YAZARLAR

Depresyon ve öteki

Kapitalist ekonomi hayatta kalmayı mutlaklaştırır. Meselesi iyi yaşamak değildir. Toplumun atomize oluşu sosyalliğin erozyonu karşısında, geriye sadece her ne pahasına olursa olsun sağlıklı tutulması gereken bir Benin Bedeni kalmıştır.

Byung-Chul Han “Şiddetin Topolojisi” isimli ilginç eserinde şiddetin ve şiddet algısının zaman içindeki değişimini ele almış. Yazar, kaybolmayan şeylerden olan şiddettin, huzur ve refah toplumlarında bile azalmadan devam ettiğinden söz ediyor.

Modernite öncesi zamanlarda şiddet her yerdedir. Hatta gündelik hayatın bir parçası olarak alenidir, toplumsal pratiğin ve iletişimin bir parçasıdır. Hükümdar iktidarını kan dökmek vasıtası ile ilan eder. Bu dönemde şiddet, iktidar ve hegemonyanın önemli birer aracıdır.

Modernite ile şiddet, gerek siyasal gerekse toplumsal meşruiyetini kaybeder. Şiddetin gösteri mekanları kapanır. İnfazlar artık özel mekanlarda yapılır. Bu topolojik dönüşümün bir ifadesi de toplama kamplarıdır; şehrin kıyısında bir mekandır. Hâlâ vardır ama utançla gizlenir. Bir önceki dönemde cephesel karşılaşma olan, artık viral bulaşmadır. Şiddet, derinin altına, satır aralarına, ruhun iç mekanlarına sinmeye başlar. Etkisi artık konfrontasyon değil kontaminasyon’la görülür. Fail kendisini görünmez kılar. Her iki dönemin ortak yanı, şiddetin hâlâ olumsuz şiddet olmasıdır. İyi ve kötü, dost ve düşman, fail ve kurban kutupları mevcuttur.

Modern zamanlarda cephe, Ben’in dışında değil içindedir. Başkalarına karşı saldırganlık, kendimize karşı saldırganlığa dönüşmüştür. Yıkıcı gerilimler, dışa boşalmak yerine ruhu kemirir. Alışkanlığın otomatizminden yararlanan iktidar kendini olağanlıklar silsilesine yazdırır; artık daha zahmetsizce uygulanır.

Geç modern dönemde ise kutuplar artık yoktur. Başarı ve performansa odaklı özne, hiç kimsenin kulu değildir artık. Özgürleşerek, kendini giderek bir projeye dönüştürmüştür. Dışsal şiddet yerini “kendine yönelik zor”a bırakır. Başarı ve performans odaklı özne, kendini sömürme toplumunun bir parçasıdır; şiddetin, kendini öldüren bir şiddete ulaşması istisna değildir.

Egemenlik toplumundaki kelle alıcı güç dekapitasyon yerini, disiplin toplumunda deformasyon’a, başarı ve performans odaklı toplumlarda ise depresyona bırakmıştır.

“Kapitalist ekonomi hayatta kalmayı mutlaklaştırır. Meselesi iyi yaşamak değildir. Toplumun atomize oluşu sosyalliğin erozyonu karşısında, geriye sadece her ne pahasına olursa olsun sağlıklı tutulması gereken bir Benin Bedeni kalmıştır. İdeal değerin kaybı geriye sadece, sürekli dikkati kendi üstüne çekme peşindeki Benin sergi değerini ve yanı sıra bir de sağlık değerini bırakır. Çıplak yaşam, insanın uğrunda sağlıklı kalmak isteyebileceği her türlü teleolojiyi, her türlü “için”i yok eder. Sağlık artık yalnız kendi içindir ve ereksiz bir erekselliğe doğru boşalır gider.” Yazar, depresyona sıkça öncülük eden Tükenmişlik sendromunun, gönüllü bir özsömürünün patolojik sonucu olduğuna dikkat çekiyor.

Alıntılar, özetler sunduğum bu kitap okunması gereken kitaplardan. Twitter’dan Facebook’a kadar sosyal ağlarda örgütlenebilen ama iç dünyasında örgütsüz; kendisini sergilemeyi seven, sergileyememesini dert edinen, başarıyla sergileyen üzerinden kendini eksik hisseden; ereksiz, içi boşaltılmış bir sözde Özgür Özne olarak insanın güncel sorunlarına ustalıkla değinmiş.

Depresyon, ideel ben ile reel ben arasındaki yırtılmayı tamire dönük, faydalı bir mekanizma olmasına rağmen; Öteki’nin yokluğunda, post modern bireyin yaşamına bütünüyle yayılmıştır. Oysa birey, eylemi ile sözü (giderek düşüncesi) arasındaki yarılmayı birinci elden gözlemleyebilen bir vicdan varlığıdır. Aslında, kendisi ile ilişkisi daha önceki dönemlerde olmadığı kadarıyla derindir. Öz derinliğinden, derinliklerin incisi yerine bir avuç kum ile çıktığını göz ardı edemez.

Kadim gelenek, insanı tek yanlı, tek katmanlı olarak ele almaz. İnsan bir süreç varlığıdır. Giderek tinselleşen, lâtifleşen bedenine hükmedebilen bir varlık olarak insanın; aynı zamanda akıl mertebelerinde de tırmandığından söz eder. İnsan, sonsal erek/gayii illet yönelimi olmadan, aklın ve nefsin mertebelerini tesadüfen tırmanan bir varlık değildir.

Kitaba dönerek satırlarıma son vereyim. Byung-Chul Han, histerik insan, karakteristik bir biçim, morf gösterirken; depresif insan biçimden yoksundur, hatta bir a-morf’tur diyor. Karaktersiz bir adamdır. Depresifleşen ruhsal aygıt her ne kadar baskılama ve reddiyeden serbest kalmış olsa da karmaşık, düzensiz ve biçimsizdir.

Depresyonun bir tanımı “sınırsız imkânların, hâkim olunamayanla çatışması”dır. Depresyon, Öteki boyutunu içermez. Yıkıcı ölçüde bir kendine dönüklük, aşırı gerilimli, aşırı kontrollü, mebzul miktarda bir kendilik vardır. Özne artık kendinden bıkmıştır; kendiyle savaştan yorgun düşmüştür. Depresyonun yöneldiği bir nesne yoktur. Kendi de dahil hiçbir şeyle bağ kalmamıştır. Öteki’nin var olmadığı algı, sanal dünyada da öncelikle ve hep kendine rastlar.

İdeal-Ben ile Reel-Ben arasındaki boşlukta ortaya çıkan özsaldırganlıkta, kendisi ile kavga eden savaşan ben, sözde kendini tüm dış baskılardan kurtarmış olumluluk toplumunun bir üyesidir. Han, kendine yönelen bu şiddeti diğerlerinden daha ölümcül bulur, zira bu şiddetin kurbanı kendini özgür zannetmektedir.

Bugünlerde, her okuyuşumda ruhumu deşen satırlar ile bitireyim: “Jacobi’nin romanlarının kahramanları olan Alville ve Woldemarlar hep sıkıntı çekerler. Çektikleri sıkıntıların kaynağı yine kendileridir, çünkü nesnelliğe bir türlü teslim olmazlar. Bunlar kuşkusuz güzel ruhlu ve güzel ahlâka muktedir insanlardır, fakat kendilerini unutmaya, bu öznel bilinçten, dönüp dolaşıp eylemde bulunan özneye varan daimi bir refleksiyondan feragat etmeye, bir türlü yanaşmazlar. Bu kişilerin başlıca ayırt edici özelliği, nesnellikle ilgili bilinçli bir cehalet, her zaman kendine sıkı sıkıya tutunan bir öznellik sergilemeleridir. Kısacası, marazi ahlâksal karaktere sahip olmalarıdır. Eğer cehennem, Dante veya Goethe gibi büyük şairlerin de dikkat çektiği gibi, kişinin hep kendine dönük olması, kendi eylemi üzerinde sürekli refleksiyonda bulunmasıysa, nostaljik sızı tabii ki güzel ruhlara vergidir.”


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.