YAZARLAR

Anneannemin söylemediği şarkılar

Anneannem dedemin zorlamasıyla birçok şarkı öğrenmişti. Bunları hiç söylemezdi, mırıldanmazdı bile. Teslim olmama inadıydı bu, dedeme verilmiş bir cezaydı. Anneannem, bu coğrafyanın kadınlarının payına düşen acıları çekip, bu acıların sebebi olan kadınlığından soyunarak güçleneceğine inanmıştı.

.

Fotoğrafta küçük oğlunun arkasında, kızının önünde görülen anneannem, 20'nci yüzyılın başında, Niğde’de hali vakti yerinde bir ailede doğup büyümüş, kendi kuşağından çoğu genç kız gibi, 14 yaşında hiç tanımadığı, kendisinden büyük bir adamla evlendirilmiş, üç çocuklu bir duldu. Daha doğrusu ben doğduğumda hovardameşrep, onun deyimiyle “kendine Müslüman, el iyisi” kocası sirozdan öleli çok olmuştu.

Oldum olası dindar bir kadındı. Çocukluktan başlamıştı ibadete. Böyle bir kadının (kadın demeye de dilim varmıyor, çocuğun diyelim) kısmetine demlenmeyi, meşk etmeyi, işveyi, cilveyi ve kadınları seven bir adam düşmüştü. Ağzından dua eksik olmayan, namazında, niyazında anneannem, dedemin zoruyla ut çalmayı ve birçok şarkıyı öğrenmişti. Dedem içki sofrasına oturduğunda ona eşlik etsin diye… Ona evde belletilen kadınlık bilgisine meşk etmek dahil değildi haliyle. Bambaşka bir dünyanın, kültürün, hayat tarzının ortasına savrulmak onu ne kadar incitmiş, onurunu ne kadar kırmıştır kim bilir. Bir arkadaşım, akrabası olan 80 yaşındaki bir kadının, evlilik tecrübesini anlatırken, “24 yaşıma kadar ‘kapat kapat’ dediler, 24 yaşımdan sonra ‘aç aç’ dediler. Ben de ne yapacağımı bilemedim” dediğinden bahsetmişti. İşte anneanneminki de o hesap!

Herkesin çok sevdiği ama anneannemin bir türlü ısınamadığı dedem, erkek kardeşini, isteği hilafına kendisinden büyük, eşraftan bir ailenin kızıyla evlendirmişti. Bu gücenik ve nevi şahsına münhasır adamın hiç çocuğu olmadı. Dedem kardeşine yaşattığını düşündüğü eksikliği, büyük oğlunu onun yanına yerleştirerek telafi ederken anneannemin ve tabii oğlunun da parçalanan kalbini, telafisiz kaybını hiç hesaba katmamıştı. Kendisi ise kadınlığından memnun kalmadığı anneannemi, anneliğe ve ev işlerine memur ederek eve gönlüne göre, işlevi-cilveli bir kuma getirmişti. Bununla kalmayıp ondan da çocuk sahibi olmuştu. Anneannem en küçük çocuğu kucağında, taze karı kocanın şarkılı-türkülü, kahkahalı içki sofrasına yiyecek-içecek taşıdığını anlatırdı. Anlatırdı, dememe bakmayın, geçmişin rüzgarıyla savrulduğu bir gün, ağzından küfür gibi çıkıvermişti bunlar, bir daha da sözünü etmedi. O dönemin acısını daha çok, genç bir kız olarak olan bitene şahitlik etmiş annem dillendirirdi.

Önce bu ikinci kadın, sonra da onun doğurduğu çocuk ölünce, dedem kafasına göre yaşamaya devam etmiş, ancak elden ayaktan düşünce durulmuştu. Anneannem bu tecrübeden güçlenmiş lakin acılaşmış olarak çıkacaktı. Acılaşma fiilini tesadüfen kullanmadım. Anneannemin karakteri muhatabında acı bir tat bırakacak haldeydi ben onu tanımaya başladığımda. Öylesine katılaşmıştı. Kocası erkenden ölünce kadınlığından soyunmuş, biri çok küçük olan üç çocuğu ve kendisinin geleceğini kurtarmak için didinmeye başlamıştı.

Artık aile reisiydi. Çocuk, genç kadın ve eş olarak hayatı beklentilerini karşılamadan uçup gitmişti. Güçlü olmayı tavizsiz, sert ve kavgacı olmak gibi görüyordu. Birkaç düşük, doğup da ölen bebekten sonra sahip olduğu kızı evlenmiş, küçükken elinden alınan oğlu subay olmuş, göğsünü kabartmıştı fakat küçük oğlu haytaydı. Biraz da ona babalık taslaması gerektiği için ona öğretilen müşfik anne rolünden sıyrılmıştı. Ama kadim bir kadınlık bilgisinin buyruğu altındaydı hep. Namuslu, dini bütün, hamarat, temiz pak olmaktan mütevellit bu bilgi hayata duyduğu aşkla, yeniliklere duyduğu arzuyla çoğunlukla çelişirdi. Bu çelişkinin yarattığı gerilimi aşmanın yolunu bulmuştu ama. Kocasız bir kadın olmanın, sırf kendi ihtiyaçları için kullanacağı bir bütçeye sahip olmanın verdiği güçle, cesaretle kızına ve kız torunlarına telkin ettiği mazbut yaşam tarzını pek ciddiye almazdı. Sinemaya, tiyatroya gitmeyi, başka şehirler görmeyi, iştahla yemeyi çok severdi.

Evine, yalnızlığına ve komşularına düşkün anneannem bize nadiren kalmaya gelirdi. O gelince çok mutlu olurdum. Dünyayı kucağında getirir, ortaya saçardı adeta. Kötücül ama renkli bir kişilikti. Halesiyle sizi sarardı. Dizi izlerken karakterlerle bağıra çağıra kavga eder, eve gelen misafirden hoşlanmadı mı belli eder, çocuk gürültüsüne dayanamaz, onları iter kakardı. Otobüs sırasında öne geçeceği zaman masum ihtiyar olur, etin en iyisini, sebze-meyvenin en ucuzunu almaya niyetlendiğinde panter kesilirdi. Niğde’de mesafeli ilişkiler kurduğu Ermeni komşuları olan anneannemin kapı komşusu olarak payına yine bir Ermeni aile düşmüştü. Müslüman olmayan bir kimseyi makbul görmeyen anneannem, arkasından “gavur” diye söylendiği yaşıtı bu komşunun şarabına, giyim kuşamına, boyalı ve açık başına tahammül edemezdi. Gerçi hiçbir komşuya fazla tahammül edemezdi ya… Başına buyruk yaşamaya, geçmişin acısını çıkarır gibi bulunduğu kabı doldurmaya, kimseye yer bırakmamaya alışmıştı.

Her şeye rağmen, çocuk kafamla beni mest eden bu kadın, kızına karşı hoşnutsuz bir koca, ceberrut bir baba gibi davranır, büyük oğlunu kocasının yerine koyup türlü sorumluluklar yükler, küçük yaşta yetim kalmış küçük oğluna ise köle olurdu.

Anneannemin hoyratlığı zor ve değer görmemiş hayatından, annemin mutsuzluğu ise onun kızı olmaktan kaynaklanıyordu. Anneannemin aynasında annemi bir kız çocuk, bir yeniyetme, bir yeni gelin ve gergin bir anne olarak gördüm. Sarılmayı, güzel sözler söylemeyi bilmeyen anneannemin yetiştirdiği, sarılmayı ve güzel sözler söylemeyi bilmeyen baskıcı ve sabırsız annemi tanıdım, affetmek mümkün olmasa da…

Dedim ya, anneannem dedemin zorlamasıyla birçok şarkı öğrenmişti. Bunları hiç söylemezdi, mırıldanmazdı bile. Teslim olmama inadıydı bu, dedeme verilmiş bir cezaydı. Anneannem, bu coğrafyanın kadınlarının payına düşen acıları çekip, bu acıların sebebi olan kadınlığından soyunarak güçleneceğine inanmıştı. Bunun bir kayıp, bir boşluk olduğunu aklına bile getirmiyordu. “Erkek gibi kadın” olup işleri kolaylaştırdığını düşünmüş, hayatının ikinci yarısında kendince bir zafer kazanmıştı o. En sevdiği torunu olan bana, annemin bu konudaki baskısına inat hep “cüzdanını cebine koymadan evlenmemeyi” telkin ederdi. Hayatının son günlerinde bilinçsizce yatarken yanına yaklaşıp, anlamayacağından emin olarak işe girdiğimi fısıldadım. Hasta ziyaretine gelmiş onca kişinin önünde bir mucize oldu ve aniden bana sarılıp sarsılarak ağlamaya başladı. Bir kadının sahip olması gereken en önemli şeye, parasal güvenceye, yani rest çekme, tek başına hayatta kalma şansına sahip olmuştum ona göre. O son ve biricik yakınlık anında, her türlü tensel temas girişimini geri çeviren, başımı dizine yasladığımda saçımı okşamayı reddeden kadının ve onun nezdinde coğrafyanın cebrine maruz kalan bütün hoyrat kadınların şefkatini hissettim, hiç söylemedikleri şarkıları duydum.


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.