YAZARLAR

Yasama, yürütme, yargı ve İslâm

Adaleti sağlamak devletin görevidir dersek, bu doğrudur; bakanının görevidir dersek, bu da doğrudur; hakimin görevidir dersek bu da doğrudur; fark mertebelerdedir. Farkın, ayrımın birliğe gelmiş ifadesi devlettir.

Bir çocuk gördüğümüzde, anne ve babasının olduğunu anne ile babayı bizzat görmesek de biliriz. Karşı cinse ait iki beden birleşmiş ve çocuk olmuştur. Çocuğun varlığı, hiç görmediğimiz, karşıt iki cinsten insanın, bedende rüşte geldiklerinin yeterli bir zeminidir, ispâtıdır. Kadın ve erkeğin varlığı, çocuğun bedeninde, bir ayrımlı birlik olarak içkindirler: Anne, baba, çocuk. İster halk, isterse Hak tarafından olsun, var edişin aslının işte bu üçleme olduğu söylenir. Üçleme; teslis ya da selâse olarak da bilinir. Çocuk burada üçlemeden doğan olarak, üründür. Tevhide/Bireşime, üründe ulaşılır. Tevhid ürün gerektirir, ürünse özne.

Eğer, bir çocuğum olmadığı halde, çalıştığım şirketten çocuk yardımı istersem reddedilirim. Onlara, çocuğumun olduğuna bir ispat olarak, kendi bedenimin üreme potansiyelini, başkalarının çocuklarını gösteremem. İşveren haklı olarak, ebeveyn olan öznenin, tevhid ürünü olan bebeğinin varlığının ispatını isteyecektir. Yeterli bir zemin arayışıdır söz konusu olan. Yeterli zeminlerden söz etmek istiyorsak, zeminin varlığını her zaman başkasında taşıdığını anlamalıyız. Zemin, ne kendisiyle özdeş ne de salt olumsuzlama olarak bir belirlenim olmaklığın; gerçek özselliğin, varlığını, her zaman başkasında taşıdığının bir anlatımıdır. Burada söz konusu olan “üreme yetisi” bakımından insan bedenidir ve zeminini başkasında gerçekleştirir.*

Kurgul felsefede olduğu gibi, tevhidin de başlangıç ilkesi olumsuzlamadır. Lâ İlahe. Lâ, eş deyişle olumsuzluk ilkesi, her şeyin temelinde olan, devindirici bir ilkedir. Karşıt ilkeyi devindiren hareket, olumsuzlama yoksa, kendisini kendisi ile bağıntılayacak olan bir şey kalmaz: Anne, çocuğunun bedeninde kendini değil, çocuğu görür; kendi çocuğu olduğunu bilir, çünkü kendisi, çocuğun bedeninde ortadan kaldırılmış bir ayrım olarak içkindir.

Varoluşun bu temel ilkesi, İslâm’da, Allah’ın birbirine karşıt isimleri etrafında örgütlenir. Muhyiddîn İbn Arabî, Allah’ın Cami-ül Ezdat olduğundan söz eder. Allah’ın isimleri zıtların** birliğidir. Buna Esma-i Cem de denir. Evvel-Âhir; Hâdi-Mudill; Zâhir-Bâtın vd. Bunlar dikotomik olarak ele alınan, aşılacak ayrımlardır. Aşma bize bir ürün verecektir ki tevhid, yalnızca bu üründe gösterilebilendir. Örneğin, Cemâl-Celâl karşıtlığının sentezi bize Kemâl’i verir. Esma-i Küllehâ Allah, Âdem’e bütün isimleri talim ettirdiğini söyler. Hz. Âdem’e isimleri öğretti demek, isimlerin delalet ettikleri şeyleri de talim ettirdi demektir. İbn-i Arabi’nin, “Fusûsu’l-Hikem”inde anlattığı gibi, Âdem olarak anılan, Allah’ın yeryüzünde halifesi ve makam-ı cem’in sahibidir. İnsan yeryüzünde Allah’ın esmalarının cem edildiği öznedir. Makam-ı farkın değil; makam-ı cemin sâhibidir.

Arabi, bu isimlerden Ayân-ı Sabite’ler olarak söz eder. Platon’un İdea’ları, felsefenin ilkeleridir bu isimler. Hakk Esma alemidir; yâni, sıfatları fiillere çeviren insan yetisidir. Halk zahirdir; Hakk ise onun batını. Hakkta ne varsa zahire, halkiyete gelmek zorundadır. Furkân, ayrımdır, farktır. Kur’an ise Cemdir. Farkta, bir ilâh bir de kul, emirler ve nehiyler vardır; Cem’de ise İlâh ve melûhun birliği olarak Allah’tır. Hakkın açığa çıkışı furkânîdir, fark üzerinedir. Kur’an, Furkan’ı içine alır.

İslâm dininin tevhid dînî olduğu, sıkça dile getiriliyor olsa da ortada bir ürün yok. Yukarıdaki metafora dönersek; arkadaşımızın evrâkı ile, işverenden çocuk parası alan insanlara benziyoruz. Tevhid kavramı, içi boş bir tekrar olarak sürekli gündemde. Oysa, Allah her an bir Şe'n’de olduğuna göre, Âdem’e isimler hâlen öğretiliyor olsa gerek. Gerek bilimlerden gerekse de kendimizi bilmekten ne kadar uzağız! Eylemin olmadığı yerde, özneden söz etmek olanaksız. Bu yanlış anlama, monoteist bir din anlayışından kaynaklanıyor. Monoteizm’de, ayrımlı birlik yoktur. Ayrımı dışlayan doğası, uygulamada, otoriter rejimleri besliyor.Tevhid, birini diğerine üstün kılma çabası değildir. Museviliğin ve Hristiyanlığın dışlandığı yeni bir din çıkmış ortaya; hakikati olmayan. Monoteist bir din anlayışında varlığın tüm belirlenimleri olumsuzlanmıştır. Varlığın belirlenimleri olan yansımalar, yaşamın zenginliğidir oysa.

Son dönemde yaşamış bir bilge olan, Lütfi Filiz’in sohbetlerinden derlenen önemli eser “Noktanın Sonsuzluğu”nda dînî kavramlar titizlikle ele alınmıştır. Sayın Filiz’e göre: İslâm, insanlık tarihi boyunca sezgide olanın, örtük olanın açığa doğru ilerlediği bir sentez olarak; Musevilik (tenzih) ile İseviliğin (teşbih) şuurlu olarak yaşantılanmasıdır. İsevilikteki Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesinin dışlanması, bizi Monoteizme götürür. Tasavvufun, Müslümanlıkta İsa’yı anlamak olduğundan söz edilir. Kur’an’da Allah’ın, bizleri kendi suretinde yarattığı ve İsa’nın da Allah’ın Ruhu olduğu söyleniyor…

Sonlandığı yer zâti tevhid olan, tevhidi efâl ve tevhidi sıfat aşamaları, öznenin; aranması, arınması; tıpkı, cami minaresine çıkan merdivenler gibi, içten inşası/yapımı demektir. Özneyi aramak, elindekilerde bunu bulamamış olmayı gerektirir. Arınmayı istemek, kirlenmiş olduğunun idrak edilmesi demektir. Lâ ilâhe (tenzih/Musa) ile illallah (teşbih/İsa) hâli hazırda tesis edilmiştir, bunun bir denge olarak yaşantılanabilmesi İslâm’dır. Monoteist bir uygulama, illallah’tan başlamak demektir. Oysa Kelime-i Tevhit “Lâ” ile başlar. İbrahim peygamber “öznenin aranışı” yolculuğunda ilk adımdır. Elinde, evinde, ocağında, atasında, töresinde, zihninde bulduğuna “Lâ” demiştir. Lâ’nın, eş deyişle olumsuzlamanın ulaştığı nirvanada Buda’yı buluruz. Bu sıfıra çıkma, dışlanacak bir aşama değil, aksine yolun zorunlu uğraklarındandır. Zanlarından arınarak boşalmış bir kaba işaret eder. Bunun öncesinde İllallah demek yalan olacaktır.

Bilge Dostum Metin Bobaroğlu’na göre, bir mabet inşaası gerekir. Bir mabet ki; kalbi Hz. Davud, ruhu Hz. İsa, aklı Hz. Musa ve diğer peygamberlerin işaret ettiği has esmai nitelikler ile birliğe gelmiş bir beden, ve nihayetinde, bunun dönüp kendi üzerine baktığı, bu bedenin şuuru olarak Hz. Muhammed. İdeali evrensel insan olan bir model. Tüm isimler yani yetiler insandadır ama tek bir insanda değil insanlıktadır. Kişi bu nedenle Enel Hakk diyebilir ama Enel Allah diyemez. Öznel tin, kul; nesnel tin, halk; Saltık tin, Allah’tır. Kul talep eder, Allah Hakk ile o kulun öz rabbi olan, ruhuna vahyeder ve kuldan fiil zuhur eder. Allah rablerin rabbi; rabb-ül alemindir; her kulun rabbi, bu rabb- ül alemine tâbidir ve rab da irad eden, terbiye eden, geliştirendir; yani Hakkın iradesi Rabb’dır. Su, eğitim, insanca yaşam haktır diyebiliyorsak, Ben Hakkım demekten, eylemlerimizde Hakk’ı görünür kılmaktan niçin imtina edelim? Tevhid yalnızca fikirde ya da öte bir alemde değil, bizzat üründedir.

Kur’an, Allah’ın Hakk ile halk ettiğini söylüyor. Allah’ın sıfatlarını kendi eylemlerimin dışında nerede deneyimleyebilirim? Ben çok sevilsem bile eğer sevemezsem Allah’ın Vedud ismini nasıl anlarım? Merhameti kendi eylemlerimde gösteremezsem; “Allah merhamet edendir” boş bir söz olmuş olmaz mı?

Metaforik bir anlatıma başvuralım: Allah’ın bir ismi El-Adl’dir. Mutlak adalet sahibi anlamındadır. Bunun evrensel boyuta taşınarak (rabbül alemin) şu ya da bu kişinin tekelinden kurtarılarak evrensel uygulamaya (Evrensel Hukuk) açılması tevhide getirilmesidir. İslâm’ın tevhid dini olması, evrensel olmayı getirir. Ayrımın dışlanması değil aksine, birliğe getirilmesidir. Bu çerçevede, bir devlette, adalet bakanlığına bağlı çalışanlar onun El-Adl isminin kullarıdır. Rableri olan adalet bakanının emirlerine uyarlar ama onun kişiliğinden kaynaklanan emirlere değil. Bakanın, adalet ilmini (sıfat) ve onun gereğini emretmesi gerekir. Bu, bakanın, Hakk ile emretmesi demektir. Diğer tüm bakanlıklar için de bu bir Sine qua non’dur: Hakk ile emretmek. Hakk üzre olmak. Kavram, eylemle kurumları oluşturur. Kurumların içi boşsa bu düşünülmeli. Adalet bakanlığı diğer bakanlıklarla, başbakana bağlıdır. Başbakan bu metaforda Rabbül Alemin’dir. Milletvekilleri İlliyûn Melekleri gibidir, dokunulmazdırlar. Allah ise tüm bu ayrımların birliği olan Devlettir. Allah, hükmi şahsiyettir. Her şeye o hükmeder ama onun ayrı bir varlığı yoktur; varlık tümüyle odur, devlet gibi.

Adaleti sağlamak devletin görevidir dersek, bu doğrudur; bakanının görevidir dersek, bu da doğrudur; hakimin görevidir dersek bu da doğrudur; fark mertebelerdedir. Farkın, ayrımın birliğe gelmiş ifadesi devlettir.

Yasama, yürütme ve yargı üçlemedir. Metin Bobaroğlu, bunun İslâm’da ilim-irade-kudret olduğuna işaret eder ve kuvvetler ayrılığı yerine, “Kuvvetler ayrılığı ve birliği” denilmesini önerir.

Tevhidin, monoteizm olarak anlaşılmasının; otoriter, tüm yetkilerin bir elde toplandığı, farkların baskılandığı yönetimler olarak yansıması şaşırtıcı olmasa gerek. Hukukun Üstünlüğü Endeksi, ülkemizi 126 ülke arasında 109'uncu olarak gösteriyor. Üst sıralarda tek bir Müslüman ülke yok. En fakir ülkeler, ağırlıklı olarak Müslüman, onları idare eden liderler ise dünyanın en zenginleri arasında.

*Doğada diyalektiğin varlığı tartışılmış bir husustur. Beden doğaya aittir, beden özne midir? Doğada da olsa, bu aşılmış birliği (diyalektiğin ortadan kalkışı) bireşim olarak tevhid olarak gören/akleden özne olarak insandır bu yazıda bahsedilen.

**Dönemin terminolojisi ile “zıt” olarak karşılanmış olsa da, aslında “karşıt” anlamındadır.

Yararlandığım kaynaklar:

Muhyiddîn İbnu’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem (Ahmet Avni Konuk Tercüme ve Şerhi)

Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu

G.W.F. Hegel, Mantık Bilimi

G.W.F. Hegel, Din Dersleri

Metin Bobaroğlu, Dinle Ney’den

Metin Bobaroğlu, Bâtınî Gelenek

Metin Bobaroğlu, Kişisel Yazışmalar (2009-2019)

http://hikmet.net/ve-alleme-ademel-esmae-kullehabakara-231-ayeti-neler-anlatmaktadir/


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.