YAZARLAR

Narsistik öz-yıkım ve faşizm

Gökalp’in halet-i ruhiyesi, tutulamamış bir yası, yası asla tutulamayacak bir yıkımla -1915- örtmeye yöneltmişti onu. Narsistik saldırganlık böyledir biraz. Talat Paşa, Gökalp’e “Buyruk kişisel ahlakın, talimat da ülkündür” derken tam olarak bunu ikrar ediyor değil midir?

İntihara eğilimli ruh halinin bir değersizlik duygusuyla iç içe gittiği yönündeki saptama çok da yanlış değil, fakat bu eğilimin bir tür değersizlik duygusuna karşı geliştirilmiş bir mutlak değer beyanı olduğunun hatırda tutulması koşuluyla. Yani narsistik öz-yıkım ile narsistik saldırganlık aynı yapısal mekanizmadan çıkar gelirler. En nihayetinde kişi, gücünü ya kendisi üzerinde denemektedir ya da başkaları üzerinde ve her iki deneme de arzunun başarısızlığa uğramışlığını kabullenememekten türeyip gelir. Arzunun, nesnesi üzerinde parladığı o an, gerçekte arzulayan öznenin de en savunmasız anıdır. Kişi, böylesi bir savunmasızlığın yarattığı alt üst oluş nedeniyle ötekini suçlamaya yöneldiğinde, narsistik öz-yıkım bir saldırganlık biçimini almış demektir; somut bir başkasının değil de toptan ‘herkesin’ suçlu ilan edildiği bir durumdaysa, şiddet içeriye yönelir. “O kadar çok acı var ki, artık dayanamıyorum” ifadesi, kişinin kendisini gökyüzünü sırtlamış Atlas olarak tahayyül etmesi değilse nedir bir bakıma? Örneğin Ziya Gökalp’in de kafasındaki kurşunu oldukça ilkel bir ameliyatla çıkarmaya çalıştıklarında, Rus hekim, ona acı duyup duymadığını sorunca “İçimdeki acı, başımdaki yaradan daha güçlüydü” yanıtını almış.

Ziya Gökalp, gençlik yıllarında, bu dünyanın buhranlarıyla başa çıkamayarak hayatına kast etmişti. Bir arkadaşının armağanı bir tabancayla başına ateş etmişti. Alın kemiğini kıran kurşun beynin iki lobu arasında bir yere saplanıp kalmış. Hemen doktor çağrılmış Gökalplerin evine. Bir kolera salgını nedeniyle o sırada Diyarbakır’da bulunan Jön Türk Abdullah Cevdet, yanında bir Rus cerrahla gitmiş. Kurşun çıkarılamamış ve Ziya Gökalp ömrünün sonuna kadar kafasında taşımış bu kurşunu. Anadolu’nun Türkleştirilmesi, Müslüman olmayan etnik öğelerden temizlenmesi yönünde “son çözüm” kararının sahibi olacaktır bu Gökalp ilerleyen yıllarda.

Gençlik intiharıyla, daha sonraki bir dönemin milliyetçi-mukaddesatçı normatif ilkelerinin kurucusu rolüyle Gökalp, Emile Durkheim’ın intihar üzerine düşüncelerinin adeta bir ‘ideal tipi’ olarak beliriyor. Geleneksel anlam sistemlerinin dağılmakta olduğu, bunların yerlerine yeni olanlarının henüz konulamadığı dönemlerde beliren boşluk duygusu; bir boşluğa-düşme duygusu… Boşluğun normu yoktur Durkheim’a göre ve bu da ‘anomie’ye yol açar. Boşluk o kadar yutucudur ki anomik intiharlar belirir. Siyasal teorinin terimleriyle söylenirse, kurucu ilkeler yoktur. Bunları tesis etmenin tek yolu da kurucu şiddettir bu sembolik evren bakımından. Tam bir normsuzluk duygusu içerisinde, Gökalp kendi intiharını kuşatacak normatif alanı ancak köklü bir kurucu şiddet fikriyle açabilirdi. Narsistik öz-yıkımdan türeyip gelen, yine narsistik (ve bu defa sistematik) bir saldırganlık… Kendi normunu kendisi tesis etmeye karar vermiş bir narsizm…

Damadı Ali Nüshet’in aktardığına göre, Gökalp, kendini öldürme isteğinin ülküsüzlükten ileri geldiği düşüncesindeymiş. Yani ülkü’deki narsistik yara ile kendini öldürme eğilimindeki narsistik yara, bir ve aynı yara. Ülkü, bir simgesel örüntüdeki tutarsızlık noktalarının üzerini örten bir fantezi işlevi görüyor yalnızca. Yine böylelikle, kendisinin değer-değersizlik duygusunu da kendisinin dışına yerleştirmiş oluyor. Tam da bu dışarı atma edimi sayesinde, bunun dermanını da yine dışsal bir şeyde buluyor: Ülkü. Ayak oyunu yapmıyor Gökalp, kast ettiğim böyle bir şey değil. İçine sıkışmış olduğu kafesi, yani kendi benliğini doğru çözümleyemiyor, hepsi bu. Fakat epistemolojik açıdan hepsi bu; siyasal-toplumsal bakımdan ise korkunç sonuçlar var ortada.

Yine ülkü fikriyle, yani boşluğu dolduran bir şey olarak dışarıdan çağrılan ülkü fikriyle, bir bakıma Durkheim’ı doğruluyor Gökalp. “Ülkü”ye çağrı, bir normatif alana çağrıdır aynı zamanda. Fakat Durkheim’da eksik bir şeyler var. Sözü edilen boşluktaki ‘hınç’ duygusunu göremiyor o da. Freud’un “Yas ve Melankoli” başlıklı yazısı sayesinde bildiğimiz üzere, “Yasta dünya boş ve çorak bir görünüm sergilerken melankolide ‘ben’ boş ve çoraktır.” Gökalp’in halet-i ruhiyesi, tutulamamış bir yası, yası asla tutulamayacak bir yıkımla -1915- örtmeye yöneltmişti onu. Narsistik saldırganlık böyledir biraz. Talat Paşa, Gökalp’e “Buyruk kişisel ahlakın, talimat da ülkündür” derken tam olarak bunu ikrar ediyor değil midir? Bu toprakların insanlarına bıraktığı miras da durmaksızın bu insanlara musallat olan hayaletler, karabasanlar oldu. Ama yalnızca bu da değil; bir kişilik tipi yerleşikleşti. Kendi benliğinin boşluğu ve çoraklığı duygusuna, başkalarına ‘seferler’ düzenleyerek yanıt geliştiren bir kişilik tipi…