YAZARLAR

Bayramda aile saadeti

Kutsiyet atfettiğimiz kurumların iktidarını sorgulanmaz kılıyor, böylece o baskıcı zihniyetin değirmenine su taşıyoruz. Toplumun bir alt çekirdeği olan ailenin kendi bütünlüğünü muhafaza etmesi, iktidarların da bütünlüğünü ve kişilerin erk sahibi yapılar karşısındaki itaatini sağlayacaktır.

Bayramı aile yanında geçirenlere geçmiş olsun mu desem, Allah tekrar kavuştursun mu desem bilemedim. Netameli bir konu. Ama her ne oluyorsa kolay değil. Kavuşmanın, birlikte vakit geçirmenin zorluğu başka, ayrılmanın zorluğu başka…

Aslında aklımda bu konuya dair yazmak yokken Twitter'daki o caps'i görünce işler değişti, aşağıya da iliştiriyorum.

.

Bu görsel, -eğer ailenizle birlikte yaşamıyorsanız- özellikle özel günlerde “aile yanında neler oluyor” sorusunu zihnime düşürdü. Ardından başka sorular da geldi: Aile kişiyi bozar mı, geriletir mi, terapistle pişirilen aşa su mu katar? Aile yanına büyük özlemlerle gidip dokuz günlük tatili hep beraber geçireceğinizi iple çekerken ikinci gün neden basmaya başlar? Peki ya, aile gerçekten kutsal mıdır?

Bayramlarda seyranlarda aile yanındaysak özellikle çocukluğumuzun geçtiği olay mahalline geri döneriz sanki. Ve o olay mahalli hayat bilgisi kitaplarında resmedildiği gibi bize her zaman sıcak bir yuva, özlemle yad edilen çocukluk anıları sunmayabilir. İlişkisizliğin ve iletişimsizliğin içimize işletildiği yer olmaya da pekala adaydır. Geçti gitti sandığınız duygular, anılar gelir yakanıza yapışıverir. Ah yıllarca terapistlere boşuna mı para döktünüz! Öyle her zaman uzanıp kendi yanaklarınızdan filan da öpemezsiniz, başınızı da okşayamazsınız, şefkat tuşunuz çalışmayabilir. İçinizden çeşitli suçluluk duyguları, hoyrat hisler yükselebilir. E hani ama geçmişti tüm bunlar!

Elbette tablo her zaman bu kadar vahim değildir, örneğin hiç geçmeyeceğini sandığınız şeylerin üzerinde yeller esebilir, büyük tepkiler verdiğiniz olaylara bakış açınız çoktan değişmiş olabilir.

Eğer kendi üzerinize düşünmeye eğilimli biriyseniz aileyle geçirilen uzun vakitlerde özellikle anne-baba-kardeş ilişkilerini gözlemlemek, size geçmişte yapılan hataları tekrar tekrar görmek ve -cesaretiniz varsa- kendi ilişki paternlerinizle yüzleşmek epey zorlayıcı olabilir.

Büyükanne/büyükbaba gibi bir üst kuşak devreye girdiğinde ise annenizin/babanızın neden öyle olduğunu bir nebze de olsa anlama fırsatını bulabilirsiniz. Kuşaktan kuşağa aktarılan travmalar, mağduriyetler, davranış kalıpları dikkatli gözlerin önüne serilecektir böyle günlerde. Aile üyelerinin yıllar içinde ömürlerini tükettikleri mi yoksa 'ürettikleri' mi sorusunun cevabı bizi yine kendi varoluşsal patikalarımıza sokabilir. Velhasıl bayramlarda seyranlarda aile tarihimizle bireysel tarihimiz arasında mekik dokumaktan sanırım biraz yorgun düşeriz. Bu yorgunluk malzemesi psikoterapi seanslarında kişinin kendisine, duygularına temas etmesi açısından ne çok işe yarar.

Kaybettiğimiz kişiler, kaybettiğimiz duygular özel günlerde daha bir gözümüze çarpar. Tutulmamış yaslar oradan buradan sarkar da, içimize çöken ağırlık hissiyle bir başımıza kalırız. Bazen de değişimin hoyratlığı altında eziliriz. Söz gelimi üç sene önce babaannenizle yemek tarifi konuşuyorken o artık isminizi dahi hatırlamıyordur. Geçen yıl babanızla kahve içerken o artık bu hayatta değildir.

Bu aile toplaşmaları hele ki arada sırada oluyorsa yani mesafelenip tekrar yaklaşıyorsanız yaşam-ölüm-yaşam döngüsünü yüzümüze çarpar. Yaşam-ölüm-yaşam doğasının bir parçası da bozulmalar, onarmalar, yeniden bozulmalar, yeniden onarmalardan oluşur. Bu döngünün raconuna “oldum”, “bittim”, “hallettim” kelimeleri de oldukça ters düşer.

Yazının başında sözü geçen görsele dönecek olursam evet aile birçok şeyi tetikleyebilir, psikoterapi sürecinizde bunları çalışabilirsiniz. Tekrar tekrar da çalışabilirsiniz, kapattığınızı sandığınız defterleri tekrar açabilirsiniz. Çünkü hayatımızın her döneminde rollerimiz değiştikçe, krizler atlattıkça, yaş aldıkça daha doğrusu yaşadıkça yumuşak karnımız, zonklayan dişlerimiz de yer değiştirir. Şiddetleri de aynı olmaz. Yani, “bu su hiç durmaz”. Ve bunlar hep yaşama, yaşamaya dair şeylerdir, bunların sonunun gelmesi bana kalırsa ölümle eşdeğerdir.

“Aile” dediğimiz çok yönlü bir müessese; yara oluşturabilir, yaraları deşebilir, yaralara merhem de olabilir. Peki bu kurumun kutsallığı nerededir?

Doğduktan okul çağına gelene dek bizi şekillendiren, ruhumuzu dokuyan unsurlar aileden geliyor. Ailemiz ilkokul kitaplarındaki gibi sıcak bir yuva sunuyorsa, sıkı, derin bağlar kuran ebeveynlerimiz varsa gelecekteki ilişkilerimize de olumlu bir etkisi oluyor ailenin. Peki ama çoğunlukla nasıl? Hayat bilgisi kitaplarındaki gibi toz pembe mi? Maalesef çoğunlukla tam aksi. Ve daha üzücü olan da şu ki, ailedeki iletişimsizlik veya ilişkisizlik dış dünyada, okulda, mahallede ya da toplumda karşılaştığımız başka mekanlarda yaşanan olumsuz deneyimlerden çok daha derin izler bırakıyor. Aileye “dış kapının mandalı” muamelesi yapamıyoruz. Tüm aile fertleri bizim iç dünyamızda önemli yerleri temsil ediyor. Dolayısıyla bu kişilerle aramızda yaşanan sorunlu ilişki bizde bazı yaralar açıyor. Eğer üzerinde düşünüp çalışmaz isek diğer ilişkilerimizi de büyük ölçüde etkileyip bize adeta bir yazgı tayin ediyor.

Oysa ne tuhaf ki bize belletilmek istenen şey bambaşka. “Aile kutsaldır” düsturuyla büyütülüyoruz. Başımızı ne tarafa çevirsek bu sloganla karşılaşıyoruz. Aile kavramına bu denli kutsallık atfedilmesi ve kurumsallaştırılması meselenin trajik boyutu. Kutsallık atfedilmezse aile içerisinde mayalanan her türlü delilik nasıl meşrulaştırılabilir ki…

Aile karşıtı değilim fakat aile de dahil olmak üzere herhangi bir kuruma ya da topluluğa kutsiyet atfedilmesiyle ilgili derdim var.

Bir şey çok fazla yüceltiliyorsa orada bir durup düşünmek gerek. Acaba üstünün kapatılması gereken bir kabahat mi var?

Kutsallık, aile sistemini daha otoriter ve yıkılmaz kılmaya hizmet etmekten başka ne işe yarar? Kutsiyet atfettiğimiz kurumların iktidarını sorgulanmaz kılıyor, böylece o baskıcı zihniyetin değirmenine su taşıyoruz. Toplumun bir alt çekirdeği olan ailenin kendi bütünlüğünü muhafaza etmesi, iktidarların da bütünlüğünü ve kişilerin erk sahibi yapılar karşısındaki itaatini sağlayacaktır.

Bu bağlamda “aile saadeti”nin de çoğu zaman bir fanteziden ibaret olduğunu söylemek gerek. Ailenin kutsallığına(!) saadet yoluyla anlam katma çabası.

Oysa ailelerin değil olsa olsa bireylerin saadeti olabilir. Ve evet, bu durum aile de dahil tüm sistemleri etkiler.

Peki aile içerisinde bireyin saadeti ne ölçüde mümkündür?

İlişkilenmek ve ilişmek aynı kelime kökünden gelseler de farklı durumları ifade ediyorlar.

İlişmek, dışarıda yaşanan yüzeysel bir eylemi işaret ediyor daha çok. Gözünüz ilişir mesela. Geçerken uğramak gibi bir şeydir bu.

İlişkilenmek ise hem dışarıdan hem de içeriden bağ kurabilmeyi ve daha derin bir eylemi yansıtır.

Bireyler “aile” kavramına gerek toplum baskısı gerek yalnızlık korkusu gerek maddi/manevi bir güvence arama nedeniyle “ilişebiliyorlar”.

İliştikleri yan, ailenin çoğu zaman “kurumsal” tarafı oluyor. Bir sığınak inşası gibi. Güçlü bir yapıya sırtını yaslamak güven verici ne de olsa.

Ancak o sığınak, eğer kişiler birbirleriyle duygusal olarak ilişkilenmezse, birbirlerinin birliktelik ve bireysellik ihtiyaçlarını karşılamazsa, kollanmaya, dayanışmaya kapalı bir hale gelirse hapishaneye dönüşüyor.

Birbirini kollamak ve dayanışmadan anladığımız çoğunlukla ötekine müdahale etmek oluyor.

“Ben daha iyi bilirim”ler, “sen burada yanlış yapıyorsun”lar vs…

Bu ise duygusal istismarın başladığı yer. Ötekinin benliğini yok saymak, kendi düşüncesini karşı tarafa dayatmak, karşıdaki kişide suçluluk, değersizlik duyguları yaratmak bir tür istismar çünkü.

Travma sadece depremle, yangınla, savaşla veya cinsel tacizle, ölümle karakterize değildir. İstismar ve ihmal de travmadır. Etkilenme düzeyi kişiden kişiye göre değişir. İnsanı epey yaralayabilir ve kişi fiziksel olarak hayatta olsa bile duygusal olarak yaşamla bağının kopmasına sebep olabilir. Bu durum da kişiyi mutsuzluğa, depresyona, hatta intihara kadar sürükleyebilir.

Her türlü ilişkide birbirini kollama hali; yaşamdaki sayısız yüke, sorumluluğa, acıya, umutsuzluğa karşı kişilerin bağışıklıklarını güçlendirme ve hayatı her yönüyle kucaklayabilme çabası gibi gelir bana.

İşte bunun sağlanabildiği noktada sanıyorum bireyin “yeterince” saadeti mümkündür. Elbette sonra ailenin, sonra da toplumun…


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.