YAZARLAR

Aynı hayatların cici replikaları: Olmayan ev

Şimdiye kadar asgari ücretle geçinen dört kişilik bir aile için ev tasarlandığını hiç görmedim. Çünkü bu gerçeklik güzel değil, öyleyse tasarlamaya değmez. Oysa üzerine düşünülecek ne kadar çok konu var. İşte size, çok güçlü bir tasarım sorusu. Mekanın en verimli şekilde kullanıldığı, ihtiyaca göre esneyebilen bir ev nasıl olur?

Bir heykeltıraş, ressam ya da yazar evi hayal edin. İki katlı. Kocaman, güzel bir bahçesi var. Yeşillikler içinde. İç mekanları büyük ve ferah. Evin sakin bir köşesi, sanatçının atölyesi için. Bahçede büyük partiler olacak. Öyleyse bahçenin uygun yerinde, misafirler için küçük ama konforlu bir müştemilat şart. Bahçıvan ve ailesi için de bir müştemilat gerekli. Ama o, bahçenin en gözden ırak köşesinde. Konforlu olması da şart değil. Hatta özellikle olmamalı. Çünkü her şey, sadece evin sahibinin kusursuz yaşamı için var.

Tarif ettiğim ev, Türkiye’deki mimarlık bölümlerinin çoğunda, genelde ikinci sınıf mimari tasarım atölyesi tasarım konusudur. Sadece eğitim değil. Üşenmeyin, mimarlık dergilerine bir bakın, hepsinde benzer evler bulursunuz. Tek bir yaşamın cici replikalarını sunarlar. Oradakiler herhangi evler değillerdir, isimleri vardır: “KA Evi, S Evi” gibi. Harfler sahiplerinin isimlerindeki harflerden türetilir.

AB Evi, Poles Arquitetura, Brezilya, 2015 - fotoğraf: Maurício Froldi

Fakat ben böyle bir ev bilmiyorum. Hiç görmedim. Bahçenin sakin yeşilliğine bakan o büyük çalışma odasında hiç çalışmadım. Sadece benim değil öğrencilerin de böyle bir yaşamın nasıl olacağına dair hiçbir fikri yok. Tek bildikleri, sevimsiz yapıların üst üste yığıldığı, üniversiteye gelmek için saatlerini harcadıkları, dar kaldırımlarında yürüdükleri çirkin kentler. Muhtemelen yatak odası ile çalışma odasının aynı mekana sıkıştığı bir evde yaşıyorlar. Çevrelerinde mimarlığa dair bir şey yok. Derste, “…mış” gibi yapılıyor.

Gerçek yaşam böyle bir şey değil. Ama yine de kendi evim üzerinden tekrar hatırlatayım.

H EVİ

Hadi kendime “yazar” diyeyim. Şişli’de 1960’larda inşa edilmiş eski bir evde yaşıyorum. Şanslıyım ki, çalışabileceğim küçük bir odam ve duvarı kaplayan bir kütüphanem var. Çalışma masam, marangoza kestirdiğim “MDF plaka” ve demirciye yaptırdığım iki basit ayak. Bir duvara bakıyorum. Duvardaki pano, notlar ile dolu. Bu kadarı yetiyor ya da yetiniyorum.

Çalışma odasının hemen yanında yatak odası. Koçtaş’tan aldığım giysi dolabından nefret ediyorum. Sanki üstüme devrilecek. O kadar yer kaplıyor ki, yatağa ancak tek bir yönden girebiliyorum. İçinde kocaman bir yatağın dışında hiçbir eşyanın olmadığı büyük, ferah bir oda hayal ediyorum.

Bir arkadaşım bende kalacaksa, ya salondaki ortası çökmüş kanepede ya da çalışma odasındaki, açılınca yatak olan küçük kanepede yatacak. Ama maalesef küçük kanepe çok sert ve rahatsız. Sabah her yeri ağrıyarak hangi kanepede uyanacağının tercihi misafire kalmış.

Daha bitmedi. Öndeki salonu arkadaki yatak ve çalışma odasına bağlayan dar koridorda banyo ve tuvalet var. Tuvaletin kapısı tam kapanmıyor. İnatla yaptırmıyorum. Üşeniyorum, tamir ettirmeye. Herhalde, aralıktan kimseyi dikizleyecek halim yok. Ama o sifon yok mu, kullanınca bütün ev inliyor. Yani gece zırt pırt tuvalete kalkan misafir, bana göre hiç makbul sayılmaz.

Mutfak küçücük. Kapısı açılınca mutfağın yarısını kaplıyordu; buzdolabı, arkasında kalıyordu. Dolaptan bir şey almak adeta işkenceydi. Bir gün delirip kapıyı söküp attım, iyi ki yapmışım. Bulaşık makinesi için yer yok. Tezgah dersen göstermelik. Bir türlü, o reklamlarda gördüğüm düzenli mutfaklardan olmuyor. Her yemek yaptığımda savaş alanına dönüyor.

Salon, en sona kaldı. Üç kişilik kanepe, iki koltuk, küçük bir masa ve televizyon sehpası. Hepsi dip dibe. Kimileri “sıcak ev ortamı” diye düşünebilir, ama kontenjanı sınırlı. Dördüncü kişiye yer yok. İnsan-nesne oranı bozuluyor, salonda durulmaz oluyor.

Bir de sürekli eve girip çıkan tamirciler var. Nefret ediyorum. Akıtan sifon-musluk, zırt pırt atan sigorta, bozulan ampuller, oraya buraya çekilmiş sıva üstü prizler, baş edilemeyen kablo yığınları, arada akıtan tavan ve sıva-boya işleri. Keşke bunlarla kalsa: Apartmanın her yıl bakıma giren eski kalorifer sistemi ile devamlı bozulan ve çalışırken tuhaf sesler çıkaran asansör de bir başka sorun. Bütün bunların toplamından, orasına burasına bir şeyler eklenmiş, uzatılmış, çakılmış, delinmiş, yamanmış bir ev çıkıyor ortaya.

Kentsel dönüşümün yeni evleri buna bir çare oldular mı? Hayır. Bizimkilerin evinden biliyorum, aynı şeyler orada da tekrarlanıyor. Eve bir türlü sığamadılar. Olmadık yerlerde kolonlar, köşeler... Kanapeler, dolaplar, yataklar bir tuhaf duruyorlar. Mekan ile nesneler arasında uyum yok. Görüntülü diafon bozulmuş. Oysa babam çok sevmişti. Geçen gittiğimde gördüm, elektrikçi köşeye priz çekiyordu.

MİMARLIĞIN YALANLARI

Mimarlık, biçimler çuvalından rastgele biçimler seçmek değildir. Lüks olup olmamalarını kastetmiyorum. Oturduğumuz evler mekan kurgusuna sahip değiller. Mekan-insan ilişkisi yok. Tam da mimarlığın olması gerektiği yerde mimarlık yok. Bunu rantla, parayla falan açıklayamazsınız. Bu, dert etmemekle, düşünmemekle, itina göstermemekle alakalı. Mimarlık bir disiplindir, norm belirler, biçim ile anlam arasında bağ kurar; işlev tarif etmez, olası kullanımlara imkan tanır.

Her sene mimarlık bölümlerinden binlerce öğrenci mezun oluyor. Bölümlerin internet sitelerine bakın, çoğunda “girişimci, dünya ile yarışabilen tasarımcılar yetiştirmektir amacımız” yazıyor. Gerçek öyle değil. O çarpıcı ve ilginç biçimler, bir disiplinin içselliğine sahip olmazlarsa anlamsızlar, havada kalıyorlar. Oysa mimarlık, bir yere yerleşmektir.

Peki, o zaman bu olmayan evler nereden çıkıyor?

.

Kendisini bugünün gerçeklerine kapamış bir mimarlık entelijansına ya da elitine sahibiz. Soracak olsanız, hepsi kendilerini daha güzel bir dünyaya adamışlardır. Hepsi eşitlikten ve özgürlükten yana, biraz ucundan da solcudurlar. Ama derste, bahçıvanın müştemilatı da o gizli köşede kalmalı, herkes yerini bilmelidir. İşte, kimseye söylemedikleri gizli mesaj budur.

Derste planlar masaya serilir, o mekanlarda geçecek ömürlere yukarıdan bakılır. 'Tanrı mimar'ın doğduğu andır bu. İnsanlar şuradan eve girecekler, şurada yemek yiyecekler, şurada televizyon izleyecekler, şurada ölecekler. Tek bir kalem çizgisi ile insanların yaşamlarını değiştirmeye muktedirlerdir.

Bazen diploma jürilerine davet ediliyorum. Öğrencinin ne söylediğini anlayamıyorum. Çizgi ile dil birbirine karışmış. Sanki herkes önce felsefe doktorası yapmış, sonra mimarlık okumaya gelmiş. Ağdalı, ağır bir dil. Kuramlar havada uçuşuyor. Çok şey söylüyormuş gibiler ama ortada soru(n) yok, anlam yok. Yapı, onlara göre zaten yavan bir şey, sözün altında ezileli çok olmuş. Bilgisayarda teslim paftalarını hazırla, etrafını bol ağaçla süsle, üç boyutlu görsellere güzel, bakımlı insanlar yapıştır ve hop, sınıfı geçtin.

Şimdiye kadar asgari ücretle geçinen dört kişilik bir aile için ev tasarlandığını hiç görmedim. Çünkü bu gerçeklik güzel değil, öyleyse tasarlamaya değmez. Oysa üzerine düşünülecek ne kadar çok konu var. İşte size, çok güçlü bir tasarım sorusu. Mekanın en verimli şekilde kullanıldığı, ihtiyaca göre esneyebilen bir ev nasıl olur? Taşıyıcı sistemi, malzemesi ve detayları ile böyle konut nasıl ucuza ve hızlı mal edilebilir? Doğru üretim sistemi nedir? Ve en önemlisi bütün bunlar bir araya geldiklerinde nasıl bir yaşam, nasıl bir kent parçası ortaya çıkar?

Mimarlık eliti böylesine yaşamlar yerine kendisini göz alıcı biçimlerle sınırlamayı tercih eder. Zaten bu konular biraz sakıncalı konulardır; bulaşılmamalıdır. Gözleri yukarı dikip, ütopyalar hayal etmek her zaman daha kolaydır.

“Mimarlar hayalci olur” derler ya, işte bu yüzdendir. Aslında içten içe burukturlar. Çünkü kendilerine vadedilen dünyayı bulamamışlardır. Sığınacakları tek yer, o olmayan, ideal evdir.

Not: Tabii ki mekanı dert eden, uğraşan kent planlamacılar, mimarlar, siyaset bilimciler, sosyologlar, psikologlar ve bu insanlara imkan tanıyan STK’lar, vakıflar, kurumlar var, biliyorum. Ama üniversitelerin mimarlık bölümlerini düşününce, biraz temkinli olmak kaydıyla, bahsettiğim konuları dert edinen mimarlık bölümü “neredeyse” hiç yok.


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.