YAZARLAR

Erdoğan’ın hassasiyetleri ve siyasal gerçeklik

Erdoğan rejiminin seçim stratejisi yerel seçim, milletvekili seçimi, cumhurbaşkanlığı seçimi ya da referandum fark etmeden aynı çizgiyi izliyor. Devlet tehdit altında ve bu tehditle ancak Erdoğan başa çıkabilir, onun karşısına çıkanlar da bu açıdan gayrimeşru. Bu stratejinin nedeni açık, AKP yenildi ve Genel Başkanı’nın seçmene vaat edebileceği hiçbir şeyi kalmadı.

Yerel seçimlere üç gün kaldı. İçişleri Bakanı, Yüksek Seçim Kurulu’nun onayladığı yani seçimleri yönetmek ve denetlemekle görevli en üst yargısal organın uygun bulduğu adaylardan terörle iltisaklı olanların görevden alınacağını beyan etti. İçişleri Bakanı kim? Demokratik meşruiyeti olmayan, halkın seçmediği, Cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir üst düzey bürokrat. Peki seçimlerle ilişkisi ne? İktidarın seçimlere müdahalesini engellemek için bir anayasal güvence olarak düzenlenmiş seçimlerde yürütücü bakanlıkların tarafsızlaştırılması normunun sonucu olarak görevde olmaması gereken bir bakan. Tabii 16 Nisan referandumu öncesi. 16 Nisan referandumunda anayasa değişikliği kabul edildikten sonra, yani henüz yeni sisteme geçilmeden yürürlüğe giren birkaç maddeden biri de seçimlere ilişkin bu güvenceyi, anayasanın 114'üncü maddesini kaldıran değişiklik. Yani İçişleri Bakanı dahil ilgili diğer iki bakanın tarafsız birer bakan lehine görevden çekilme zorunluluğu. Sistem değişikliği onu memur konumuna indirgediği için bunun değiştirildiği hukuk lafazanlarca söylenebilir fakat bu zorunluluk, henüz sistem değiştirilmeden yani bakan hâlâ seçilmiş bir kişiyken 24 Haziran seçimleri öncesinde kaldırıldı.

Artık İçişleri Bakanı atanmış bir kişi ve seçilmişlere ya da seçilmek için aday olmuş kişilere karşı ağza alınmayacak hakaretlerin yanı sıra hukuksal ve siyasal tehditler yöneltiyor. Sadece seçilme hakkını kullanmak için aday olmuş kişilere değil, seçmenlere de. Bir daha söylemek istiyorum, partizan bir memur olarak, hiçbir demokratik meşruiyeti olmadan.

YENİLMİŞLİĞİN ZOR STRATEJİSİ

Erdoğan rejiminin seçim stratejisi yerel seçim, milletvekili seçimi, cumhurbaşkanlığı seçimi ya da referandum fark etmeden aynı çizgiyi izliyor. Devlet tehdit altında ve bu tehditle ancak Erdoğan başa çıkabilir, onun karşısına çıkanlar da bu açıdan gayrimeşru. Bu stratejinin nedeni açık, AKP yenildi ve Genel Başkanı’nın seçmene vaat edebileceği hiçbir şeyi kalmadı. Artık sadece kendi bekalarını düşünüyorlar ve sadece varlıklarını ortaya koyabiliyorlar. Dolayısıyla kendi sözcülerinden başka kimse medyada yer alamıyor, en ufak eleştiriler bile cezalandırma konusu yapılabiliyor. Güldür Güldür adlı programın başına gelenler tek başına düşünüldüğünde bile durumun saçmalığa nasıl vardırıldığına ilişkin bir kanaat oluşabilir.

Pazar günü yapılacak seçimlerin özgünlüğü ise HDP merkeze alınarak Türkiye’deki bütün partilerin düşman stratejisine eklenmesi. AKP ve MHP ittifakının dışında kalan herkesin terörist, terörle iltisaklı ilan edildiği bir seçim atmosferine giriyoruz. Kılıçdaroğlu’na idam tehdidi yöneltebilecek zemini bu ortam sağlıyor. HDP vekillerinin ve adaylarının kayyum ve cezaevi tehditlerine, İYİ Parti Genel Başkanı Akşener’in hapis tehdidine maruz kaldığı bir ortamdan bahsediyorum. Muhalefet, özellikle de ana muhalefet iktidarın bu stratejisini yarıp geçecek bir politik hattı tercih etmiyor. Sosyal demokrat çizgiden çoktan vazgeçmiş bir biçimde “seçmen hassasiyetleri”nin sanki emek, demokrasi ve eşitlikten yana bir siyasal hatta karşı konumlanmış olduğunu düşünerek. Bu da elbette Erdoğan tarafından belirlenen “hassasiyetleri” merkezine alıyor. Bu bağlam içinde Kürtler de, kadınlar da, LGBTİ bireyler de, direnen işçiler, köylüler de; en geniş yelpazede Erdoğan tarafından terörle iltisaklandırılan bütün halk kesimleri “yerli-milli” yarışında geri kalmak istemeyen muhalefet blokunun söyleminden uzak tutuluyor.

İstanbul Büyükşehir Başkan Adayı İmamoğlu’nun bu “hassasiyetleri” en pespaye biçimde kendisine karşı kullanan muhabire verdiği yanıtları dahi bir düzeyde, mahalli seçimler düzeyinde başarılı bulmak mümkün.

GELECEĞİ KURMAK

Fakat seçim sonuçlarından daha önemli bulduğum ve Türkiye’nin 31 Mart sonrasına ilişkin bir gelecek tasavvurunu içeren iki tavrı daha çok önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Bu iki tavrın da soldan geldiğini görmek gerekiyor. Birincisi cezaevinde cumhurbaşkanı adayı olmuş ve Türkiye siyasetine etkisini ve Türkiye’nin demokratik geleceğine ilişkin umudu diri tutan Selahattin Demirtaş’ın yaptığı açıklamalar ile yaratabildiği tartışmaydı. Abdurrahman Aydın dün bunu çok güzel yazdı.

31 Mart seçimlerinin sonrasında politik bir gelecek tasavvuru bakımından önemli olan ikinci tavır, Cumhuriyet Halk Partisi Beyoğlu Belediye Başkan adayı Alper Taş’ın Erdoğan tarafından belirlenen “hassasiyetler”in sınırını aşma biçimdir. Alper Taş Müslüman olmak ile sağcı olmak arasındaki bağı, yoksul kesimlerin muhafazakarlık ile kurduğu bağı aşmak için onlara benzemeyi reddediyor. Bu bağın yapay olduğunu, halkın içinde olanların devrimciler olduğunu söylüyor. Hatta tanımlanmış hassasiyetlere, Kürtlerin eşit yurttaşlık ve özgürlük taleplerine, cinsel ayrımcılığa uğrayan yurttaşların eşitlik taleplerine, bütün iltisaklıların eşit yurttaşlar olduğu taleplerine yanıt vererek; ayrıcalıklılara değil ezilene dönük politikalar izleyerek karşılık veriyor. Gerçeği reddetmeden onu dönüştürme gücünü siyaset yapmada bularak ve bu siyaseti doğrudan doğruya halkın yönetimde olması vaadiyle başlatarak… Hassasiyetler ve tehditler ise halktan değil yine tanınmış bir simadan, memur edilmiş İçişleri Bakanı’ndan yükseliyor.

Türkiye’nin geleceğine ilişkin tasavvurlar, AKP’nin kapattığı bütün siyaset alanları açabilecek, siyasetin önüne veri olarak konan barajları, Erdoğan’ın belirlediği hassasiyetleri cesur biçimde aşabilecek, verili olanı dönüştürebilecek kadar gerçeğin gücüne dayanan bir siyaseti zorunlu kılıyor. Yalan düzeninde yalana karşı, talan düzeninde talana karşı olduğu kadar, hassasiyetlerin de gerçeğin gücüyle aşılabileceği, verili gerçeği dönüştürebilecek hatların nüvelerinin yaratılması gerekiyor. Türkiye’de bütün kurumların yeniden yaratılacağı uzun bir geçiş dönemindeyiz; böyle bir geçiş döneminde siyaset olduğu kadar ahlak da yeniden kurumsallaşacak, “hassasiyetler” de. Özellikle de ahlak, yani en basit biçimde çalmanın, yalanın ayıp görüldüğü; öldürmenin, ölüye saygı göstermemenin zalimlik görüldüğü; zenginliğin çoğundan şüphe etmek gerektiği; bir görevin ancak hak edilence icra edilebileceğine inanma, kadın ve erkeğin eşit olduğu gibi basit ahlaki normlardan bahsediyorum. Siyasetin öncelikli müdahalelerinden biri de bu aşınmaya karşı konumlanacak… Solda konumlanacak.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.