YAZARLAR

Diyarbakır'da barışı konuşmak

“Adamlar yapmış abi”, yahut “adamlar aşmış abi” denir mi, denir. Her deneyimden öğrenilecek ders olduğu gibi Güney Afrika barış sürecinden de alınacak esin yok mudur, vardır. Ancak yıl olmuş 2019, kendi göbeğimizi kendimiz kesemeyeceksek, ona da ne denir, “veyl halimize, yazıklar olsun bize” herhalde.

Ülkemizin tek tük gerçek STK’larından DİTAM’ın düzenlediği “Toplumsal Barış İnşasında Sivil Toplum Örgütlerinin Rolü: Güney Afrika Deneyimi” başlıklı toplantı vesilesiyle hafta sonunu Diyarbakır’da geçirme olanağına kavuştum. Olanak değil ayrıcalık demeli zira Diyarbakır denli konuğunu sarmalayan, kucaklayan, Diyarbakır denli tarihin yoğurduğu bir ağırbaşlılığa sahip kent, değil ülkemizde dünyada ender bulunur. Toplantı da gayet yararlı oldu: ANC (“African National Congress”) ve GAC (“Güney Afrika Cumhuriyeti”) adına “apartheid” rejiminin sonunu getiren müzakereciler Roelf Meyer ve Mohammed Bhabha’yı gün boyu dinledik, soru sorduk, yanıt aldık.

“Adamlar yapmış abi”, yahut “adamlar aşmış abi” denir mi, denir. Her deneyimden öğrenilecek ders olduğu gibi Güney Afrika barış sürecinden de alınacak esin yok mudur, vardır. Ancak yıl olmuş 2019, kendi göbeğimizi kendimiz kesemeyeceksek, ona da ne denir, “veyl halimize, yazıklar olsun bize” herhalde. Atar, gider pek tuttu maşallah: Baksanıza avukatlarıyla görüşmesine izin verilen Öcalan’ın derhal “teröristbaşı” olduğu anımsandı. “Açılım, saçılım” olmayacak denildi. Görüşmenin herhangi bir barış süreci, müzakere anlamına gelmediği alelacele ve alelusul eklendi. Ve tabii “Kuzey Irak’a harekat” başladı.

Öyleyse nedir? Yönetim, 23 Haziran yaklaşırken açlık grevlerinden rahatsız oldu da Öcalan üzerinden oraya mı müdahale etmek zorunluluğu hissetti? Keza yönetimin, Öcalan’la yalnızca MİT Başkanı Fidan’ın temasının önünü açtığını söyleyen de var. Öcalan’ın talebinin de daha kapsayıcı, temsil yeteneği geniş bir heyetle müzakere etmek istediği biliniyor. Bu yönde bir soruyu iki konuk eski müzakereciye şair Hicri İzgören yöneltti. GAC’de hiçbir biçimde müzakere sürecine bir “üçüncü göz” alınmadığını ve aranmadığını da bu vesileyle öğrendik.

Pekiyi başka? Mandela’nın 27 yıl cezaevinde tutulduktan sonra ön koşulsuz salıverilmesinin altını çizdim. Cinayetler dahil siyasal şiddetin Mandela özgürlüğüne kavuştuktan sonra 1990-94 arasında zirveye çıktığını ancak bu durumun başlayan müzakereleri aksatmadığını da not ettim. Görüşmelerin mutlaka gözden uzakta, gizlilik içinde başlaması ve medyanın kesinlikle işin içine karıştırılmaması öğüdünü kaydettim ama benimsemedim. Şiddet eylemlerine rağmen müzakerelerin sekteye uğramasını önleyen gücün “kader ortaklığı” algısı olduğunu en başa yazdım.

Niyet, irade, cesaret: Bu sacayağın barış süreçlerinin temeli olduğunu bir kenara yazdım. Ayrıca müzakerecinin değil de liderin başat görevinin kendine oy veren kitleyi ikna ve onlardan yetki devşirmek olduğu da söylendi. Orada uluslararası arka planda Soğuk Savaş’ın sona ermesinin müzakere yolunu açtığını düşündüm. Ancak konu hakkındaki soruma verdiği yanıtta Meyer, arada böyle bir bağlam bağıntısı olmadığını belirtti.

İki yıl Polis (bizdeki İçişleri) Bakan Yardımcısı görevinde de bulunan Meyer, ANC’nin eylemleriyle ülkeyi yönetilemez hale ve hatta iç savaşın eşiğine getirdiğini aktardı. İç savaşın kaçınılmaz olduğuna ikna olduklarında müzakereye girdiklerini de dile getirdi. Şimdi ömür boyu dostu olarak gördüğü Bhabha’yı o dönemde azılı düşmanı bellediğini dürüstlükle ifade etti. Güvenlik önlemlerinin birincil uygulayıcısı olarak Bakan Yardımcılığı sırasında her gününü bir “cephede” geçirdiğini, bu saha deneyiminden edindiği izlenimin rejimin değişmesi konusunda tümüyle ikna olması sonucunu doğurduğunu paylaştı.

Hint asıllı bir Müslüman olan Bhabha ise silahlı mücadelenin esasen rahatsız etme gücünden (“nuisance value”) ibaret olduğunu, yoksa çözüme giden yolu açmadığını vurguladı. Kabile (bizde “aşiret” ve “fraksiyon” olmalı) içgüdülerini aşarak ülkeyi, yurttaşlığı önceleyen düzeye yükselmenin kaçınılmazlığını ifade etti. Baskıcı hükümetlerin liderlerinin de pragmatik davranabileceklerini, o pragmatizmin de müzakerenin kilidi açtığını belirtti. Her iki katılımcı da sivil toplum hareketlerinin ve GAC örneğinde kilisenin katkısının değerini yücelttiler, süreçte Başpiskopos Tutu’nun Mandela kadar merkezi rolünü anımsattılar.

Temel farklara gelince: Biri, GAC’de beyazların nüfusun yüzde sekizi iken, yönetimi ve dolayısıyla devletin şiddet tekelini tümüyle ellerinde tutması. Yani beyaz azınlığın, siyah/renkli çoğunlukla yönetimi paylaşmanın modalitelerini belirlemek, iktidar devri zemininden müzakereye başlaması. Belki bir başkası, bağımsız yargı. Bir diğeri ANC’nin GAC’den fazla sayıda dış misyonuyla meseleyi başarılı biçimde uluslararasılaştırarak baskı kurması. Bana sorarsanız, bu sonuncusu ülkemizde kesinlikle olamayacak ve olmaması gereken, ters tepecek bir yaklaşım.

Üstelik herkesin İngilizce konuştuğu ve Britanya ile ayrıcalıklı tarihsel bağları bilinen GAC’de “uluslararası” destekten anlaşılanla, en soldan en sağa kendince bir “emperyalizm” karşıtlığı derin olan toplumumuzda anlaşılacak olan bambaşka kapılara çıkar. Yeni GAC anayasasının dünyada örnek gösterilen bir metin olduğu ve ülkede dokuz resmi dilin kabul edildiği bilinse de, diğer dillerin işlevinin İngilizceyle kıyaslanması da bence güç.

Son olarak Meyer, barış yanlısı bir toplumsal (siyasi) “merkez” yaratılması gerektiğini vurguladı. Ortak değerler ve görüşler etrafında birleşilmesi gereğine değindi. Yola “diyaloga güven” şiarıyla çıkılması gereğinin altını çizdi. Karşılıklı tarafların baskın anlatıyı (“narrative”) değiştirip, dönüştürmesi ödevlerinin bulunduğunu ekledi. Bu genelgeçer görünen doğrular da bence değerli ve özgün.

Bize gelince, el sıkışıyla dahi içtenliğini dışa vuran Sayın DİTAM Başkanı Mehmet Vural’ı toplantının ardından verilen yemekte uzun uzun dinlemek ayrıcalığım oldu. Sayın Vural, akil insan tanımının adeta cisimleşmiş hali. Dinçliği ve zihin berraklığı olduğu kadar acı birikiminden damıttığı bilgelik yol gösterici. 12 Mart, 12 Eylül, o günlerden bugünlere dek Kürt halkının süregiden çilesinin, yanıt alamadığı taleplerinin canlı bir tanığı ve bir siyasi aktörü olarak onu dinlerken hiç değilse utanıyor insan. Ben utandım ve boşa heba edilen bunca kaynağa, zamana, girişime yine hayıflandım.

Hani sevilen sözüdür İlhan Selçuk’un: “Her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar.” İşte, bana sorarsanız sevgili İrfan Aktan’ın hem gazetecilik hem dayanışma bakımından çok akıllıca yaptığı söyleşi Selahattin Demirtaş’ın Edirne Cezaevi’nde çile doldururken “barışı arayan adam” olarak kendi anıtını yonttuğunu bize yeniden gösteriyor. Onun yanına sabık başbakan Davutoğlu’nun Diyarbakır’da ahiren katıldığı iftar yemeğinde yaptığı konuşmayı koyunca, aradaki farkın nasıl sırıttığı da sanırım ortada.

Barışı, eşitliği, özgürlüğü, sağduyuyu, uzgörüyü, soğukkanlılığı, gerçekçiliği, akılcılığı, uzlaşıyı, karşılıklı dövüşmeyi, bağrışmayı değil söyleşmeyi özledik.

*Söz konusu toplantının düzenlenmesinde emeği geçen tüm DİTAM mensuplarına teker teker kalben teşekkürü borç bilirim. Diyarbakır halkına da bir o kadar şükranlarımı sunarım. Bu defa, İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan kitabım “Gözden Irakta” için Lilav Kitabevi’ndeki imza ve söyleşi gününü iptal etmek zorunda kaldım, yakın zamanda yeniden görüşmek üzere.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.