YAZARLAR

Filler, çimenler, sincaplar, sevgi ve iktidar

Bir kadının imajı porselen fincandan hallice olduğu anda nakliyat terimleri devreye giriyor. Taşımalar, kaldırmalar gırla gidiyor. Üstünde ‘kırılabilir’ etiketiyle dolaşmakla ‘taşınmaz mülk’ statüsüne girmek arasındaki çizgi de ince üstelik. İşte bu piramidin en üstünde de kraliçe yer alıyor. Kraliçeden öte köy yok güçler diyarında.

“Bir kraliçeye aşık olmak her erkeğin ruhunu çürütür.” Kraliçe Elizabeth filminden hatırladığım bu minvalde bir söz, sevgi ve güç/iktidar meselelerini düşündüğümde sıkça aklıma gelir. Kraliçe Elizabeth’e sevgilisi Leicester Dükü tarafından söyleniyor. Saltanatının ilk dönemlerindeki Elizabeth’i alev alev saçlarına tezat kaşsızlığıyla ‘kurtlarla koşan’ muhteşem Cate Blanchett, sevgilisini ise daha az yakışıklı hani iyi adam gibi de değil gibi, iki ara bir derede cazibesiyle ‘öbür Fiennes’, Joseph canlandırıyor.

Elizabeth filminden Cate Blanchett

Kadın-erkek ilişkilerine dair zor bir denklemi bir çırpıda özetleyerek ‘vay be’ dedirten bir söz bu. Erkekler güçlü kadınlardan daima etkilenir, ama güçlü kadınla beraber olmak zordur. Yürek ve birtakım başka ek tesisatın yanı sıra en azından amatör düzeyde halterle ilgilenmeyi gerektirir türünden varsayımlar yaygın biliyorsunuz bu konuda.

Bir kadının imajı porselen fincandan hallice olduğu anda nakliyat terimleri devreye giriyor. Taşımalar, kaldırmalar gırla gidiyor. Üstünde ‘kırılabilir’ etiketiyle dolaşmakla ‘taşınmaz mülk’ statüsüne girmek arasındaki çizgi de ince üstelik. İşte bu piramidin en üstünde de ‘kraliçe’ yer alıyor. Kraliçeden öte köy yok güçler diyarında.

Bu durumun temel nedenleri arasında hegemonik erkekliğin kırılganlığı, karşısında en az kendisi kadar güçlü bir varlık gördüğünde elini egosunu nereye koyacağı şaşırması yatıyor, esasında. Öyle ya, kültürden kültüre değişen ölçülerde de olsa erkek bebekliğinden beri ağa, paşa, padişah, kral, dük, viyadük, çift yönlü karayolu muamelesi görürken kadın çiçek, böcek, pıtırcık, cam göbeği şifon çiçek güzellemeleriyle bilinçli olarak sinek kanadı etkisizliğine varana değin inceltiliyor. Bolca dağıtılan ‘prenseslik’ bile güçten ziyade vitrin değerine vurgu yapan, kırılganlık, nazeninlik belirten bir unvan. ‘Piremses’ kralı da ‘serseri’yi de alır, kraliçeye bir kuru taht kalır. Hem kraliçe olup hem de sevilmek istiyorsan çok şey istiyorsun güzelim, yok öyle bir dünya deniyor özetle, kadına.

Bu konuya ilişkin her yazımda vurguladığım gibi kadınlar ve erkeklerin değil, ‘erkeklik’ ve güç tanımlarının şekillendirdiği denklemler bunlar. Dünyada kadınlar ve erkekler değil, tahayyül edemeyeceğimiz bambaşka iki cins ya da kendi içinde üreyen tek bir cinsiyet olsa muhtemelen yine büyük fark olmazdı. Tarih boyu yaratılan bu güç/iktidar ikiliği çünkü, esas mesele. Tüm habasetin kaynağı güç ve iktidar arzusu.

Yorgos Lanthimos’un “The Favourite”ı (Sarayın Gözdesi) işte bu durumu harika biçimde gözler önüne seren bir film. Filmin son derece basit ve anlaşılabilir ama güçlü hikâyesi, üç kadının etrafında dönüyor. Olaylar 18. yüzyıl başlarında, İngiltere’de geçiyor. Kraliçe Anne (bu rolle aldığı Oscar’ı da, ödül konuşmasındaki iç ışıldatan samimiyeti ve üstlendiği her rolü ete kemiğe büründüren sahiciliğiyle kalplerde tüm ödülleri de hak eden Olivia Colman), Büyük Britanya’nın başında. Elizabeth’in aksine kadınsı cazibe açısından ikbal yıllarını çoktan geride bırakmış, hayli sarsak, gün içinde 5 yaşla 100 yaş arasında salınıp duran, hastalıklarla boğuşmaktan bitap düşmüş bir kraliçe, Anne. Yani mihrap pek yerinde değil. Duyguları da, gizliden gizliye ülkeyi de aslında daha çok sevgilisi, Marlborough düşesi Sarah (Rachel Weisz) yönetiyor. İşte iki kadın kendilerine özgü tuhaf bir denge ve debdebe içinde geçinip giderken denkleme bir üçüncü kadın giriyor. Sarah’nın aslen aristokrat ama kumarbaz babası nedeniyle yiyecek ekmek bulamaz hale gelmiş genç kuzeni Abigail (Emma Stone) sarayın ortasına kelimenin tam anlamıyla ‘düşünce’ tüm dengeler alt üst oluyor.

The Favourite filminden Rachel Weisz ve Olivia Colman

Kırılgan görünümünün altındaki gelincik yırtıcılığıyla Abigail mutfak hizmetçiliğinden giriyor, Sarah’yı binbir türlü entrikayla saf dışı bırakıp kraliçenin gözdesi olmayı başarıyor. Hiçbir yerden gelip her şeyi elde ediyor yani. Kraliçenin gözdesi olmak, kraliçe olmaktan daha iyi. Gücün balyoz etkisinden muaf olmak, yönetmiyor gibi görünürken yönetmek, sevecenlik ve görünürde iyicillik başta kadına yüklenen tüm naif nitelikleri koruyarak herkesleri parmağında oynatmak gibi avantajları var çünkü.

Şu konuda çok objektif olamayacağım, tüm o kendine özgü güzelliği, havasıyla Rachel Weisz’i çok severken Emma Stone’u çekici bir sincaba benzetmişimdir hep. Kabul ediyorum, üstlendiği hemen hemen her rol gibi Abigail’i de çok iyi oynuyor. Ama işte sinsilik, entrika, kumpas da bir insana bu kadar mı yakışır. Abigail o masum, narin, kırılgan halleriyle ot toplayıp gerdan kırıp güç saftiriği kraliçeyi yavaş yavaş avucuna alırken kadının yüzüne yüzüne, ‘porsuk, şişko’ diyen Sarah tablodaki yerini uzun süre koruyamıyor tabii.

Emma Stone ve Olivia Colman

Sarah çift buzlu kalbiyle en azından dürüst olsa da sevgi konseptinden çoktan kopmuş gitmiş. Abigail tırnaklarını hayata ve tahta geçirmek için o kadar çok uğraşıyor ki pek kimseyi sevmesi mümkün değil. Kraliçe çocuksu bir sevilme arzusuyla bir imparatorluğa hükmederken kendisi olarak sevilmenin imkansızlığı arasında sıkışmış kalmış. Egonun ayartmalarına uyup sonunda beklenebileceği gibi, pışpışlanmayı hırpalayıcı da olabilen dürüstlüğe tercih ediyor. Belki her şeyin farkında olsa da kendi gücüne daha yakın durana inat, yalan dolan da olsa biat göstereneyse şefkat göstermeyi tercih ediyor. Kraliçe değil kral söz konusu olsa, Anne’in yerinde bir erkek olsa bu denklem hemen hemen hiç değişmezdi.

Sıkça yazıldığı gibi, “Sarayın Gözdesi” diğer Lanthimos filmlerine ilk bakışta pek benzemiyor. Senaryosu yönetmene ait olmayan bir dönem filmi olmasının etkisi büyük bunda. Çatışma ve entrikayı sıklıkla en tahmin edilebilir yerden kuruyor. “All About Eve”den bizim yerli dizilere geniş bir yelpazede kadınlar arası çekişmeye dair bildik tüm kodları kullanıyor. Bu oldukça basit ama güçlü hikâye, yönetmenin kendine özgü, kapalı bir dünya kurma becerisi ve olağanüstü görselliğiyle birleşince ortaya meramını gayet güzel yerden anlatan bir Lanthimos filmi çıkmış yine de.

Erkeklerin çok da ortalarda görünmediği ama tüm önemli kuralları ‘erkeklik’ tarafından konmuş bir dünyada üç kadının varlık mücadelesini anlatıyor film. Favori ‘huzur kaçırıcı’larımdan Lanthimos, sözgelimi Gaspar Noe’nin aksine, ne denli sert ve acımasız bir dünya kurarsa kursun sevgi ve mizah barındıran bir göz. Filmi izlerken belli bir noktaya kadar üç kadınla da özdeşleşmek de, arızanın kadınlardan değil eşitsiz güç dengeleri ve iktidar olgusundan kaynaklandığını görebilecek kadar üç karaktere mesafelenmek de mümkün. Çok sıkı denge.

“Sarayın Gözdesi”, güç ve iktidarın ‘karakter’ üzerinde yarattığı tahribat, gücün kırılganlığı, iktidar, dürüstlük ve sevginin yan yana durmasının imkansızlığı üstüne, güçlü bir film. Filler tepişirken olan çimenlere olur demiyor sırf. Ortada bir fil varsa, filin kendisi dahil altında herkes ezilir diyor. Eşitlik olmadan, sevgi de olmuyor.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.