YAZARLAR

Barış yoksa huzur da yok

Bugün ortak vatan olarak algılanan bir Türkiye’den ya da ortak değerlere sahip bir toplumdan bahsedilebilir mi? Bu iktidar sayesinde “memleket içinde memleketler” oluştu. Kürtler kendi memleketlerinde, Aleviler kendi memleketlerinde, laik Sünniler kendi memleketlerinde, iktidar ve sermayesi ile birlikte destekçileri kendi memleketlerinde yaşıyor. “Herkesin Türkiye'si kendine” durumu söz konusu.

“İnteraktif dünyada” iç politika ne kadar iç politikadır? Uzaklardaki Venezuela ile ilgili olarak bile pozisyon belirleme zorunluluğu hissediyorsanız durum ortada.

Venezuela “uzak” örnek, yakın coğrafyada olan bitenin etkisi ise adı üstünde daha yakın, daha doğrudan. Hele hele bu yakında olan bitenin muhataplarından biri bizatihi bu ülkenin bir parçasıyken bu olan biten aynı zamanda içimizde(n), bizde(n) oluyor.

Yerel seçimleri dış politikayı da içine katarak bağlamından kopartan, bizatihi bu iktidarın yani Erdoğan’ın kendisi. Dolayısıyla yerel seçimlerde Erdoğan’ın dış politikasının oylandığını ya da onaylanmadığını söylemek abartı olmaz. İç ve dış politikayı beraber yürüten Erdoğan’ın bunu görmemesi imkansız. Erdoğan bir gerçeği daha görüyor olmalı: Yalnızlaşıyor.

Erdoğan’ın en güçlü silahlarından birisi halkın büyük ve sarsılmaz desteği ile hareket ettiği argümanıydı. Elbette öyle değildi ancak sandığa yansıması ve “resmileşmesi” için demek ki bu yerel seçimlerin beklenmesi gerekiyormuş. “AKP’nin yüzde 52 oy oranına sahip olması” bu durumu değiştirmez. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Hatay ve kaybettiği diğer bazı iller ekonomik ve sosyal nitelik açısından Türkiye’nin yarısından yani yüzde 52’den çok çok fazladır. Dolayısıyla Erdoğan dış basında da vurgulandığı gibi “sarsılmaz şekilde arkasında olan” halkın desteğini de yitirmiştir.

Türkiye’ye ve bölge halklarına neredeyse 15 yıl kaybettiren, politikaların içerideki teorisyenlerinden Ahmet Davutoğlu dışında herkese kulak tıkayan, “bu işin sonu iyi değil” diyenleri ihanet ile suçlayan Erdoğan, bugün artık tek başınadır.

Eğer bizatihi kendisinin de belirttiği gibi “mesajın gereğini” yerine getirirse, bu yalnızlıktan kurtulabilir ve belki dış politika çoktan çıkmış olduğu rayına oturabilir. Kendi politik geleceği açısından değil bizi sadece o ilgilendirmiyor ama “daha 4,5 yıl iktidardayız” dediğine göre Erdoğan’ın gerçekler ile barışması, Türkiye’den başlamak üzere bölgede sağlanacak rahatlığa ve barış ortamına katkı sunacaktır. Bunun aksi bir niyet ve politika felakete doğru giden süreci hızlandırmaktan başka işe yaramaz. Elbette Erdoğan kendisine vehmettiği (“iznimiz olmadan bölgede sinek dahi uçamaz”) gibi bir güce sahip değildir ancak en azından Türkiye’nin daha fazla zarar etmemesi için dönüş mümkündür.

AKP’nin yerel değil bölgesel projeler ile hareket ettiği ve yerel olanı bölgesel olana entegre etmeye (veya tersi) çalıştığını düşünecek olursak değerli Aydın Selcen’in önerisiyle 31 Mart tarihli yazısından devam edebiliriz:

Erdoğan her şeyden önce mezhepçi, fetihçi, etnik - ayrıştırıcı/ötekileştirici, ideolojik, savaşa dayalı politikalardan vazgeçmeli. O bugüne kadar “arkamda halk desteği var” derken sadece kendi tabanını kastediyordu ama Türkiye’de Kürtler var, Aleviler var, laik Sünniler var, Atatürkçüler var, sosyalistler, komünistler var. Sadece patronlar yok, koskoca bir işçi sınıfı var. Var oğlu var yani ve bütün bunları yok sayan ve dolayısıyla ülkenin şekillenmesine katkılarını reddeden politikalar duvara tosladı.

Bunların dış politika ile alakası var mı?

Eğer Suriye’de Türkiye’dekinin “devamı” olan Kürtler ile savaşıyorsanız var. Yine aynı Suriye’de Türkiye’deki Alevilerin devamı olanlar ile savaşıyor ve bunları (aslında Türkiye’dekileri de) dinen “mürted” sayıyorsanız var. Eğer Türkiye’de laik Sünnilerin devamı olan tüm İslam dünyasındaki laik Sünniler yerine Müslüman Kardeşler gibi örgütleri kendinize daha yakın hissediyorsanız var. Eğer koskoca Şii dünyasını dışlayıp Vahhabi Suudi Arabistan ile hareket ettiyseniz var. Eğer Atatürkçüleri yok sayıp devlet içinde sadece tarikatlara yer açıyorsanız ve bunların hemen hepsinin Arap-İslam dünyasında kaynakları/uzantıları bulunuyorsa var. Eğer ülkenizi sermayeye cazip kılmak için emekçinizin haklarını törpüleyip yüz binlerce mültecinin sömürülmesine göz yumuyorsanız var. Bu mültecileri gerektiğinde kendi halkınıza karşı bile kullanmayı düşünüyorsanız var. Eğer Suriye’den gelenleri “kendinizden” görüyor ve Türkiye’deki laiklere karşı ayrımcılık yapıyorsanız var.

Diğer yandan AKP iktidara geldikten sonra ekonomi iki yönlü işledi. Bir tarafta Erdoğan öncesi klasik sermaye, herhangi bir ideoloji ya da mezhepsel saik ile hareket etmeyen iş dünyası, diğer yanda AKP’nin kendi sermayesini (İslami sermayeyi) oluşturma çabası. Bunun “sermaye arttırımı” olmadan yapılamayacağı çok açıktı ve adres Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler oldu. Bunun sonucu olarak da Türkiye’de sosyal yaşam dokusunu mimari de dahil olmak üzere değiştirme ve parası olanın düdüğüne uygun hale getirme süreci başladı ki bugün artık gelinen noktada buram buram Arap-İslam kokan bir sermayemiz de var ve bu sermaye ne yazık ki Türkiye’nin birikimini arttırmak için değil önceden var olan sermayeye karşı oluşturuldu. Yani burada bile bir ayrımcılık sergilendi.

Bugün artık bir yandan zaten AKP öncesinden entegre olduğumuz Batı ekonomik sistemi, diğer yandan aynı Batı’ya karşı silah olarak kullanmak üzere güçlenmek için Arap-İslam sermayesi ile yürütülen ikili bir sermaye sistemimiz var. Bu sermaye bir şekilde belediyelere, oradan vakıflara kadar uzanıyor. Halkın vetosu ile karşılaşanlardan biri de bu entegre sermaye yapısı.

Bu liste uzar gider..

Peki ne yapmalı?

Bugün ortak vatan olarak algılanan bir Türkiye’den ya da ortak değerlere sahip bir toplumdan bahsedilebilir mi? Bu iktidar sayesinde “memleket içinde memleketler” oluştu. Kürtler kendi memleketlerinde, Aleviler kendi memleketlerinde, laik Sünniler kendi memleketlerinde, iktidar ve sermayesi ile birlikte destekçileri kendi memleketlerinde yaşıyor. “Herkesin Türkiye'si kendine” durumu söz konusu.

Bu bölünme ve ayrışmanın sebebi AKP’nin bölgesel projesinin bir gereği olarak Türkiye insanının oluşturduğu birikime olumlu yaklaşmak yerine “ithalat” yapması değil mi?

Kendi sermayenizi geliştirmek yerine Arap sermayesini getirirseniz, kendi insanlarınıza Müslüman Kardeşler inancını dayatırsanız, Vahhabiler ile işbirliği yapıp insanlarınızın bir kısmını ötekileştirirseniz en sonunda varılacak nokta Kürtlerin vardığı nokta olur: Madem yok sayılıyoruz, o halde kendi başımızın çaresine bakarız.

Erdoğan her şeyden önce “gerçek halk desteği görmek istiyorsa” bu ülkenin halkı ve gerçekleri ile barışmalı ve memleket içindeki bu memleketler arasında uyguladığı ayrımcılığa son vermeli.

Mesela Kürtler ile ilgili “Kürtler bazı güçler ile hareket ederek emperyalizme hizmet ediyor” diye özellikle Türk solunda dile getirilen bir argüman var. Buna karşılık Kürtlerin de “ne yapalım dost olmaya çalıştınız da biz mi reddettik” cevabı var. Bu kısır döngüyü kırmanın yolu elbette Türkiye’de demokrasi güçlerinin iktidarı ele geçirmesi. Ancak madem en az 4,5 yıl daha iktidarda kalacak Erdoğan, o halde Devlet Bahçeli ile ortaklığını bitirerek ırkçı, ötekileştirici politikalara karşı ilk adımı atabilir.

Aynı durum laik Sünniler ve Aleviler için de geçerli. İnsanların inancını ne şekilde yaşayacağı, Alevilerin ne olduğunu tanımlamak hükümetin işi mi? Devlete ve iktidara düşen kendi inançlarının gereklerini yerine getirmeleri için yine onların istediği şekilde yardımcı olmak değil mi?

Siyaseten kendisi ile aynı düşünmeyen ve kendi partisi dışında olanlar için de geçerli bu durum.

Topluma nasıl düşünmesi gerektiğini empoze etmeye çalışmak yerine, bu kesimlerin de kendi düşüncelerini en rahat şekilde yaşamalarını sağlamak iktidarların görevi değil mi?

İktidarın ön koşulsuz olarak Kürtlere el uzatması, derhal Suriye Kürtlerine de olumlu yansıyacaktır. Suriye Kürtlerinin elbette ilk muhatabı Şam ancak iki tarafta da çözüme kavuşulması sonrası oluşacak havayı düşünebiliyor musunuz?

Lübnan’da Suudi uydusu Saad Hariri yerine halk içinde daha geniş karşılık bulabilen hareketler ile barışmak çok mu zor? Suriye yönetimine “pardon” denilerek şu anda bulunulan yerlerde Şam ile birlikte hareket etmek ve Fırat’ın doğusuna yönelik “dalarız” politikalarından vazgeçmek en başta sınır illerinde yaşayanları ekonomik ve sosyal açıdan rahatlatmaz mı? Irak ile ihtilaf konularını gidermek için oturup konuşmak Türkiye’yi küçültür mü?

Hani hep “yerli ve milli” olandan bahsediyor ya iktidar, bölgesel konularda “bu bölgenin yerlisi” politikadan çok ne var, yeter ki bunları keşfetmeyi bilsin.


Musa Özuğurlu Kimdir?

Gazeteci. Mesleğe 1994 yılında başladı. Çok sayıda radyo ve TV kanalının haber merkezlerinde editörlük, muhabirlik, program sunuculuğu yaptı. 2010 yılında TRT Türk’ün Suriye temsilcisi olarak çalışmaya başladı. Suriye’de 2011’de başlayan süreci 2016 yılına kadar yerinde takip eden az sayıda yabancı gazeteciden biridir. Alanı Suriye başta olmak üzere Ortadoğu. Serbest gazeteci olarak çalışmaktadır.