YAZARLAR

Pontusluyuz, Pontuslusunuz, Pontuslular

Politik alanda var olabilmenin koşulu, politik tahayyüller yerine kimlikler olunca karşılaşmalar sert, toplumsal alan kutuplaşmış hale geliyor. Demokratik talepler popülerleşemiyor. Neredeyse kapalı sayılabilecek grupların, toplulukların kendine özgü hak mücadelelerini eklemleyecek politik momentler oluşamıyor.

İstanbul’da seçimlerin yenilenmesine şunun şurasında 16 gün kaldı. Ortalığa saçılan bilumum iktidar temsilcisinin diline Ekrem İmamoğlu’nun “Pontusluluğunun” pelesenk olduğuna bakılırsa İstanbul’u kazanmak uğruna politika düşmanlığı her zamanki gibi işe koşulmuş görünüyor. Anadolu topraklarının kadim etnik çeşitliliğinin aynılaştırıcı bir milliyetçi/ ırkçı mantığa feda edilişine yeniden tanık oluyoruz. Etnik kökenin bir nefret unsuruna, küfre dönüştürülmesi aşina olmadığımız bir taktik değil maalesef. Politik aktörlerin kimliklere indirgenmesi ile kitlesel nefret bileniyor. Türklüğün korunması mücadelesine simge olarak çeteci Topal Osman gibi Anadolu’nun etnik açıdan homojenleştirilmesinin tarihsel figürlerinden birinin seçilmesi tesadüf değil. Türklük etrafında işleyen dışlayıcı mantık, iktidar mücadelesinde zafer kazanmanın biricik aracı olarak tekrar işletiliyor. Böylesi bir ayrımcılığın tehlikesine tekrar tekrar işaret etmek, iktidar temsilcilerinin açıkça nefret suçu işlediklerini bıkıp usanmadan söylemek gerek. İronik bir biçimde hedef alınan Ekrem İmamoğlu’nun mensubu olduğu ana muhalefet partisinin kimi temsilcileri de yaptıkları konuşmalarda, adaylarının ne kadar saf bir Türk olduğunu kanıtlamaya girişiyorlar. Pontuslu yakıştırmasıyla niyetlenilen hakaretin alıcısı olmakta sakınca görmeyerek aslında bu nefret suçuna ortak oluyorlar. Bu toprakların kadim halklarının, Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin Türklüğün içinde erimedikçe var olamayacaklarının bu şekilde ilanının destekçisi olmakta beis görmüyorlar. Oysa bütün o halklar, bu ülkenin yurttaşları.

Yıllar önce, henüz Türkiye akademisinden kovulmamışken milliyetçiliğin aynılaştırıcı etkiye sahip özgül bir mantık olarak politik sınırların inşasını nasıl imkansız hale getirdiğini bir konferansta anlatmayı denemiştim. Türkiye’deki politika düşmanlığının, politikayı yok eden düzenin kurucu unsurlarından birinin milliyetçi mantık olduğunu iddia ediyordum. Bütün farklara düşman bir mantık olarak işleyen milliyetçiliğin, politik momentleri başlamadan tükettiği görüşünde hâlâ ısrarcıyım. Kimlikler arasına çekilen katı hatların, demokratik müzakere imkanını ortadan kaldırdığını düşünüyorum. Politik alanda var olabilmenin koşulu, politik tahayyüller yerine kimlikler olunca karşılaşmalar sert, toplumsal alan kutuplaşmış hale geliyor. Demokratik talepler popülerleşemiyor. Neredeyse kapalı sayılabilecek grupların, toplulukların kendine özgü hak mücadelelerini eklemleyecek politik momentler oluşamıyor. Bana öyle geliyor ki özdeşlik kurabileceğimiz, taleplerimizi ortaklaştıracak demokratik politik tahayyüllerimizle değil, kimliklerimizle ayrıştığımız sürece, bir başka ifadeyle milliyetçi reflekslerimiz yurttaş reflekslerimizi sindirdiği sürece demokratik politik bir alan inşa etmenin imkanı ortadan kalkıyor. Kim olduğumuzla değil, hayallerimizle bir araya gelebiliriz oysa. Taleplerimizle ortaklaşabiliriz. Onlar için mücadele ederken “biz” olabiliriz. Ne yazık ki tek bir etnik kimliğin tüm diğerleri karşısında kendisini ayrıcalıklı ilan ettiği bir toplumsallık, soydan soptan, kanın saflığından, ırkın temizliğinden dem vururken “nefret”, “düşmanlık”, “kin”, “şiddet” dışında başka bir şey vaat edemez. “Biz” olduk sanırken sözü yitiririz. İşitmeyen, göremeyen, kavrayamayan penceresiz parçacıklar dışında hiçbir şey olamayız.

Bu mantığın bir sonucu olarak ülkede ittifaklar, seçimle sınırlı. Bizler, yurttaş olamıyoruz; salt seçmenler olarak her birimiz sayılabilir bir nesneye indirgeniyoruz. Oranların içinde varız. Salt bir nicelik olarak... Hep o seçim kazandıracak +1’iz. Taleplerimizle duyulur olamadığımız sürece politik failler olamayacağız.

Ne zaman bir politika imkanı doğsa onu boğmaya çalışan bir reflekse sahip bu ülkeyi yönetenler. Maalesef bu refleksi kendi politik varlığını inkar edercesine sahiplenen oldukça geniş bir kitle var. Şimdi Ekrem İmamoğlu’nun çıkışıyla korku duvarının aşılması, taleplerin yaygınlaşarak eklemlenebildiği politik bir momentin müjdecisi olabilecek gibi görünüyor. Bu olasılığın iktidar açısından ne denli ürkütücü olduğunu, çok alışık olduğumuz aynılaştırıcı milliyetçi mantığın işe koşulmasından da anlayabiliyoruz. Ama etnik ayrımcılığın nefret diline ortak olmayarak buradan gerçek bir politik imkan yaratabilme şansına sahibiz. Dilerim, yurttaş olmayı bu sefer becerebiliriz.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.