YAZARLAR

Seçim, bireyler ve dökülecek inciler

Boykot, sonuç doğurması umulan bir siyasî tavırdır ve bunun şartlarının varolup olmadığını ayrıca, siyasî düzlemde tartışmak gerekir. Fakat bugünün olağanüstü zorlayıcı koşullarında, oy verip vermemeyi bir nevi bireysel “prensip meselesi” olarak, bir kişiliğe halel getirme sorunu olarak almak, eşi benzeri zor görülür benmerkezciliktir. Bunu siyasî tercih gibi sunmaksa riyakârlık.

Köşe yazarınız, durmadan bir şeylere şaşırsa ve bu memlekette doğup büyüyen herkesin en geç yeni yetmeliğinde kanıksadığı musibetlere hâlâ ilk defa karşısına çıkıyormuş gibi tepki gösterse, dolayısıyla şimdi anacağım payeyi hak etmese ve konumunun hakkını veremese de artık tecrübeli bir gazeteci sayılır, değerli okurlar. Bu yüzden, şu içinde bulunduğumuz mübarek seçim haftası boyunca, dünya yıkılsa seçimden ve memleket siyasetinden başka herhangi bir konuda herhangi iki satırı kimsenin okumayacağından emin, kendisi.

Şu anda kendisine doğru yol almakta olduğumuz yerel seçim fırtınası, dünyanın her yerinde aynı şekilde tarif edilen rutin siyasî hadiseye hiç mi hiç benzemiyor. O kelimeyi duyduğumuz anda bir meşum ve meçhul bâdireye yaklaştığımız duygusunun pençesine düşüyoruz. Gerçekte yalnız gelecek birkaç yılın belediye başkanı ve muhtarını belirlememize yaraması gereken sandıklar, son birkaç yıldır önümüze konan benzerleri gibi, kapakları açıldığında bin çeşit canavarın dışarı fırlayacağı, varoluşumuzu, özlemlerimizi, sevdiklerimizi, istikbalimizi paramparça ederek yutacağı karanlık dehlizleri hatırımıza getiriyor.

Bir zamanlar hep birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyaç duyulan zamanlardan geçerdik. Hayır, yanılıyorsunuz; zaman kelimesinin alt tarafı üç defa tekrarı asla birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla duyulan ihtiyacın tekrarı kadar sinir bozamaz. Devlet hoparlörlerinden bu ihtiyaç dile getirildi getirildi, kafamıza vuruldu vuruldu, sonunda memleketteki her türlü birlik-beraberlik ihtimali bizzat devlet eliyle yok ediliyor. Acaba iş Devlet’in (Bahçeli olanı) sevmediği herkesin yok edilmesine kadar varacak mı? Yoksa bir noktada birileri, gelinen düşmanlık, faşistlik, birbirinden nefret ederlik, ahlâksızlık, düşüklük, rezillik seviyelerini bizim için bile fazla görüp ‘yeter’ diyecek mi? Şu çirkinlik menbaı ağızlara sakız edilen bekâ meselesinin bu gidişle sahici hale geleceğini akıl edebilen çıkacak mı, gidişatı durdurmaya gücü olanların arasından? “Ezer geçeriz” tekzip edilmediğine göre, kolay değil.

OYSA PEK BASİT

Evet, önümüzdeki seçimin sorusu bu. “Seçimde ne yapmalı?”nın cevabı da son derece basit. Öylesine basit ki, iki kelimeyle anlatılabilir. Her meşrepten köşe yazarı her tipte okuyucuya aynı iki kelimeyle şıp diye anlatabilir. Bu yüzden, sonu geldiğinde başından uzaklaşılan, böylece dönüp tekrar aynı yoldan gelinmesini zarurî kılan, böylece vakit kazanma ve top çevirme şansı sunan cümleleri ardarda diziyorum. Yazı gibi yazı olsun diye. Yoksa, diyeceğim, belirttiğim üzre, son derece basit: Oy verilmeli.

Ayrıntılı gerekçeler sunmayacağım. Çünkü bunu biri yaptı. Murat Sevinç, Diken’de üç yazılık bir dizi kaleme aldı. İlkinin başlığı, “Oy verecek olmak ‘apolitik’ bir tavır mı? Eleştiriler, gerekçeler ve yanıt çabası”. Sevinç burada, sandığa gitmeyeceğini söyleyen insanların farklı saiklerini sıralıyor ve ele alıyor. Sevinç’in ikinci yazısı, “Parti içi sorunların çözüleceği yer, seçim sandığı olmamalı” başlığını taşıyor. Ama başlık yazıya yazık etmiş, çünkü başlıkta belirtilen, yazıdaki ayrıntılardan yalnız biri ve en önemlisi değil. Sevinç bu yazıda oy verme ile yurttaşlık arasındaki kritik ilişkiye, Türkiye’de oy verme işleminin özel konumuna, yurttaşlık varoluşunun neredeyse sırf buna indirgenmesinin anlamına değiniyor: “Gelişmiş batı demokrasilerinden farklı olarak, özel ve kamusal yaşamının sınırları, her seçimin sonucuna göre ya yeniden belirleniyor ya da yeniden belirlenme riskini barındırıyor.” Ayrıca, sandığa gitmeme eğilimindekilerin gerekçelerini tekrar, bu defa daha ayrıntılı inceliyor. Sevinç’in üçüncü yazısı, yüzyıllar öncesinden kalma bir denemeler derlemesini andırır şekilde, “Oy vermenin muhtelif yararları” başlığını taşıyor. Böyle bir denemeler kitabı, yüzyıllar önce olmasa bile en azından Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yazılıp el altından dolaştırılmalı, yeraltında yıldızlaşmalıydı.

Oy vereyim mi vermeyeyim mi şüphesi taşıyan ya da yakınındaki birilerini sandığa gitme konusunda ikna etmede zorlananlar Murat Sevinç’in yazılarını okusaler pek iyi ederler.

GELELİM MÜHİMİNSANLAR ÂLEMİNE…

Bendenizin Sevinç’in yazılarındaki değerlendirme ve gerekçelendirmelere ekleyecek şeyim az. Sadece meselenin bireysel-psikolojik boyutuna dair laf söyleyeceğim.

“Ben boykot edeceğim” diyen sayın hanımefendiler, beyefendiler, “Asla gitmem o sandığa!” duyurularını önlenememiş hapşırığın istenmeyen ifrazatı sûretinde yüzümüze saçan değerli insanlar, çok af edersiniz, siz kimsiniz ve sizin oy vermemeniz halinde ne oluyor? Bu dünya üzerinde ne oluyor? Kainatı falan ortaya getirmiyorum, bu memlekette ne değişiyor? Feci bir hayata sürüklendik ve daha fecisine düşüp boğulabiliriz. Siz bu gidişatı önlemek için ne yapmayı planlıyorsunuz? Çin Sarayı’nı basmak? Orta Asya’dan yeniden Batı’ya doğru yürüyüşe geçmek? Ailecek Batı’ya göçüp yerleştikten sonra bütün sefil Ortadoğulu ahaliyi -başta Araplar- zehirleyerek yok etmek? Kürtleri Yeni Zelanda’ya sürmek? Zaman makinesiyle gidip Emevi hanedanını atlayarak direkman cumhuriyete geçilmesini sağlamak? Kutsal kitapların baskılarını yok etmek? Ne yazık; bunların hiçbirini tek başınıza yapamazsınız. O halde belki sihirbaz getirtip bugünkü iktidarın destekçilerini uçuşan kelebeklere dönüştürtebilirsiniz. Bunun tek başına yapılması mümkün. Fakat tek başınıza boykot yapamazsınız. Gidip oy atmama kararınıza boykot adını veremezsiniz.

Boykot, sonuç doğurması umulan bir siyasî tavırdır ve bunun şartlarının varolup olmadığını ayrıca, siyasî düzlemde tartışmak gerekir. Fakat bugünün olağanüstü zorlayıcı koşullarında, oy verip vermemeyi bir nevi bireysel “prensip meselesi” olarak, bir kişiliğe halel getirme sorunu olarak almak, eşi benzeri zor görülür benmerkezciliktir. Bunu siyasî tercih gibi sunmaksa riyakârlık. “Seçim de sonucu da, dolayısıyla önümüzdeki -ne kadar sürer bilinmez- bir zaman diliminde bu memlekette nasıl yaşanacağı da beni ilgilendirmiyor” demek bu. “Oy kullanmama”, eğer siyasî tercihse, başkalarına önerilebilmesi gerekir. Bu tercihe göre, dürüst olan, muhalefet partilerinin seçime katılmaması için kampanya yürütür. Memleketin yarısı oy kullanmazsa bundan elbette sonuç doğar. Ama böyle şeyler için kıymetli bireylerin kendilerinden başka insanların da varolduğunu hatırlayabilmeleri gerekir.

Nüfusun bir bölümünü düşman-hain diye damgalayarak hayat hakkını elinden alma hedefi peşindeki bugünkü iktidar koalisyonu seçimde türlü hileyi yapabilir, seçim sonucunu -7 Haziran 2015’teki gibi- tanımayabilir, her şey olabilir. Fakat biz de şundan emin olabiliriz ki, seçim gerçekte kaybedilmişse, iktidarın hayatı bizimkinden beter değişecek. Muhtemelen ömrü daha çabuk tükenecek. İş elbette seçimle bitmeyecek, hak-adalet mücadelesinin daha zorlusu belki iktidarın fiilen kaybettiği, ama artık konumunu ancak hile ve zorla koruyabildiği koşullarda yürütülecek.

Bahsedilen, imhacı iktidar koalisyonunun altından zeminin çekilmesi, bir adım atılması ihtimalidir. Ve birey birey ne halt edileceği sözkonusu olduğunda, elbette herkesin şu basit soruya cevap vermesi gerekir: oy atarsam ne olacak, atmazsam ne olacak? Görebildiğim, büyükşehir insanının çamurlu yollardan sandığa gider gelirse üstünün kirleneceğinden endişelenen kesimi, herhangi bir toplumsal sorumluluk duygusu taşımıyor. Seçimden sonra, işler daha da berbat hale gelirse, “ben bulaşmadım o işe” diyerek kendini rahatlatacak.

Fakat hayattaki tek meselesi kendisi olmayan, bu ülkede nasıl yaşanacağını dert ediniyor gözüken insan, nasıl mazallah çamurun içine dökülürlerse tekini bile bulup geri takamayacağı incilerini düşünür?

Oy kullanmamak, fiilen, iktidara destek vermek demek. Bu kadar basitken..?

Murat Sevinç yukarıda andığım, linklerini verdiğim yazılarından üçüncüsünün girişinde “yıllar önce”sinden bir anı naklediyor ve bir bakıma muradını bir çırpıda özetlemiş oluyor; bunu aktararak bitireyim: “...Mülkiye’de, bir hocanın asistanına eziyet ettiği, haksızlık yaptığı duyulmuştu. Okul içi yazışma platformunda tepki göstermiş ve asistanı hocasına, hukuk profesörüne karşı savunan mesajlar yazmaya başlamıştık. Sevimsiz hukuk profesörü, insan, akademisyen ve hoca olarak berbat bir karakterdi. O esnada, emekli olmasına rağmen yazışma platformundaki tartışmayı takip eden bir hocamız şöyle bir mesaj yazdı: ‘Ben asistan arkadaşı tanımıyorum ve sorunun ne olduğunu bilmiyorum; ancak hocasını tanıyorum, bu yüzden asistanı destekliyorum.’ Yerinde bir tavırdı.”