YAZARLAR

Beyler, halktan bu denli korkuyorsanız artık dükkânı kapatın…

Beyler, demokrasiden bu denli korkuyorsanız, dilerseniz artık dükkânı kapatınız; yalnız kapıyı çekmeden önce İmamoğlu’nun mazbatasını bir de bizim pasaportları verseniz...

Seçimler AKP-MHP ittifakının ve yancılarının istediği gibi sonuçlanmayınca, beklediğimiz gibi seçmenin yerel yönetimlerdeki tercihine saygı duymanın aslında pek o kadar da demokrasinin icabı olmadığına dair inciler saçılmaya başladı. Başı bu gibi yenilikçi fikirlerde her zaman önde giden Devlet Bahçeli çekti. Yerel seçimlerin sadece büyükşehir belediye başkanları için yapılmasını, ilçe yönetimlerinin de belediye başkanları tarafından atanmasını önerdi; hatta önermekle kalmadı, meclise getirilecek böyle bir düzenlemeyi destekleyeceğini de ilan etti. Ne var ki Bahçeli’nin bu önerisi, Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya ve Mersin başta olmak üzere birçok önemli büyükşehir belediyesinin artık muhalefetin elinde olması gerçeği karşısında yeterli bulunmamış olmalı ki, “yandaş yazar”lar el artırdı. Geçtiğimiz hafta iktidarın propaganda organlarından birinde yazan Ömer Lekesiz, zaten esas olanın sandıkta ortaya çıkan irade değil, memleketin bekası olduğunu, bu bekanın ise ancak Cumhurbaşkanı ve merkezi irade tarafından sağlanabileceğini ifade eden iki yazı yayınladı. Bu yazıların birincisinde zaten kayyum atanan yerlerde halkın HDP’ye duygusal sebeplerle oy verdiğini ve aslında devletin yeniden kayyum atanmasını istediğini söylüyor, kendisinin demokrasiye inanmadığını, kayyum yerine doğrudan belediye başkanı atansa, yani belediye başkanları seçimle değil de Cumhurbaşkanı tarafından atamayla gelse daha iyi olacağını ekliyordu. Ardından bildik şer cephesi, beka, fitne çevreleri, güçlü yönetim sözcüklerini sıralayıp sadede geliyor, diyordu ki, halk zaten partili Cumhurbaşkanı’nı bir kez seçtiğine göre, bir dahaki seçimlere kadar halka bir şey sormak niye? Eğer Cumhurbaşkanı’ndan memnun değilse onu bir daha seçmeyerek tepkisini gösterir. Yazarın, yaklaşık 70 yıl öncesine ait bir görüşü, II. Dünya Savaşı sonrasının Avrupası ve Amerikasında hâkim olan elit demokrasi teorisini tozlu dehlizlerden çıkarıp 2019 yılı Türkiyesinde orijinal ve yenilikçi bir fikirmiş gibi ileri sürerken, bu fikrin orijinalinin halkın cahil, propagandaya ve manipülasyona açık, küçük çıkarlar peşinde koşan, kendisi için neyin doğru olduğuna karar veremeyen, zaten siyaset gibi karmaşık meselelerden de anlayamayan bir “sürü” olduğu savına dayandığından ne denli haberdar olduğunu bilemeyiz. Elit teoriler, bu nedenle cahil halk yerine doğru kararları bu işlerden anlayan elitlerin vermesi gerektiğini, demokrasinin yalnızca onlar yerine karar veren bu elitlerin düzenli aralıklarla yapılan seçimlerle seçilmesinden ibaret olduğunu ileri sürüyor, hemen ardından da, böyle bir rejimin otoriter rejimlerden farkının ispat edilmesi içi olsa gerek, zaten halk liderin yaptıklarından, onun adına aldığı kararlardan ve uygulamalardan memnun değilse beş yıl sonra sandığa gittiğinde onu seçmeyerek bunu gösterecektir, deniyordu. Neyse ki söz konusu yazar, halkı düpedüz cahil addeden bu siyaset modelinin AKP’yi iktidara getiren ve bugün hala iktidarda tutan mağduriyet söylemiyle, “bu Cehapeliler bize cahil dediler, muhtar bile olamaz dediler, bize göbeğini kaşıyan adam, bidon kafalı, makarnacı dediler, bizi hakir gördüler” söylemiyle taban tabana zıt düştüğünü fark etmiş olmalı ki, dünkü yazısında, kendisini eleştirenleri Fetö-trollüğüyle, sivilceli oğlanlar ve erkekleşmiş kızlar olmakla suçlayan hakaretlerini sıraladıktan sonra, konuya açıklık getiriyor ve baklayı ağzından çıkarıyor: “Türkiye Cumhurbaşkanı’nın, cadı kazanı gibi kaynayan mezkûr sınırımızdaki ilgili mahallerde, devletini ve milletini korumak için kullanabileceği belediye başkanı atama yetkisini antidemokratik olarak gören gözler kör olsun!” Yani diyor ki, tamam yerel seçimler her yerde kaldırılmasın da, sadece memleketin belli bölgelerinde kaldırılsın, oralarda belediye başkanları doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atansın. Yani bazı bölgelerde yaşayanların seçme ve seçilme hakkı olmasa da olur.

Yandaş yazarlar seçim sonuçlarını bu minvalde yorumlayarak demokrasinin aslında öyle pek de matah bir şey olmadığı üzerine söz birliğine girmişken, Devlet Bahçeli’nin kazanmak için bir oy yeterlidir sözüne, “sözüm adam olanlar, adil olanlar, Allah korkusu olanlar için geçerlidir” diyerek açıklık getirmesi tartışmaya yine önemli bir katkı yapıyor. Sağ olsun, Sayın Bahçeli her zaman en kritik dönemlerde memleket siyasetine entelektüel açıdan olsun, hesap kitap işleri bakımından olsun, gereken katkıyı yapmaktan hiç geri durmayan bir siyasetçi olmuştur. Böylelikle, seçme-seçilme hakkına dair, yandaş yazarın getirdiği kısıtlama önerisinin dar bir bölgeyle sınırlı kalması yoluyla memleket bekasının bir kez daha tehlikeye girmesi ihtimali bertaraf edilmiş oluyor. Bu sözlerden anlaşıldığı gibi, “Adam olmayanlar, adil olmayanlar ve Allah korkusu olmayanlar” seçimi kaç oy alırlarsa alsınlar kazanmış sayılmayarak seçmen ve seçilen statüsünün dışında bırakılmış oluyor. E tabii, yazarlar, siyasetçiler böyle coşmuşken YSK geri durur mu? Binali Yıldırım’ın “seçimin patronu” ilan ettiği YSK, mis gibi bir kararla daha önce adaylıklarını onayladığı KHK’lıların seçilseler bile belediye başkanı olamayacaklarına, onların yerine seçilemeyen adayların mazbata alacağına hükmediyor. Demek ki neymiş, 1. Yandaş yazara göre Türkiye’nin cadı kazanı gibi kaynayan bölgelerinde oturanların, 2. Sayın Bahçeli’ye göre adam olmayıp da mesela kadın olanların, 3. Yine Sayın Bahçeli’ye göre adil olmayanların, 4. Aynı kaynağa göre Allah korkusu olmayan ateistlerin seçme ve seçilme hakkı ile 5. YSK’ya göre hiçbir yargı kararı olmaksızın, hukuken OHAL dönemi ile sınırlı olması gereken bir tasarruf sonucu OHAL KHK’sı ile ihraç edilmiş olanların seçilme hakkı ve onlara oy vermiş olanların seçme hakkı olmamalıymış.

Zaten hak dediğiniz nedir ki, Cumhurbaşkanlığı rejimi ile geçtiğimiz “ileri demokrasi”nin elinin kiri. Sonrasında işte elimizde kala kala, seçimlerde hangi partiye oy vereceği soyadından kolayca anlaşılan seçmenlerin seçmen listesinden düşürüldüğü iddiası ile iki haftadır ilan edilmeyen İstanbul sonuçlarının açıklanmasını beklemek kalıveriyor. Tabii bir de Çırağan Sarayı’na eklenen kaçak kış bahçesinde yapılan yılın düğününde Kuran okunurken ışıltılı şamdanlar, yanar dönerli kıyafetler ve ancak masallara yaraşır şatafatla boy gösteren yeni Türkiye’nin “elitleriyle” marketlerde kilosu 10 liraya satılan soğanı ucuzluk marketinde ucuza alabilmek için birbirini ezen kalabalığın görüntüsünün oluşturduğu tezat.

Şöyle bitireyim: Beyler, demokrasiden bu denli korkuyorsanız, dilerseniz artık dükkânı kapatınız; yalnız kapıyı çekmeden önce İmamoğlu’nun mazbatasını bir de bizim pasaportları verseniz...


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.