olup bitiyor. Tesich nasıl etkileyici bir zekâymış: “Şimdiye kadar bütün diktatörler hakikati bastırmak için epey çalışmak zorundaydılar. Bizler, bunun artık gerekli olmadığını, önemi ve değeri ne olursa olsun her türlü hakikati erozyona uğratabilecek ruhsal mekanizmalar geliştirmiş olduğumuzu bizzat kendi edimlerimizle söylüyoruz. Özgür insanlar olarak bizler, son derece köklü bir yoldan, post-truth bir dünyada yaşamak istediğimize özgürce karar verdik.”

Albayım, kızma bana, ama biz bu kararla insanlık ailesine dâhil olmuşuz en baştan. Hakikat en başından beri bizi utandıran bir şey olmuş. Devletimiz de gereğini yapmış.