YAZARLAR

Bir mazbata uğruna ya rab ne hukuklar batıyor

Kazanırken herkes demokrat. İktidarın, hegemonyasına güvenerek dokunmadığı alanlardan biri seçim hukukuydu. Şimdi onun tahrip edilişini izliyoruz. Dünya alem hep beraber.

Seçim sadece demokrasi oyunu için değil meşruiyet sorununu aşmak isteyen otoriter/totaliter yapılar için de gerekli bir gösteri. Muhtemelen bu yüzden 12 Eylül faşist cuntası 1983 seçimlerini düzenlerken “seçim hukuku”na gönülsüz de olsa riayet etti. Gönlünden geçen aday (Turgut Sunalp, eski bir general idi) kazansın diye ellerinden geleni yaptılar, ama o değil de Turgut Özal kazanınca, üstüne üstlük Necdet Calp hiç istemedikleri bir başarıyla ikinci parti olunca ses etmediler, sineye çektiler. Seçim hukukuyla oynamak, meşruiyet ihtiyacının inkârı olacaktı, mecbur hissettiler.

Seçim hukuku, Türkiye’nin eski “hukuksuzlukları”ndan da şimdiki “anti-hukuk” serüveninden de en az etkilenen alanlarından biriydi, belki de tekti. Mevcut iktidar partisi iktidara gelişini bu nispeten “başarılı” düzenleme ve işleyişe borçlu mesela. Bu seçime kadar, mevcut iktidarın yönetim dönemi boyunca, seçimde sorun olduğu iddiası muhalefet tarafından gündeme getirilir, iktidar da öyle bir şey olmadığını tekrarlar dururdu. Ürettiği argümanlar, gösterdiği deliller kimilerince ikna edici bulunmasa bile iktidar için daima tatmin edici görünüyordu.

Şimdi durum değişti: iktidar, seçimde sorun olduğunu, hile olduğunu, arıza olduğunu söyleyip duruyor. Ha, HDP’nin hiçbir itirazını ya da talebini kabul etmiyor, örneğin üç oyla kazanılmış yeri tartışmaya açmak istemiyor, hiç de zayıf olmayan deliller getirilen Muş’ta her talebi reddediyor filan. Fakat biraz Ankara ama kesin biçimde İstanbul için, şimdiye kadar kullandığı bütün argümanları çöpe atacak biçimde mazeretler, sözde deliller, tuhaf argümanlar öne sürüp duruyor. Bir tek “sandığa cinler girdi” denilmediği kaldı. Her an denilebilir, çünkü üniversite giriş sınavındaki hilelere karşı itiraz yükseldiğinde dönemin ÖSYM başkanı öyle der gibiydi, şimdi o başkan bir mücrim o zaman kendisini koruyan şimdiki iktidara göre bile.

Seçimden önce, seçim hukukunun da “anti-hukuk” prosedürlerine tabi tutulacağının alametleri belirmişti, istihbarat notlarının sanki habermiş gibi sözde amiral gemisinin bayrak direğine asılması ve peşinden gelen GBT tehditleri, YSK’nin “hakkında istihbarat olan” adayları kabul etmemesi gerektiği saçma iddiası, en önemlisiydi bu alametlerin.

Şimdi seçim oldu. İktidar Ankara’yı kaybetti. Antalya’yı kaybetti. En önemlisi istanbul’u kaybetti. Kazanırken herkes demokrat. Şimdi “mazbata vermeme” mızıkçılığı tüm hukuki çerçeveye rağmen büyük inat ve ısrarla, hem de normal bir şey oluyormuş gibi devam ediyor. 31 Mart gecesi hala bitmedi bu yüzden, ikinci ve gerçek 31 Mart Vakası bu. Hem de bu sefer miladi 31 Mart vakası. Ne oluyor? Zaman mı kazanıyor? Dosya mı temizliyor? Tabanı mı yatıştırıyor? Kimi kurumlarla pazarlıklar mı yürütüyor?

Hepsi mümkün ama bence hiçbiri: Seçim hukukunu imha etmeye yöneliyor. Geç kaldı. Hakimiyetine çok güvendiği için bugüne kadar bu alana dalmaya gerek görmemişti. Mevzuatın açık hükmüne rağmen mazbata vermeme tipik bir “anti-hukuk” işlemi. Seçim hukukunu oluşturan mevzuat ve prensiplere rağmen oy saydırma girişimleri de öyle.

Kalkınma ismi inşaattan iflasa sürüklendi. Adalet ismi zaten Rabbena adaleti değil “hep bana” adaletiydi. İyi kötü işler halde kalan tek hukuki alanı da dünya alemi seyre çağırarak, örf, adet, teamül ve etik dinlemeden, dert etmeden imha etmeye çalışıyor.

Kenan Evren bile becermişti seçim sonucunu sindirmeyi ve seçim hukukuna dokunmaya çekinmişti. O günler darbe/sıkıyönetim günleriydi, istisna hukuku günleri. Bugünler anti-hukuk günleri.