YAZARLAR

Ağaçların bil dediği

Ağaç çürümüş meyvelerini, kurumuş yapraklarını dalında tutmaz, usulca bırakır onları toprağına. İnsan ise ısrarla kendisini ağırlaştırır o çürüklerle, ömrünü tüketir kurumuş yaşantılarla…

Yazdan önceki son çıkış…

Çok kısa zaman önce geride bıraktıklarımız dolunay, ekinoks, nevruz, elyaf yorganlar, yüksek doğalgaz faturaları, boğazlı kazaklar…

Geriye kalanlar ise bahar, patlıcan kızartmaları, öğle uykuları, pikeler, akşamüstü serinlikleri ve elbette yine dolunay…

Var olmayı her daim sürdürecek olanlar ise, dalgalanmalar, durulmalar, isyanlar, coşkular…

Ve daima ağaçlar…

.

Hayatımın hemen hemen her döneminde çeşitli ağaçlarla ilişkiler kurmuşumdur.

Bunlar günübirlik ilişkilerden ziyade daha uzun soluklu, bilmeye ve dinlemeye dayalı, göz teması bol, oturmalı, kalkmalı, durmalı, susmalı cinsten ilişkiler…

Söz gelimi yıllar öncesinin bir bahar mevsiminde güneyde bir yerlerde haftalarca yaşlı bir nar ağacına uyandım.

Ağaç, narların ağırlığına hazırlanıyordu o zamanlar. Daha vakti vardı. O vakit gelene kadar çiçekleriyle dinlendiriyordu gövdesini. Ben onun rüzgarıyla, rengiyle sarmaş dolaş olmuşken "sabah"tan geçiyordu nar ağacı, "uyku"dan geçiyor, "zaman"dan geçiyordu. O kente hangi çığlıkları, hangi ayrılıkları, hangi sevişmeleri bıraktıysam onların içinden geçiyordu. İki çiçek döküyordu avuçlarıma ve adına "aşk" dediğim, "hayat" dediğim, "saçmalık" dediğim ne varsa onlardan geçiyordu.

Sonra asılı kaldı toprakta. Ben onun gövdesine baktıkça kendimden geçtim. Kendimden geçtikçe havada köklendim ve adına "ben" dediğim, “o” dediğim, "dur" dediğim, "sus" dediğim ne varsa onlardan geçtim.

Sonra bir dut ağacı girdi hayatıma. Mahallenin yerlisiydi. Tüm mevsimlerde oradaydı. Tüm kavgalarda, kazalarda, düğünlerde, cenazelerde…

O zamanki evimin arka odasından günde sayısız kere bakışmalarımız olurdu kendisiyle. Yıllarca sürdü bakışmalarımız.

Odanın değişen gün ışığında hep onun dallarının gölge oyunlarını izledim duvarlarda.

Hayatımdaki çok fazla yazıya, yaraya, karşılaşmaya, doğuma ve ölüme eşlik etti.

Ben de ona eşlik ettim elbette, “ilişki” dediysem boşuna değil.

Zor kışlar geçirdik birlikte, gaz bombalarıyla, egzoz dumanlarıyla nefessiz kaldık, gecenin bir vakti sarhoşların sesiyle uyandık. Yaz aylarında önündeki masada az rakı sofrası kurmadım.

Tırtılların istilasına uğradı mesela bir keresinde de ödüm koptu ağacın kökünü kazıyacaklar diye. İzin vermezdim elbette kolay mıydı öyle ama yine de korku işte, gelince geliyor.

Öyle sevdim ki o dut ağacını tırtıllarına da eyvallah dedim. Tırtıllardan hastalandı sonra tedavi ettik onu bir güzel.

Dut ağacıyla göz göze geldiğim zamanlarda o bana en çok kendi iç zamanıma hürmet etmemi öğütlüyordu. Kendisinden örnek veriyor; sonbaharsa eğer “neden yaprak döküyorum” diye öfkelenmediğinden, yağmur yağıyorsa “niye ıslanıyorum ve güneş çıkmıyor” diye mücadele etmediğinden, esen rüzgarlarla değişen yaprakların yönünü, farklı bir tarafa yönlendirmeye çalışmayışından bahsediyordu. Neyse olan, onun içinde genişlemeyi, oracıkta durabilmeyi fısıldıyordu hep.

Bazı dutların, yaprakların altında kalıp güneş görmediğinden ve bu yüzden de geç olgunlaştıklarından bazısının da çabuk ballandığından dem vururdu. Bazısı güneşle daha flörtözken, bazısının daha ketum olduğunu anlatırdı. Ve oyuncu sorularından sorardı: “Şimdi kimi suçlayabilirim?", "Hangi duta kızabilirim güneşe yüzünü dönmüyor diye?", "Hangi yaprağımı dökebilirim, dutumun güneş ışınını engelliyor diye?"

Hepsinin kendi zamanı bambaşka. Olgunlaşma zamanı, meyve verme zamanı, vermeme zamanı, dökülme zamanı, yeniden tomurcuklanma zamanı, çürüme zamanı...”

.

Evden taşınacağım vakit en çok dut ağacından ayrılacağıma üzüldüm. Taşıyamazdım onu, vedalaşmayı bilecektim. “Onu da ben mi öğreteceğim sana” dedi ağaç ve nitekim öğretti de.

Hermann Hesse, “bir süre yaşadığımız her yer, ancak orayla vedalaştıktan epey sonra belleğimizde biçim kazanır ve hiç değişmeyen bir imgeye dönüşür. Orada bulunduğumuz ve her şey gözümüzün önünde olduğu sürece, tesadüfi ya da kalıcı şeylere hemen hemen aynı önemi atfederiz, gereksiz ayrıntılar ancak çok sonra silinir gider.” der.

O evin bir parçası olan dut ağacı da öyle oldu. Evi de bünyesine katarak köklerini içime saldı. Arada hâlâ bakıp sularım.

Yeni taşındığım evde ise bir portakal ağacına denk geldim. Ben böyle sabır, böyle sebat, böyle özgüven görmedim.

Küçücük bir ağaç, hayatında ne budanmış, ne de ilgilenilmiş. Öyle kendi haline bırakılmış. Toprağına sımsıkı tutunuyor. Tek bir tanecik meyvesi var. Aheste aheste onu büyütüyor. O büyüttükçe ben hayranlıkla meyvenin yeşilden turuncuya doğru olan renk değişimini izliyorum.

Öyle acelesiz, öyle hırssız ki…

Zamanı gelince meyvesi tupturuncu oldu.

Çünkü ağaçlar “zamanı gelince” bilgisine sahip.

“Yapmak”la işleri yok, “olmak”la meşguller. Ağaç olmak, meyve olmak, tohum olmak…

Büyüyüp serpilmekle, varlıklarını neyse o olarak ortaya koymakla ilgileniyorlar.

Deneyimin ta kendisinde soluk alıp veriyorlar.

Erguvan ağacının çiçek açma zamanı geldiğinde mercanköşkleri isyan etmiyor. Ihlamur ağaçları kokularıyla insanları mest etmeye başladıklarında akasya ağaçları bize neden sıra gelmedi diye küsmüyor. Hepsi kendi zamanını biliyor.

Kendi ritmlerinde dans edip, kendi sadeliklerinde yaşama sanatını icra ediyorlar.

Bahar çoktan kapıdan içeri girdi.

Kışın yorgunluğundan yavaş yavaş sıyrılıp yüzümüzü ağaçlara döndüğümüzde eminim ki onlardan çok şey öğreneceğiz.

Bu yazıyı kaleme almama vesile olan Hermann Hesse, “Ağaçlar” kitabında “ağaçları dinlemeyi öğrenen ağaç olmayı arzulamaz artık” der. “Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz. Yurt budur. Mutluluk budur.”

.

Bir ağaçla arkadaş olmak, kişiye en çok kendi doğasını hatırlatıyor. Mevsimlerin gelip geçiciliğinde gelip geçmeyen var oluşu gösteriyor.

Yaşam ve ölümün iç içeliğinde kendiliğin şiirini yazdırıyor.

Yaranın da şifanın da aynı gövdede olabileceğini söylüyor.

İnsana insanın içinde de var olan dalları, kökleri, meyveleri gösteriyor. Orada budanacak yerlere işaret ediyor.

Daha canlı yapraklar, daha olgun meyveler için çürümüş gitmiş ya da solmuş tarafları görmek ve onları bırakabilmek için cesaret veriyor.

Çünkü ağaç çürümüş meyvelerini, kurumuş yapraklarını dalında tutmaz, usulca bırakır onları toprağına.

İnsan ise ısrarla kendisini ağırlaştırır o çürüklerle, ömrünü tüketir kurumuş yaşantılarla…

Ağaç olgunlaşmamış meyvesini kolay kolay teslim etmez size, zordur olmamış meyveyi dalından koparmak. Beklemeyi öğretir ağaç, durabilmeyi, olabilmeyi, döngünün tamamlanmasını…

Yazıda yer veremediğim ama zamanında arkadaşlık ettiğimiz ve hayatıma temas etmiş ceviz, incir , meşe ve çınar ağacını da anmadan geçmeyeyim, vefasızlık yapmayayım onlara.

Velhasıl bu bahar bir ağaçla arkadaşlık etsenize.

Pişman olmazsınız.

(Fotoğraflar: Tuğçe Isıyel arşivi)


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.