YAZARLAR

Bir yurtsuzluk sembolü: Kızıl elma

Kızıl elma, yurtseverlik, yayılmacılık ve militarizm arasındaki karmaşık ve çatışmalı ilişkinin sembolik düzeydeki ifadesini temsil eder. Onun varılacak bir menzil veya yaşanacak bir yerden çok bir “istikamet” olması da bu bakımdan bir anlam taşır.

Kızıl elma, Türkiye’de milliyetçi söylemin kullandığı önemli sembollerden biri. Sembol, Afrin’e yapılan askerî harekâtla birlikte tekrar gündeme gelmişti. O günlerde, bir muhabir harekâta katılan askerlerden birine “İstikamet neresi?” diye sormuş ve askerden “Kızıl elma!” yanıtını almıştı. Askerin yanıtı, bir süredir milliyetçi nostaljinin vaat edilmiş topraklarında nadasa terk edilmiş durumdaki bu sembolün, Cumhur İttifakı’nın beka siyaseti çerçevesinde yeniden dolaşıma sokulmasına vesile oldu. Kızıl elma, gazetelerde hikâye edildi, televizyon programlarında tartışıldı, Erdoğan’ın miting konuşmalarında dile getirildi ve bayağı bir popülerlik kazandı. Bu popülerliği, milliyetçi ajitasyonun kazandığı hızla açıklamak, onu yerli ve milli ittifakın başarı hanesine yazmakla yetinmek son derece kolaycı bir yaklaşım olur. Zira birçok ortak sembol gibi, kızıl elma da zıt karakterli düşüncelerden ve birbiriyle çatışan duygulardan oluşmuş bir belirtiler toplamıdır aslında. Belirtiler, sembollerin popülerliğinin, onların derinde yatan ve kolektif olarak paylaşılan endişelerle baş etmede ne ölçüde işe yaradıklarına bağlı olduğunu gösterir.

Gel gelelim bu endişeleri görebilmek, öncelikle sembollere yüklenen anlamların tarih içinde aldığı mesafeyi kat etmeyi gerektirir. Çünkü başlangıç aşamasında semboller daha yalın haldedirler ve onların güncel kullanımlarının bastırdığı veya gizlediği sorunları ancak bu hallerini gözlemleyerek teşhis edebiliriz. Bugün kızıl elma derken, Türk milletinin mutlaka yönelmesi gereken, ama hiçbir zaman tam olarak elde edemeyeceği idealler kastedilir. İnsan bu ideale erişmek için ne zaman bir adım atsa, tıpkı Zenon paradoksunda olduğu gibi, ideali ondan o adım nispetinde uzaklaşmaktadır. Fakat hiçbir zaman ulaşamayacak olsa da Türk’ün bu ideali yine de takip etmesi gerektiğine inanılır. Çünkü bu yolda atılan her adımda milleti kendini bir kez daha aşacak ve daha iyiye doğru gidecektir. O halde kızıl elma, mükemmelleşme yönündeki tatmini imkânsız arzuyu ve bu arzu doğrultusunda harcanan biteviye çabayı temsil eder. Çaba, bazen bir medeniyet hedefine, bazen tüm Türkleri bir çatı altında birleştirecek olan Turan idealine, bazen de nizam-ı alem uğruna tesis edilecek olan cihan devletine odaklanmış olabilir. Hedef ne olursa olsun, mesele hep bu imkânsız mükemmelleşme çabası olacaktır.

Bugün kızıl elma sembolünün, bir ulusun kendi potansiyelini gerçekleştirmek ve kendini aşmak biçiminde sabitlenen bu anlamı, aslında tarih boyunca ortaya çıkmış problemlere önerilen değişik çözümlerin oluşturduğu kabuğu temsil etmektedir. Kabuğun altındaysa, önerilen çözümün içeriği ne olursa olsun, tarihsel açıdan değişmeden kalan davranış biçimlerini doğrulayacak bir mantık bulunur. Bu davranış mantığını yakalayabilmek için, ulusal toplulukların söz konusu kurucu mitlerle nasıl ilişki kurduğunu görmek gerekir. Kurucu mitler, bir milletin kökenini veya üzerinde yaşadığı toprakla olan bağını açıklamada işlev görürler. Aynı zamanda, insanın kendi ulusunu diğerleri arasında farklı kılacak bir gayeyle donatma, onun tarihsel davranışına bu yoldan yön verme açısından da son derece kullanışlıdırlar. Böylesi gayeleri temsil eden semboller ve onların etrafında örülen efsanelerin oluşturduğu anlatılara “motor mit” (“mythomoteur”) adı verilir. Kızıl elmanın bu neviden motor mitler ailesine ait olduğu tartışmasız açık. Asıl tartışma, bu sembolün ortaya çıkış koşulları ve dönemiyle ilgili. Kimi araştırmacılar bu miti Oğuz destanlarıyla ilgili bir çerçeve içine yerleştirirler. Kesin olan şeyse, Osmanlıların yeniçerileri ve halk kitlelerini galeyana getirmek için bu sembolü etkili bir şekilde kullandıklarıdır.

O halde, kızıl elma Türklerin İslam ile karşılaştığı ve gayrimüslim dünyayla din rehberliğine ilişki kurduğu dönemi niteleyen bir sembol olarak görülebilir. Sembolün çözüm ürettiği konu ne olursa olsun, değişmeyen bir gidiş yolu veya tarihsel açıdan süreklilik gösteren davranış mantığı önermesinin nedenini de burada buluyoruz. Çünkü burada, Orta Asya’dan dünyaya “yayılan” göçebe topluluklar üzerine kurulu bir tarih tahayyülü, Mümbit Hilal’de doğan ve dünyaya “yayılan” ilahi bir mesajın taşıyıcısı olan toplulukların dini tahayyülüyle bir araya gelmiştir. Türklerin çoğunluğunun İslamiyet karşısında kalıcı bir direnç sergileyememesini, hatta kendini İslam’ın öncü gücü ve kılıcı olarak yeniden tanımlayıp inancı içselleştirmesini, “yayılma” eğilimi üzerinden yakalanan bu uyumla açıklamak da mümkün. Bu yüzden, Türklerin motor mitlerinin veya sembollerin, din ve millet bağından türeyen değerlere ve hassasiyetlere gönderimde bulunmasına şaşırmamak gerekir. Kızıl elma, mekân üzerinde hiçbir engel tanımadan yayılmayı temel bir davranış mantığı, hatta dini ibadet biçimi olarak benimsemiş olan bir topluluğun sembolüdür. Özellikle Müslüman toplulukların en yakın komşusu ve rakibi olan Bizans, bu tür bir yayılma davranışının ana hedefi ve kök modeli haline gelir. Söz konusu davranış mantığının kaynaklarına ve öğelerine dair bazı ipuçlarına Müslüman düşünürlerin eserlerinde rastlamak mümkün. Burada Mu’cem al-Buldan (“Ülkeler Sözlüğü”) adlı eserde, Aya Sofya civarında dikilen bir İstanbul anıtı hakkındaki bilgileri olduğu gibi aktarıyorum:

Burada etrafı tümüyle pirinç levhalarla kaplanmış bir sütun var. Bu levhalar sütunun çevresini sarsa da içi pirinçten değil. Sütunun üzerinde bronzdan bir at yerleştirilmiş ve onun sırtına da Büyük Konstantin oturtulmuş. Büyük Konstantin’in sağ eli sanki yukarıya kaldırılmış gibi gevşek bir biçimde havada asılı duruyor. Açık durumdaki elin iç kısmı İslam beldelerini işaret ediyor. Sol elindeyse bir küre bulunuyor. Bazı günler denizden geçen yolcular da bu sütunu görebiliyormuş. Küreyle ilgili söylentiler muhtelif. Kimileri şunu söyler: “Konstantin’in elinde bir tılsım var ve bu tılsım şehri düşmanlardan koruyor”. Kimilerine göre de küre üzerinde şu sözler yazılıdır: “Küre bu şekilde elimde durdukça bu dünyanın kralı olacağım, bu küre giderse krallığım da gider.”

Yazar Yakut al-Hamavi’nin on üçüncü yüzyılda Büyük Konstantin’e ait sandığı heykel aslında I. Justinianus’a ait ve onun 543 yılında kazandığı zaferlerin anısına dikilmiş. Ancak geçen yüzyılların ve anıtın ihtişamının etkisinden ötürü, heykeldeki kişinin şehrin kurucusu olan Büyük Konstantin olduğu düşünülmüş. İmparatorun elinde tuttuğu küre, Ortaçağ boyunca bir hakimiyet simgesi olarak kabul gören “globus cruciger” sembolünü betimliyor. Bu sembol, dünyayı temsil eden bir küre ve onun üzerinde Hristiyanlığın hakimiyetini göstersin diye iliştirilmiş bir haçtan ibarettir. Halk arasında yaygın olarak “elma” adıyla bilinen ve güneş ışıkları altında hafiften kızıla çalan bu altından küre, mekânın ruhu olarak görülür ve şehri düşmanlardan koruduğuna inanılırdı. Bu küreden güç almış şekilde tasvir edilen imparatorun sağ elinin, Doğu’dan gelecek akınlara “Dur!” dermişçesine İslam dünyasına yönelmiş olduğu al-Hamavi’nin dikkatinden kaçmamıştır. Yine seyyahların anlattığına göre, on beşinci yüzyılın ilk yarısında “elma” kralın elinden düşmüş ve bu çok kötü bir işaret olarak algılanmıştır. Nitekim heykele yüklenen bu anlamlardan ötürü, Osmanlılar İstanbul’u fethettikten sonra onu yerinden sökmüş ve sonra da eritip top dökümünde kullanmıştır.

Şimdi İstanbul’u fethederken denizden bu anıtı gören yeniçerilerin, II. Mehmet’in buyruğuyla Otranto’ya sefer düzenleyenlerin veya Viyana kapılarına dayanan askerlerin neden “istikamet” olarak kızıl elmayı belirledikleri biraz daha netleşmiştir sanıyorum. Elmaya duyulan iştah, başka inançların veya kültürlerin yurdunu korumasız bırakmaya dönük bilinçdışı arzudan türemektedir. Bu iştah, tüm dünya Türklerin olmadığı müddetçe, tam olarak tüketilebilir değildir. Ama işin püf noktası da zaten buradadır. Kızıl elma sembolizminde keyif verici olan yan, bir gün hedefin tam olarak elde edilecek olması değildir. Asıl iş, bizatihi hedefe giden yolun her tekrarda yeniden kat edilmesidir. Bir tekrar döngüsü içinde bu yolu izlemek, bir sonraki mekânın da ruhunu ele geçirinceye kadar ara verip yeniden başlamak, kızıl elma sembolizminin temel dinamiğini oluşturmaktadır. Milliyetçi tahayyül, bu dinamiği bizi mükemmelleşmeye götüreceğinden ötürü benimsememiz gerektiği iddiasındadır. Ama burada mükemmel olanın, yani keyif verici olan davranışın, bir başkasının topraklarında “yayılmak” ve bunun için “savaşmak” olduğuna dikkat edilmelidir.

Sonuç olarak, bu sembolizmde betimlenen davranış mantığını, onun toprak ve insan arasındaki ilişkiyi nasıl tasavvur ettiğinden hareketle açıklayabileceğimizi görüyoruz. Bu açıdan ele alındığında, kızıl elma sembolik etkisini yurtsever ideallerin yayılmacılık ve militarizmle girdiği rezonans yoluyla ortaya koymaktadır. Yurt sevgisi, esasen sınırlı ve dışlayıcı bir şekilde tanımlanmış olan bir toprak parçasına gösterilen sadakatle ilgilidir. Oysa yayılmacılık, kızıl elma örneğinde, kişinin yuva olarak benimsediği toprağa dönük ilgisini değil, bir başkasının toprağına yönelik arzusunu esas alır. Bundan çıkan sonuca göre, toprak üzerinde yaşamak için değil, hareket etmek için vardır. Şimdi artık yurt insanın yerleştiği ve üstünde öleceği bir yuva olmaktan çıkmış, sonraki durağa kadar mola verdiğimiz bir konaklama istasyonuna dönüşmüştür.” İnsanların kimlik duygusunun yurt bilinci aracılığıyla kazandığı istikrarın bozulmasının, teritoryal farkın yarattığı aidiyet duygusunun silinmesinin insanın bilincinde yara açması kaçınılmazdır. Öyle ki son aşamada, böylesi bir yarayla yaşayabilmek için, doğacak çocuk sayısından pazar alışverişine, kültürel etkinliklerden bayramlaşmaya kadar her insani ilişkinin militarize edilmesi, toplumun her an savaşmaya hazır olan bireylerden oluşmuş bir orduya dönüştürülmesi gerektirecektir.

Kızıl elma, yurtseverlik, yayılmacılık ve militarizm arasındaki bu karmaşık ve çatışmalı ilişkinin sembolik düzeydeki ifadesini temsil eder. Onun varılacak bir menzil veya yaşanacak bir yerden çok bir “istikamet” olması da bu bakımdan bir anlam taşır. İstikamet kavramı, meseleyi otantik bir yurtseverlik deneyiminde olduğu gibi, kişinin kendini toprağa ait hissetmesi üzerinden çözmez, her zaman daha çok toprak ele geçirip kendine mal etmesi yönünde teşvik eder. Her yeri kendine ait kılma arzusunun altında, aslında hiçbir yere ait olamamanın yarattığı endişe yatmaktadır. Bu endişenin, Berlin Konferansı’nın gizli, Sevr’inse açık amacının Türkleri Anadolu’dan söküp atmak olduğu yönündeki milliyetçi retorikte bariz bir şekilde açığa çıktığını görüyoruz. Retoriğin dışa vurduğu şey, milletin üzerinde yaşadığı toprakla olan bağının eğreti olduğu ve kolaylıkla geri alınabilir olduğudur. Sembol yoluyla idealize edilen sürekli hareket içinde olma hali, esasen huzursuzlukla baş etmek üzere vazifelendirilmiştir. Hareket, bir yandan aidiyet hissinin geçiciliği ve kırılganlığıyla ilgili kaygıları tazmin edip bastırırken, diğer yandan bu kaygıların kaynağı olan yoksunluğu doğrular ve sürekli kılar. Kızıl elma, yurtseverin aslında bir yurttan yoksun olduğu gerçeğiyle yüzleşmesinin önüne geçtiği ölçüde popüler ve başarılı olur.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.