YAZARLAR

Bıktığım konular

Yahu bu ülke bundan çok kısa bir süre öncesine kadar kendi kendine yeten, insanların maaşlarına makul oranda rakamlarla yemek yiyebildiği bir yerdi. Hatta bundan 5-6 sene öncesine kadar ben mühendis maaşı ile istediğim zaman bir steakhouse’a gidip istediğim yemeği sipariş eder, üzerine şarabımı içer ve beni rahatsız etmeyecek bir rakam ödeyip çıkardım, şimdi bunların kapısından girmiyorum.

Bu hafta sizlere özellikle bizim bu güzide memleketimizin yeme içme konusunda beni bıktıran konularından bahsetmek istiyorum.

1- O bu soslu bir şeyler:

Bu konu gerçekten fena. Son dönemde özellikle şu üzerine binbir çeşit sos dökülen lokmalar için beklenen sıralar beni hasta ediyor. Neden biliyor musunuz? Zaten kızarmış hamur (yoğun karbonhidrat) üzerine şerbet (glikoz şurubu) basılmış bir ürünü, sağlığınız için yeterince zararlı değilmiş gibi bir de içinde ne olduğunu bile bilmediğiniz, bilseniz 10 metre yakınına girmeyeceğiniz yapışkan kötü soslarla yediğiniz zaman sağlığınız için yapabileceğiniz en kötü şeylerden birini yapıyorsunuz.

Sonra son dönemde her türlü yiyeceğe musallat olan cheddar konusu var. Bakın, gerçek cheddar İngiltere’de yapılan en lezzetli şeylerden birisi, olgun bir cheddar peyniri altı ay yaşlandırılarak satışa sunuluyor, bizde Pınar’ın yaptığı da yıllardır İngiltere’de bulacaklarınıza oldukça yakın bir lezzet sunuyor diyebiliriz. Ancak o dönerlerin, pizzaların, pidelerin, patates kızartmalarının ve daha nice “çok yaratıcı” yemeğin üzerindeki turuncuya çalan garip sos var ya, o peynirden başka her şeye benzeyen sos. Bir kere peynir dediğiniz arkadaş oda sıcaklığında katı formda olur ya, bu gayet sıvıya yakın, içerisinde süt değil süt tozu bulunuyor ve o kıvamı uzun süre koruması için bir dolu ne olduğunu bilmediğiniz katkı maddesi içeriyor. Ben sizin yerinizde olsam mümkün olduğunca uzak durmayı tercih ederim.

2- Aşırı büyük restoranlar:

Memlekette bir sidik yarışına dönmüş gibi, bir restoran ne kadar iddialıysa o kadar büyük olmalı anlayışı, son yıllarda giderek yaygınlaştı. Avrupa’da neredeyse hiç görmeyeceğiniz büyüklükte restoranlar, barlar, kafeler her yerde. Steakhouse yapıyorsanız şu yeni nesil retro görünümlü lambaları her yere asıp masif ahşap masalar ve kırmızı bir logo yapıyorsunuz mesela, ya da iddialı bir kafe açacaksanız rahatsız sandalyeler, yerlerde eski tip desenli fayanslar, bir yer başarılı oldu diye onun aynısından 100 tane açılmasa zaten olmaz.

Bir de bizim hizmet sektöründen beklediğimiz o aşırı hizmet edilme halinden gerçekten iğrenmeye başladım. Daha suyunuzu bitirip masaya koyduğunuz saniyede bardağınızı yeniden dolduran bir elemana gerçekten ihtiyaç var mı? Ya da masada sigara içiliyorsa, her sönen sigara sonrası kültablasını değiştiren birine? Bu devasa restoranların, cafelerin çok büyük bölümü siz yemek sipariş ettiğinizde buzdolabından çıkardıkları hazır yemekleri mikrodalga ile ısıtarak önünüze getiriyor bu arada, haberiniz var mı?

3- Dışarıda yemek yemenin büyük bir lüks haline gelmesi:

Burada yazar memleketin ekonomisine yakarmaktadır. Yahu bu ülke bundan çok kısa bir süre öncesine kadar kendi kendine yeten, insanların maaşlarına makul oranda rakamlarla yemek yiyebildiği bir yerdi. Hatta bundan 5-6 sene öncesine kadar ben mühendis maaşı ile istediğim zaman bir steakhouse’a gidip istediğim yemeği sipariş eder, üzerine şarabımı içer ve beni rahatsız etmeyecek bir rakam ödeyip çıkardım, şimdi bunların kapısından girmiyorum. Yine bundan 6-7 sene önce arkadaşlarla gidip bir kaç meze yiyip adam başı bir ufak rakı (az rakı değil yani) içerseniz kişi başı 50 lira civarına çıkabiliyordunuz. Şimdi bu rakam en iyi ihtimalle 150-200 lira. O sürede kazancınızı 3-4 kat arttırabildiyseniz sıkıntı olmaz herhalde ama maalesef toplumun çok büyük kısmı için bu, gerçek olmaktan çok uzak olan bir ihtimal.

Ne yazık ki bütün bu hal içerisinde kısaltmalı isimlere sahip eylem planlarını sunarak ekonominin freni patlak kamyon gibi durdurulamaz halini toparlayacağını düşünmemizi isteyen bir zümre tarafından yönetildikçe, bu durumun düzelmesini de çok olası göremiyorum. Hatta iddia ediyorum, o şekilli modelli ama içi hiçbir şey anlatmayan sunumların benzerlerini kalbur üstü bir şirketin satış toplantısında direktörünüze yapmaya kalksanız (düzgün, işten anlayan bir direktörse) sizi perişan eder.

İşte öyle, yine bir cumartesi sabahın köründe uyanıp huysuz ihtiyara bağlayan bir yazı yazdım. Haftaya size Ankara’da yeni açılan bir işletmeyi ve ilginç hikayesini anlatmayı planlıyorum.

Her şey çok güzel olsun.


Evren Aybars Kimdir?

1978'de Ankara'da doğdu. Ankara Özel Tevfik Fikret Lisesi ve ODTÜ Makina Mühendisliği'nde okuduktan sonra iş hayatına atıldı. Çalışırken aynı zamanda çocukluk yıllarından beri merakı olan yemek yapma konusunda da kendini geliştirmeye başladı. Bir blog sayfası ile başlayan yemek tarifleri macerası, 2014'te Özge'yle evlendikten sonra evinde çekimlerini yaptığı 10 Numara Mutfak adlı Youtube kanalı ve Radikal gazetesinde gastronomi yazıları ile devam etti. 2015 yılında Uğur Deniz'in babası oldu. 2016 yılından bu yana da Gazete Duvar da gastronomi yazılarına ve bir yandan da makina mühendisi olarak kariyerine devam etmektedir.