YAZARLAR

Önce, çocuk haklarını çaldık hep birlikte

Her istediğini yapabilen, her istediğine ulaşabilen çocuk mutlu değildir, derin bir tatminsizlik duygusu yaşar. Çocuğa, sahip olamadıkları üzerinden de, kendisini tanımlayabilme şansı verilmelidir.

İlk hamileliğimde, radyoda bir çocuk gelişim uzmanını dinlerken denk geldiğim, çocuk yetiştirmemde çok yararlandığım, bir öneriyi paylaşarak başlamak istiyorum yazıma. Adını hatırlayamadığım bu uzman, belirli bir yaş aralığındaki çocuklara, “Ne içmek istersin?” gibi bir sorunun sorulmaması gerektiğini söyledi ve ekledi: “Eğer, ‘rakı’ derse rakı vermeniz gerekir. Bu yaş grubuna, ucu açık soru sorulmaz. O nedenle, her konuda, soru tarzınız şu yönde olmalıdır: ‘Meyve suyu mu, süt mü içmek istersin?’”

Oğlum doğduktan sonra, uzmanın sözünü ettiği yaş aralığını çoktan unutmuştum. Çocuk eğitimi konusunda o kadar çok okumuştum ki, rahatlıkla seminer verebilirdim. Yine de zorlanıyordum. Çünkü, kocamla birlikte, ‘bize’ uygun olan yöntemi bulmak, bir anlamda aşılama yapmak zorunda olduğumuzu hissediyorduk. Bu, ürkütücü bir sorumluluktu.

İki yıl sonra doğan kızımla, çocuk eğitimi daha da çetrefilli bir hâl almıştı. Anladığım net bir şey vardı, o da: Çocuk, eğer sınırlanırsa, sevildiğini hissediyor, aidiyet duygusu artıyordu. Paradoksal gibi görünse de temeli sağlamdı. Sınır çizmek, belirlemekti çünkü. Anaokuluna başlayan bir çocuk annesi, babası ya da bakıcısından ayrılamıyor, ağlıyorsa, öğretmenler, yeterince ilgilenilmemiş bir çocukla baş başa kalacaklarını hemen anlıyorlardı. Sevgiye yeterince doymuş bir çocuk, kendini “ait” hisseden çocuk, sorunsuzca ayrılabilecekti. Dışarıdan tam tersi gibi görünse de. Sınırlanmak, çocuklarda “disiplin” ve “özsaygı” kazandırma yöntemiydi ve bunlar, erken yaşlarda kazandırılması gereken niteliklerdi. Uygulanmaları, ebeveyn olmanın en ağır yanını gerektiriyordu: İstikrar. Çocuk sayısı birden fazla ise tam bir sınav.

Batılı toplumların bilinçli ailelerinde, çocukta, iki yaş civarı şekillenmeye başlayan ben bilinci, ego, ebeveynler tarafından sistematik, dışsal bir kontrole tâbi tutulur. Çocuğun, bunu süratle içselleştirmesi beklenir. Dolayısıyla, ego her istediğini yapmayı hedefleyen karakterinden, toplumsal yaşamda bunun olanaklı olmadığı öğretisine alınır. Çocuk, başkaları ile olan ilişkisinde dikkatli, ölçülü ve nazik olmalıdır. Çocuksu bir coşku içinde eğlenilebilir ama başkalarını gürültü ile rahatsız etmek bir sınırdır; çok net ve değişmeyen yatma zamanları vardır, bu bir sınırdır; yemeğini beceriksizce de olsa kendi başına yiyebilmelidir, bu bir sınırdır; yemeğini koşarken veya oynarken değil masada ya da mama sandalyesinde aileyle beraber oturarak ve yiyeceklere saygı göstererek yemelidir, bu bir sınırdır.

Egosunu, diğerlerinin haklarına saygı göstererek sınırlamayı, zamanında öğrenenmemiş bireylerin, kendilerine saygıları da düşük olur. Hak, her zaman hem kendimize hem de karşımızdakine ait olandır. İnsan, özbilince, ilişkide bulunduğu diğer insanlar üzerinden, kendisi hakkında yapacağı okumalar ve değerlendirmelerle de ulaşır. Erkek şiddetinin bu denli yaygın olması, özellikle erkek çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz -yetiştiremediğimiz- konusunda bize çok şey anlatıyor. Kadınların boşanmak istemelerinin ve çalışmaya başlamalarının, erkek şiddetinin hatta cinayetlerin tetikleyicisi olduğunu okuyorum. Bu tipik bir “sınırlanamama” örneğidir. Kendini sınırlayamayan erkek, kadının kararı sonucunda sınırlanmayı kabul etmemektedir. Açıkladığım mekanizmaların biricik ve nihai olduğu gibi bir savım yok. Bu kuşkusuz, çok daha farklı alanlardan ve farklı biçimlerde etkiye açık hassas bir konu.

Bakın, oğlanlara yayılma, kızlara toplanma zorunluluğunu “farkında” olmadan nasıl getirdiğimize dair, minik bir örnek vereyim. Bir kız çocuğunun etrafında, oğlan çocukları toplandığında, modern bir ailede bile, şaka yollu olsa da baba, dede, abi, amca, müdahale etme görevine çağrılır. Bir oğlanın etrafında kızlar görüldüğünde, yine aynı çağrı yapılır, bu kez, izleyerek böbürlenmek için. Anneler ve kadın akrabalar da bunu neden komik bulur hiç anlamam. Oğlan çocuklarını, bir penisten ibaret görmeyelim artık.

Modern eğitim, çocuğun istediğini yapmakta özgür olması demek değildir. Özgürlük, kendini sınırlayabilmek, böylece dışarıdan belirlenmeye gereksinim bırakmamaktır. Her istediğini yapabilen, her istediğine ulaşabilen çocuk mutlu değildir, derin bir tatminsizlik duygusu yaşar. Çocuğa, sahip olamadıkları üzerinden de, kendini tanımlayabilme şansı verilmelidir. Bu ve benzeri bir başıboşluğu normal olarak algılayan bir çocuk, yaşı ilerledikçe rahatsızlık verici bir hâl alır. Daha önce sevimli bulunduğu için, çevresindekilerin içten ilgisini üzerinde toplayan çocuk, artık aynı şeyleri yapıyor olsa da rahatsızlık verdiği için dışlanır: Aile, akraba, arkadaş ortamlarında engellenir ve bu tür ortamlara girmeden önce yapılan tehditler veya ödül vaatleri sonucunda “yalan yapmayı” bir beceri olarak algılamaya başlar. Bu tür istikrarsızlıklar, çocuğun güven duygusunu zedeler, sevildiğine iknâ olmaz. Bu durum, bir bireyin sevgi dilencisi olmasına ilk adımdır. Yaşantımızda kurduğumuz ilişkilere yayılacak, baskın senaryolar, bebeklik ve çocuklukta yazılır.

Ülkemizde, okul yaşına geldiği hâlde, hâlâ annesiyle birlikte uyuyan, öz bakım becerilerini henüz kazanamamış, kendisi ile ilgili basit kararları bile alamayan, bağımlı çocuk sayısı yüksektir. Toplumumuzda, çocuklar, zamansız ve hızlı büyümektedirler. Fazlasıyla, yetişkin hayatının ağırlıklarına maruz kalmaktadırlar ve bu çocuk haklarına aykırıdır. Uygun yatma saatinde yatan çocuk enderdir. Erken yatırılmadığı için, geceye ve yetişkin hayatına maruz bırakılan ya da gece gündüz, annesinin yanında kontrolsüzce televizyon seyredebilen çocuklardan, ne yazık ki, çocuklukları çalınmaktadır. Ortak alanlarda, kurallara uyabilme becerisini kazanmak; kendini, diğerleri üzerinden sınırlayabilmeyi öğrenmek; uyku konusunda, keyfi değil, biyolojik ritmin sağlıklı büyüme için zorunlu olduğu bir düzen içinde yaşamak; özbecerilerini geliştirirken, yetişkin yaşamının aidiyetlerinden arındırılmış bir bölgede, çocukça bir nefes alabilmek; arkadaşları ile ruhsal ve fiziksel olarak güven içinde oynamak, her çocuğun hakkıdır.

Ruhsal olarak, ağır bombardıman görmüş, virane bir şehirde yaşar gibiyiz. Çocuklar, bunca kötülüğe maruz kalırken, “içecek” sorgulaması yapmak bir lüks gibi görünebilir. Bu dönemde, kanımca, ne yapıyorsak en iyisini yapmaya çalışmak hedefimiz olmalı. Bu yıkıntıya başka türlü katlanmak olanaksız gibi. Yıkıntı temizlenecek ve şimdinin çocukları birer yetişkin olarak, eksikliğini hep hissettiğimiz aydınlanma yolculuğuna devam edecekler. Avrupa Aydınlanması, eğitim konusunda, bizim bugün dahi düşünmediğimiz hedefler koymuş önüne: Okulun, gencin yaşamını tüketmemesi; gencin, okulda kendisini diğerlerine doğru yönlendirmeyi öğrenmesi; eğitimin, genci, işe değil hayata hazırlaması; birçok farklı görüş ile, duygularımızın güvenilir olmayan oyunları karşısında anlayışımızın artırılması!

Ebeveyn olmanın, hata yapmak demek olduğunu ve bundan kaçamayacağımızın altını çizen Freud idi değil mi? Hatalarımızla büyüyoruz.


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.