YAZARLAR

Memnuniyetsizliklerini sandığa karıştırmayanlar!

Efendim, bazı yolsuzluk iddiaları varmış. Gözünüzle gördünüz mü? Ne pratik/işlevsel bir soru değil mi! Bu, benim sık işittiğim bir yanıt. Dürüst değil kuşkusuz ama inkâr böyle bir şey değil mi zaten? Cemaat ile ilişkiler? E kandırıldılar! İnsan kandırılamaz mı?

(Yazının başlığı, Kemal Can’ın aşağıda değineceğim bir yazısından.)

Bir önceki yazıyı, şu satırlarla bitirmiştim:

“Dindar kenar mahalle insanlarının dünyası. Devlete gösterdikleri sarsılmaz sadakate her zaman dile getiremedikleri bir ‘güvensizliğin’ eşlik etmesi, esnaflık hâlleri, özellikle kadın sosyalleşmesinin mekânlarından düğün salonları, yılbaşları, bayram seyran misafirliklerindeki sohbetler, ikinci ve üçüncü kuşak dindarlıklarına dair gözlemler... Ve tabii, ‘umursamamak.’ Neden umursamaz görünüyorlar? Umursamıyorlar mı? Nüfusun kalanı neyi ne kadar umursuyor?”

Sıradan kişisel tanıklıklarımı aktarmayı sürdüreceğim bu yazıya da, bana kalırsa Türkiye’deki en ‘serinkanlı’ seçim makalelerinin yazarı Kemal Can’ın, geçen yılki “Seçmen çok mu değişti?” başlıklı yazısına uzunca bir atıfla başlamak istiyorum. Kemal Can, yazısını şöyle bitiriyordu:

“Türkiye’yi bu resimden ayıran en önemli fark (Batı/Fransa’dan söz ediyor), memnuniyetsizliğin potansiyel olarak olgunlaşmasına rağmen hareketsiz kalmaya devam etmesi. Ve galiba bu da, seçmenin çok değişmiş olmasından değil de, fazla aynı kalmış olmasından. Siyasi kararlarını kimlik alanında, aidiyet evreninde oluşturmaya yatkın olan seçmen, memnuniyetsizliğini sandığa karıştırmıyor. Belki de, memnuniyetsizliği ile tercihleri arasında ilişki olduğunu kabul etmek istemiyor. 35 yıldır ekonomik tercihleri değil bunları kimin uygulayacağını, nasıl yönetileceğini değil kimin yöneteceğini tartıştıran siyasi anafordan kendi başına çıkamıyor. Meseleye böyle bakınca, değişen seçmene uygun söz bulmaktan çok, seçmeni (en azından seçim yapma biçimini) değiştirecek söz üretmek daha önemli olabilir. Çok değil daha birkaç yıl önce kolayca “eski söz” rafına kaldırılacak itirazları dile getiren pancar üreticisi Nihat Babaözlü bugün yepyeni olabilir. Belki seçmeni değişimin içinde değil de, değişmediği koşullarıyla görmek; ona bunu ve aslında hiç değişmeyen kendi durumunu anlatmayı denemek daha anlamlı olabilir.”

Kemal Can belli bir kesimden değil, ‘seçmenden’ söz ediyor. Ben bu çözümlemeyi/varsayımı, daha çok kenar mahallelerin dindar seçmenine uyarlamak istiyorum.

“Seçmenin fazlaca aynı kalmış olması,” “memnuniyetsizliğin hareketsiz kalması,” “memnuniyetsizliğin sandığa karıştırılmaması.” En önemlisi de, ‘memnuniyetsizlik’ ile ‘tercihleri’ arasındaki ilişkiyi kabullenmeyi istememesi. Tüm bu haklı tespitler, genel seçmen kitlesi için de yapılabilir. CHP’liler kızıp köpürse de yine gidip kendi partilerine oy vermiyorlar mı? Sıkışıp kalmış olmak, yalnızca iktidar seçmenini ilgilendiren bir konu değil. Buna mukabil, sol/sosyal demokrat seçmenin, sağ seçmenden hiç olmazsa daha eleştirel, tepkisel olduğunu, bunu göstermekten çekinmediğini de kabul edebiliriz. Günümüzdeki yolsuzluk iddialarıyla karşılaştırılmayacak ölçüde ‘naif’ İSKİ skandalının, 1989’da İstanbul belediyesini kazanan SHP’yi nasıl zor durumda bıraktığını hatırlamakta yarar var. CHP’lilerin kendi partilerini eleştirdiğine, tepki gösterdiğine sıklıkla tanık oluruz; oysa sağ/siyasal İslamcılarda kol kırılır yen içinde kalır. Şöyle bir 17 yılın sonunda hâlâ “parti içinde bazı rahatsızlıklar olduğu biliniyor,” haberlerini okuyoruz. İnsan ister istemez, ‘ah kurban olurum!’ deyiveriyor.

Kemal Can’ın “memnuniyetsizliğin sandığa yansımaması” olarak adlandırdığı hâlin nedenleri olmalı? ‘Bir memnuniyetsizlik var mı?’ ve eğer varsa ‘sandığa neden pek yansımıyor?’

Her bir kavram üzerinde kafa yormalıyız. Memnuniyet nedir? Göreli bir durum değil mi? Daha önce de yazmıştım, rahmetli annem, çamaşır makinesi ve buzdolabı olan çiftlerin boşanmasına akıl sır erdiremezdi. Hayata böyle bakan birinin memnuniyetten anladığıyla diğerininki bir olur mu! Kenar mahalle sakinleri içinde, aza kanaat eden insan daha çoktur. Daha doğrusu, kanaatkâr olmak zorundadır. Tabii son yıllarda bu duygu da değişmeye başlamış olabilir. (ki muhtemeldir!) Az ile yetinmeye alışmış ve hatta kendisinin daha çoğuna layık olduğunu pek düşünmemiş insanlar. Üstelik o ‘az’ı da genellikle devletten ummuş. Yoksa bu ülkede ‘ekmek vermek’ ifadesi böylesine kabullenilmiş olur muydu?!

Yıllar önce bizim mahallenin tepesinde, Bereç durağı yakınında (hayli göç alan mahallelerden biri) bir AVM açıldığında, muhitten kimileri kapıda ayakkabı çıkarmak istemiş. Basına da yansıdı bu hikâye. Yürüyen merdiven görünce ne yapacağını şaşıran ve adım atamayanlar oluyordu. Nişantaşı’na yalnızca yedi sekiz kilometre uzaklıktaki bir mahalleden söz ediyorum.

Ben lisedeyken Ataköy’de Türkiye’nin ilk AVM’si açılmıştı, arkadaşlarla ‘gezmeye’ gitmiştik! Bunu yalnızca biz mi yapıyorduk, herkes mi merak ediyordu bilmiyorum ama nihayetinde lüks tam da böyle bir şeydi mahallenin çocukları için. Şu tespiti gülünç bulabilirsiniz kuşkusuz ancak Yeni Türkiye’deki israf ve görgüsüzce şatafatın yoksul kesimlerce kabullenilmesi ve özenilmesinin önemli bir nedeninin, bol taksit imkânı veren kredi kartları ve pıtrak gibi çoğalan AVM’ler olduğu kanısındayım. AKP’li siyasetçiler hemen hiçbir şeyi boşuna söylemiyor. Kitlelerini (ve tabii diğerlerini!) çok iyi tanıyorlar. Belki hatırlarsınız, Erdoğan, Saray’a ilişkin eleştirileri savuşturmaya çalışırken AVM’lerden örnek vermiş, Saray’dan daha büyük AVM’ler olduğunu hatırlatmıştı. Haklıydı da! Bu savunmada, AVM’lerin asıl konuyla ilgisi olmamasını bir yana bırakalım; tutarlılık gibi bir kaygıları zaten hiç olmadı. Buna mukabil, söz konusu gerekçe işe yarıyor. İki odalı evinden çıkıp uzay gemisi gibi ‘AVM helasına’ giden birinin ‘lüks’ algısının değişmemesi mümkün mü? O tuvaletlerden hanginizin evinde var?

Şöyle sorayım: Sultanbeyli’de yaşayan bir tezgahtar, Newyork’ta yaşayan biriyle aynı telefonu kullanabiliyor mu? Peki lüks AVM’lere gidebiliyor mu? O AVM’nin tuvalet kapısını ilk olarak “Uzay 1999” dizisinde gördüğümüz teknolojiyle açabiliyor mu? Gazeteyi açtığında liderini ABD Başkanı'yla aynı karede görüyor mu? O lider herkesin gözü önünde İsrail cumhurbaşkanına fırçayı attı mı? Eh o zaman ‘büyüklük’ iddiası için başka ne delil istiyorsunuz?! Uzun adam, dik dur eğilme, sağlam irade... Hepsi ‘tutan,’ çünkü ‘ihtiyaç duyulan’ sloganlar. Koltuğa kaykılmış Clinton’un yanında ayakta duran Ecevit’in Robert Kolej mezunu oluşuyla ilgilenmiyorlar. Obama’nın yanında bacak bacak üstüne atan kırmızı kravatlı liderlerine hayranlık duyuyorlar. AKP ve kullandığı tüm semboller, ‘iyi geliyor’ kitlesine. Üstelik o liderin alnı secdeye değiyor, eşinin ve çocuklarının başı kapalı; daha ne olsun!

Takdir edersiniz ki, insanlara hem arsa hem cennet vadederseniz, sırtınız yere gelmez! İktidar, yoksul/yoksun kesimlere iki konuda da umut verdi. Öyle çok büyük ihalelere gerek yok; Türkiye’de kaç belediye çalışanı olduğunu ve ailelerini düşünün. Birkaç milyon insan, yalnızca yerel yönetimlerin parti elinde oluşundan kazanç sağlıyor. Yasal olandan söz ediyorum. Sıradan, maaşlı insanlardan. Örneğin bir yakınımın AKP’ye oy verişinin iki gerekçesi var. Namaz kılıyorlar ve çocuğu belediyede çalışıyor. Asgari ücretli ama olsun, eğer başka partiye geçerse işten çıkarılacağından endişeli. O asgari ücrete ihtiyacı var. Ve ‘güçler ayrılığı’ ilkesi hiçbir şey ifade etmiyor! Yine Kemal Can’a dönersem, ‘kendi durumu’ ile ‘tercihleri’ arasında bir bağ kurmuyor. Kuramıyor. O araçlardan yoksun ve bu yoksunluk kendi hatası değil. Mesele, o insana ‘demokrasi’ ile ‘yaşam koşulları’ ve hatta fırından aldığı ekmeğin kalitesi arasında bir bağ olduğunu anlatabilmekte.

Efendim, bazı yolsuzluk iddiaları varmış. Gözünüzle gördünüz mü? Ne pratik/işlevsel bir soru değil mi! Bu, benim sık işittiğim bir yanıt. Dürüst değil kuşkusuz ama inkâr böyle bir şey değil mi zaten? Cemaat ile ilişkiler? E kandırıldılar! İnsan kandırılamaz mı? Bir günde, kırk yıllık arkadaşlarına sırt çeviren insanlardan söz ediyorum. Yalnızca bir günde. Aynı insanlar, başka cemaat ve tarikatlar ile hemhal olmuş durumda şimdilerde. 15 Temmuz ardından Eyüp’teki medreselerde diyalektik tartışılmaya başlanmamıştır herhalde!

Toplumun bir kesiminin umursadığı pek çok şeyi ‘umursamıyor’ kenar mahalle insanı. Daha doğrusu, umursadıkları, kendilerini eleştirenlerden farklı. Umursamadıkları nedeniyle bu hâlde olduklarını anlatmakta bütün mesele. Bu satırları okuyanları çileden çıkaran pek çok olay ve söz, hiçbir şey ifade etmiyor. Örneğin ‘hukuk.’ Hukuk dediğin mahkeme değil mi şeker kardeşim, e işim düştüğünde bulurum bir avukat olur biter. Demokrasi? İyi hoş da karın doyurur mu? Gezi olayları? Yine hayli dindar bir yakınım, Gezi günleri esnasında birkaç milyon insan sokaklardayken, “Kim çıkmış sokağa, kimse yok ortalıkta, işleri güçleri yalan,” demişti. İnkâr. En somut gerçeği dahi görmezden gelme hasleti! Milli sporumuz değil mi nihayetinde?

Peki iktidarda CHP olsaydı, umursamazlar, umursarlar mıydı?

Her konuyu biraz daha deşmek ve yenilerini açmak gerekli sanırım. Yazı devam edecek belli ki!

Bir insana, memnuniyetsizliğinin gerekçelerini anlatabilmek ne kadar zor. Belki en doğrusu, öncelikle ‘memnun olunanın’ ve ‘memnuniyetsizliğin’ ne olduğunu içtenlikle anlamaya çalışmak, biraz daha yorucu bir hayatı seçmektir.

Yazı önerisi: Aksu Bora’nın, “Gardaş Deriz Kankaya” başlıklı yazısını buraya bırakıyorum.

Zorunlu açıklama:

Değerli okur, benim herhangi bir sosyal medya hesabım yok. Haliyle, @muratsevincsbf adlı hesabı ben açmadım. Bunu yapanların iyi niyetli olduğundan kuşku duymamaya çalışıyorum ama yine de insanları aldatıcı bir şeyin yapılmasını yadırgıyorum. Bilginize.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.