
Eğer kendi bakış açımız, vatanımız ise...
Yazının başlığı, daha önce kitap yazılarında söz ettiğim bir Alman felsefecinin, Wilhelm Schmid’in yine incecik ve nefis kitabından. Adı, Kendiyle Dost Olmak. Tanıl Bora’nın çevirisiyle yayınlandı (İletişim). Sözü Schmid’e bırakıyorum:
“…birçok şey bir bakış tarzı meselesidir. Düşünceler, perspektife tâbidir. Hiçbir insan topyekûn bir bakışa sahip değildir, herkesin kısıtlı bir bakış tarzı, bir algılaması vardır, hakikatin tamamını göremez. Her hakikat arayışında onun başka veçhelerinin meydana çıkmasından anlayabiliriz bunu. Bir küreyi, hiçbir bakış açısından tam olarak idrak edemeyiz, ancak çok sayıda ve karşıt perspektif, güvenilir bir izlenim edinmeyi sağlar. Bu nedenle hakikat uğruna anlamlı olan, başka perspektiflerle de ilgilenmektedir. Oysa ne yazık ki sınırlı kalır bu ilgi, gerçi anlaşılır nedenleri de vardır bunun. Kendi bakış açımız bir bakıma vatanımızdır bizim, kendimizi orada vaziyeti biliyor ve korunup kollanıyor hissederiz; o bakış açısını terk etmek zor gelir bana, külfeti çok fazladır…” (Kitap çok ama çok hoş, diğerleri gibi. Okumanızı öneririm.)
Bir önceki salı yazısında, sürekli olarak cahil olduğu ‘varsayılan’ kesimin zannedildiği kadar cahil olmayabileceğinden, ayrıca cehaletin küçümsemekle yok olmayacağından ve cahil tespiti yapanların da düşündükleri ölçüde eğitimli olmayabileceklerinden söz edip sonraki yazıda bu ‘sohbete,’ deneyimlerden devam edeceğimi söylemiştim.

Kendiyle Dost Olmak, Wilhelm Schmid, Çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2019, syf. 79
Bu yazı ve eğer bitiremezsem bir sonraki yazıda, ‘anlama’ çabasını sürdürmek ve bunu kendi vasat gözlemlerimden hareketle yapmak istiyorum. Her gözlemin ve genellemenin tartışılabilir, itiraz edilebilir, yanlışlanabilir olduğunu bir kez daha ‘hatırlatarak’ kuşkusuz. Hem okura hem kendime!
Tabii burada, ‘anlama’ çabası ile ‘hak verme’ ve ‘yüzünü yıkama’ arasındaki farka dikkat çekmekte yarar var. Milyonlarca yetişkin/seçmen/yurttaşa, nesli tükenmekte olan tosbağa muamelesi yapmakta da, sabah akşam küçümsemekte de sorun var. Her iki yaklaşım da ‘olup biteni’ görmeyi imkânsızlaştırıyor.
Değerli okur, sizde durum nedir bilmiyorum ama ben bazen olup bitenler hakkında birileriyle konuşurken bugüne dek yaşamadığım ölçüde gergin olabiliyorum. Ardından neden böyle yaptığımı düşündüğümde, hemen her zaman aynı sonuçlara varıp sakinleşmeyi deniyorum. Aynı saçmalıklar üzerine konuşup yazmanın bıkkınlığı bir yana, kendi ruh halime dair vardığım sonuçlardan biri şu: Karşımdaki insan aslında doğru söylüyor o anda! Buna mukabil o doğru, bir gerçeği soğukkanlılıkla yüzüme çarparken, beni kötümserliğe davet ediyor. Anlayacağınız konuştuğum insan haklı olduğu için sinirleniyorum! Kişisel açıdan en zorlandığım, en yoğun baş ağrısı yaşadığım anlar bunlar.
Buna mukabil o ‘haklılık,’ daha ziyade sonuca dair bir durum. Üzerine konuştuğumuz ‘olgunun/olayın’ nedeniyle, nedenleriyle fazlaca ilgilenmeyen bir ‘yargı.’ Kolaya kaçıldığını düşünüyorum sanırım o anda. Fakat şu da var ki; insan başına gelen her vahametin nedenlerini düşünmüyor, çoğu zaman anlaşılabilir duygusal tepkiler veriyor. Dayak yiyen insanın canı yanar ve öncelikle tehlikeyi savuşturmaya çalışır; kendisine şiddet uygulayanın o şiddeti neden uyguladığını düşünmez ki, pek mümkün değil böyle bir şey. Fakat hiç olmazsa belli bir zaman sonra ve belli bir mesafeden o eylemin nedeni üzerinde düşünmeyince, şiddete maruz kalmaya da devam ediyoruz. Hep benzer sıkıntıları yaşayıp hiçbir çözüm üretilemiyor oluşumuzun da bir nedeni ya da nedenleri olmalı.
Haklı olan insana o an duyduğum kızgınlığın, bir de çok daha kişisel bir nedeni var: Kuyruğun dik olması gerektiği zor zamanlarda hiç kimsenin moral bozmasını istemiyor oluşum herhalde. Saçma görünüyor belki ama kötümserlik yaymanın anlamı yok bana kalırsa. Gel gör ki bunu söyler söylemez, bu kez iyimserlikle görmezden gelmek ve yanlış çözümlemeler yapmak arasındaki, doğrusu pek de kalın olmayan ‘çizgiyi’ aşıp aşmadığımdan emin olamıyorum. Her neyse…
Okuduğunuz peşrevin ve Schmid’ten alıntının gerekçesi aynı. Sorun, iyimserlik-kötümserlik tercihi değil. Yaşadıklarımızın nedenlerini kavrayabilmek için pek çok değişkenden biri olan ‘komşumuza,’ onun halet-i ruhiyesine daha yakından bakılması gerektiğinden söz ediyorum. Huyunu suyunu anlamaktan. Vatanımız saydığımız ‘bakış açımızı’ biraz çeşitlendirmekten. Rahatımızı kaçırmaktan, düşünme konforumuzdan fedakarlık yapmaktan.
Anlamakta zorluk çekiyoruz. Bazen inanamıyoruz. Hakikaten nasıl olur da, aklın fikrin almadığı bu kadar çok şey olurken, milyonlarca insan destek vermeyi sürdürür? Nasıl olur da, Türkan Saylan’a o davranışlar reva görülürken alkış tutanlar, o davranışı reva görenler terörist ilan edildiğinde de aynı şevkle alkışlar? ‘Komşumuz,’ bizim terörist filan olmadığımızı gayet iyi bildiği hâlde, neden uğradığımız her türlü hakarete sessiz kalır? Hiçbir ortak değerimiz yok mu? “Yok artık, bu kadar da olmaz,” denilebilecek, üzerinde uzlaşabileceğimiz bir değer. Bir ilke. Kalabalığı, ‘toplum’ haline getiren ilkeler!
Peki bu cümlelerde geçen, ‘biz’ kimiz? İktidar karşıtlığı, muhalif olmak, muhaliflerin ‘biz’ sözcüğüyle adlandırılması için yeterli mi? Kim bu oduna, kömüre oy verdiği söylenenler? Hakikaten kömüre mi oy veriyorlar? Yan dairede oturan insanla nasıl bu denli farklı değerlere sahip olunabilir? Ya da, aslında yok mu birbirimizden pek farkımız?!
Türkiye’nin yüzde 50’sinin, kalan yüzde 50’den çokça ayrıştığını düşünüyor muyuz? Kimiz biz? Komşularımız kimler? Hoş sohbetler ettiğimiz bakkalımız, neden politik tercihlerimizden nefret ediyor ve yok sayılmamızı izlemekle yetiniyor? Peki nefret mi ediyor hakikaten?
Daha önce bir başka yazıda anlatmış olabilirim ama tekrarın zararı olmaz! 1970’lerin ortası. Muhit Rami, Yenimahalle. Rahmetli babam Kur’an kursuna göndermek istedi. Hâlâ çok sevdiğim, sevimli bir cami. Henüz ilk günlerde, camide karşısında oturduğumuz hoca, bizlere Atatürk’ün mozolesinden söz etme ihtiyacı hissetti! Efendim, Atatürk’ü gömmüşler ama toprak kabul etmemiş. İki kat yerin dibine gömmüşler yine kabul etmemiş. Hoca, yedi kata kadar indi! Sonra bakmışlar ki olmuyor, üzerine koskoca bir mermer yapmışlar, artık toprak fırlatamamış. Çocuğuz, oturduk dinliyoruz. Fakat çocuk da olsam hikâyede bir anormallik olduğunu fark ettim çünkü dindar ailemde Atatürk’le ilgili nahoş bir şeyler konuşulduğunu hatırlamıyorum. Eve gelince hayretle bizimkilere anlattım. Babam camiye gitti, hocayla ne konuştu bilemiyorum tabii ama beni oradan alıp bu kez Bereç’e yakın bir kursa yazdırdı. O kursun hocası çok iyi, efendi bir insandı. Adını hatırlamasam da o gün bugündür hep iyi hatırlıyorum.
Bu hatırada dört kişi var: Biri, küçük yaşta dindar dünyayla tanışan çocuk. İkincisi, siyasal İslam’ın palazlandığı yıllardaki o hoca. Hadi hafif tabirle ‘hıyar’ diyelim! Örgütlü bir hıyar mıydı yoksa münferit mi, bilemiyorum. Üçüncüsü, çocuğu Kur’an öğrensin isteyen dindar ve asgari duyarlılığa sahip Atatürk sever bir baba. Sonuncusu ise yine bir cami hocası olup düzgün davranan ve hep iyi hatırlanan insan. Hepsi aynı semtin çocukları.
Sorun şu ki, o semtin her çocuğu bu kadar şanslı değil. Kurstan alacak bir babası olmayabilir. Kaç kişi etkilendi o anlatılardan, hayatları nasıl evrildi bilmiyorum. Ancak kenar mahallelerde böyle şeyler olur ve çok daha kontrolsüzce gerçekleşir. Diğer yandan, aynı kenar mahallelerde, aynı inancı paylaştığını iddia eden aklı başında insanlar da yaşıyor. Bu gerçek bir yana, oralardan başka muhitlere geçiş yapmak kolay değil ama. Zira sınıfsal aidiyetler ve o aidiyetlerin bizlere kattıkları ya da kaybettirdikleri insanın hücrelerine işler. Bakın, sık sık yoksulluğa sövüyor oluşumun nedeni bu. Yoksulluk görmüş insan, sonrasında ne kadar çok parası pulu olursa olsun bakışlarından, hâl ve tavırlarından fark edilir. Allah’ın cezası kapitalizm ve bunun Türkiye’de yaşanan en adi versiyonu (tarihsel birikimin sonucu olarak yurttaş olamamış milyonlar!), yoksul insanın bütün bir ömür boyunca kendisini bir şeylere ‘lâyık’ görmemesine yol açıyor.
Biraz daha açmaya çalışayım o ‘ezilmişlik’ duygusunu. Rahmetli babam benim kaymakam olmamı istiyordu. Tabii akademisyen olunca da çok sevindi ama hayali kaymakamlıktı. Büyük adam. Sonunda valilik var. Gençliğinde karşılaştığı en iri makam sahibi ‘kaymakam’ idi. Ondan da önemli olan ‘okumaktı’ ama. Ne kadar para kazanırsa kazansın, ‘okumuş’ olmanın en büyük nimet olduğunu düşünüyor ve okumuşlara büyük saygı gösteriyordu, okul yüzü görmemiş Hüseyin. Hatırlıyorum: Her cuma (esnafın tahsilat günüdür!) dükkanın parasını zamanın Ticaret Bankası’na götürüp yatırıyordu. Giderken, gömlek üst düğmesini ve ceketini ilikleyip her zamankinden daha derli toplu görünmeye çalışırdı. Çünkü bankaya gidecek ve banka memurlarıyla karşılaşacaktı. Anlatabiliyor muyum? Ömür boyu sönümlenmeyen duygular var, koşullarınız ne kadar değişirse değişsin.
Hani sık soruyoruz ya, “Nasıl olur da bunca yıldır oy vermeyi sürdürürler?” diye… Bu sorunun tek bir yanıtı yok kuşkusuz, çok karmaşık. Ancak o yoksul/ezilmiş, kendisiyle aynı tabakadan birini görüyor artık ‘orada!’ Orası neresi? Zirve. Demek ki çıkılabiliyormuş. Birileri yapabiliyormuş. İyi de canım, Demirel de çoban değil miydi? Eh tabii, zaten o da sevilirdi o ‘cahil halk’ (!) tarafından. Ama unutmayalım, Demirel ‘Morrison Süleyman’ idi. Okumuştu. İngilizce konuşur ve hep kitapları önünde fotoğraf çektirirdi. Cumhuriyet’in çobanıydı anlayacağınız! Bu kez öyle değil; edinilememiş, başarılamamış, yoksunluğu çekilmiş ne varsa hayatta, onları yenerek gelmiş biri.
Tahmin ettiğim gibi konu bitmiyor, bir sonraki salı yazısında devam ederim.
Dindar kenar mahalle insanlarının dünyası; devlete gösterdikleri sarsılmaz sadakate, her zaman dile getiremedikleri bir ‘güvensizliğin’ eşlik etmesi, esnaflık hâlleri, özellikle kadın sosyalleşmesinin mekânlarından düğün salonları, yılbaşları, bayram seyran misafirliklerindeki sohbetler, ikinci ve üçüncü kuşak dindarlıklarına dair gözlemler… Ve tabii, ‘umursamamak.’ Neden umursamaz görünüyorlar? Umursamıyorlar mı? Nüfusun kalanı neyi ne kadar umursuyor? Çok şey var. Bir sonraki yazıya kalsın.
Muhterem okur, komşumuzun bazen bizden hiçbir farkı yok, bazen başka yüzyıllarda yaşıyor gibiyiz. İşte o ‘anlar’ arasındaki farkın gerekçeleri üzerine biraz daha fazla kafa yorsak? Ukalalık olarak algılamayın, deneyimle sabittir; küçük gördüğümüz insana hiçbir şey anlatamayız ve onunla ‘dürüst’ ilişki kuramayız. Doğru, bakış açımız vatanımızdır; buna mukabil başka vatanlar da var ve o vatanlar nicedir bizimkinin yaşanmaz hâle gelmesine izin veriyor!
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
İngiltere, Fransa, Almanya ve Şahsı üzerine...
Burada yazmayı ihmal ettiğim başkaca yetkilere de sahip olan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “İngiltere, Fransa, Almanya ve şahsım, dörtlü zirve yaptık,” ifadesinde bir gariplik yok. Yeni rejimin hukuk düzenine göre, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı’nın ‘şahsının,’ İngiltere, Fransa ve Almanya ile dörtlü zirve yapması, anayasa-yasa-kararname hükümleri göz önünde bulundurulduğunda, olağan karşılanmalıdır.
İktidar ve çevresinin ‘hukuk’ ile karşılaşma anları...
Her iktidar gibi, bir gün bu iktidar da sona erecek. Hangi kurum ne kadar ve kimler tarafından onarılabilecek, şimdiden kestirmesi güç. Sanırım geleceğe kalan berbat miraslardan biri, bu ‘umursamama’ alışkanlığı olacak. Sırtını siyasal iktidara dayayanların her şeyi yapabileceğini ve kesinlikle bedel ödemeyeceğini düşünmesi; anayasanın, yasaların, ilkelerin, teamüllerin, asgari haklılık kaygısının bu ölçüde önemsizleştirilmesi.
Erkeğin mazereti, kadının canı...
Hatice Meryem, on kısa öyküyle, erkeklerin kadınları öldürme gerekçelerini anlatmış. Hepsi birbirinden farklı tabii. Erkek tipleri, sınıfsal konumları, zihniyetleri, öldürdükleri kadınlarla ilişkileri ve o kadınların konumları. Buna mukabil sonuç değişmiyor. O erkekler, o kadınları şu ya da bu gerekçeyle öldürüyor!
Bir yurttaşlık ‘öğretmeni’ olarak, Çiğdem Toker...
Bugün size söz edeceğim kitap henüz yayınlandı. Çok iyi hukukçuluk ile çok iyi gazeteciliğin, dürüst ve çalışkan bir zihinde birleşmesinin ürünü. Çiğdem Toker, yazılarını, mesleki özenini ve kararlılığını yıllardır özenerek takip ettiğim bir gazeteci/yazar. Büyük kazançlar yolunda boş işler ve yurttaşı uyutma peşinde koşan düzenbaz gazetecilerin hayli popülerleşebildiği bir devirde, yaptığı işin ‘kamusal yararı’ eşsiz.
Mümtaz Hoca...
Benim için Mümtaz Soysal, tüm nitelikleri ve tarihi bir yana, 1988’de ders aldığım bir ‘hoca.’ Doğrusu, öğrencilerinin hayranlığını kazanmış bir hoca. Mümtaz Hoca’dan ders alıp onun hocalığından, ders anlatma şeklinden, o dersin lezzetinden etkilenmemiş kimse yoktur.
Duymak istediğini dinleyen kalabalık...
Türkiye’de hak, hukuk ve adaletten söz edenler, çok doğru bir şey yaptıkları zannıyla ‘bir gün size de gerekebilir’ diyorlar. Oysa ‘adalet’ bir ilkedir. İdealdir. Ancak, kendisine hiç bir zaman gerekmeyeceğini, amiyane tabirle ‘mahkemeye’ düşmeyeceğini bilenler tarafından savunulduğunda tam anlamıyla gerçekleşebilir.
Peki neye layık olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Tutuklanan insanlar, iş insanları, siyasetçiler; işlerinden atılan memur ve akademisyenler; göze sokulan ihaleler... Hepsi için aynı zımni kural geçerli: Muhalefet, asgari bir ilkeden yoksun. Oyunun kuralsızlığını içselleştirmiş durumda. İktidar ise, muhalefetin yoksunluklarını çok iyi biliyor!
Sosyalizm: Yok öyle beleş özgürlük!
Ciddi Ciddi Sosyalizm'in en hoş bölümlerinden biri, 2050’lerin sosyalizminin hayal edildiği sayfalar. Okur, bir hayale davet ediliyor. Kapitalizmin sonunu hayal etmeye. Ardından, muhtemel zorluklar, orta sınıfın yaşadığı çaresizlik hissi, yaşam boyu maruz kaldığımız ve bizleri hareketsizleştiren endoktrinasyon, bunu aşma ihtimal ve yolları, yeni düşünme biçimlerine davet..
Göğsüme oturan koca bir öküz...
Hiç kimse hatırlamayacak bu çocukları. Bu insanları. Hiçbirimiz bilemeyeceğiz o sulara gömülürken ne yaşadıklarını. Öylece kayıp gidiyorlar sevdiklerinin ellerinden. Mide bulandırıcı bir riyakârlık hikâyesinin, hatırasız insanları.
Demokrasiyle birlikte eriyen devlet!
Bir yandan eriyen ve devlet olma vasfını yitiren bir devlet, diğer yandan o erimeyi takip eden kaçınılmaz anti-demokratik uygulamalar ve nihayetinde o anti-demokratik uygulamaların “olağanlaştırılabilmesi” için zorunlu olan, “anti-hukuk.” Egemen Bağış’ın büyükelçi atanmasının da, “Pelikan” saçmalıklarının da bu “erime” halinin çarpıcı örnekleri olduğu kanısındayım.
Rejimin ‘artık’ gizlemediği fotoğrafları...
Bürokrasi Mehmet Ağar’dan, Süleyman Soylu’ya geriledi. Biri diğerinin çırağı deyip geçmeyin sakın. Sınırları bilen ve yasa dışılığın gizliliğine özen gösteren (!) ile, sözünde ve eyleminde hiçbir dizgini olmayan arasında azımsanmayacak fark var. Birinin fotoğrafı ya da belgesi sızdırılır, diğeri selfi çektirip kendi paylaşır!
12 Eylül ve ‘yurttaşlığın’ süregiden imhası
İdeal olan dışındaki herkes, bedbaht, bölücü, terörist, anarşist... Peki halk? Ah harika! Halk, işçiler, öğrenciler, dağlar kızı “Heidi” suretinde. Masum, iyi niyetli, altın kalpli, vatansever. Gel gör ki iyi niyetli halkın bir kısmı hainler tarafından kandırılarak kötü yola düşürüldü. İyi kalpli işçiler greve zorlandı. Altın kalpli öğrenciler kamplara ayrıldı. Sonuç?
Muhalif yurttaşın ‘sistem’ içinde sömürüsü...
Muhalifin muhalifi kandırıp sömürmesi helal de, dinci istismarı mı haram olan?! Atatürkçülüğü ve laikliği, zırva yayınlar için yüzlerce metrelik imza kuyruklarına girerek korumaya çalışmakta bir sorun yok, fakat yanmaz kefen alanlar çok cahil öyle mi? Eh Allah selamet versin o zaman!
Hitler Almanları seviyor muydu?
Haffner’e göre Hitler, bir insanın hayatına normal şartlar altında “sıcaklık, haysiyet ve saygınlık” katacak her şeyden; eğitimden, meslekten, aşktan, arkadaşlıktan, evlilikten, babalıktan yoksundu ve siyasi nutuklar bir yana bırakıldığında tümüyle içerikten yoksun bir hayattı bu. Haliyle, “tüy gibi ve kolaylıkla bir kenara atılabilecek” bir hayat.
Cinsel istismar ve dolandırıcılık tekkeleri
Bir kurumun faaliyetlerini yasaklamak elbette mümkün, ancak “sosyolojik, siyasal ve kültürel” temele sahip oluşumlar, “hukuken” yasaklanamaz. Bir Nakşibendi tekkesi kapatılınca, tekke kapatılmış olur; Nakşibendilik sona ermez! Ayrıca vakıf ya da benzeri kurumlar altında kontrol edilmeleri de bana kalırsa pek gerçekçi bir çözüm değil.
Ve bin küsur akademisyen akınlarda çocuklar gibi şendi...
Zamanında hocasının dediği gibi, asli görevi devletin çıkarlarını savunmak, sadakatten ayrılmamaktı. Birkaç yıl önce başlatılan ‘çözüm sürecini’ desteklemiş, arada bir girdiği derslerinde sürecin ne denli hayati olduğunu; süreç sona erdiğinde ise yeni siyaseti destekleyip Kürtlerin nankörlüğünü anlatmıştı.
Herhangi bir yer ve zamanda, Suriyeli olmak mümkün...
Muhterem okur, milyonlarca insanın bir ülkeye gelmesi, sorundur. O insanlar içinde en tehlikelileri dahil her telden birilerinin olması, sorundur. Bir sorun olduğunu dile getiren herkes ırkçı, faşist filan da değildir. Ergen siyaset bilimi öğrencisi reflekslerine gerek yok. Fakat sorun olan, ‘durumun’ kendisi ve o ‘durumun’ müsebbipleridir. İnsan değil. Karşımızda kanlı canlı, duyguları olan, bizler gibi, insanlar var.
Kendini değerli bulmamak ve kibir...
Kendini ‘değerli şeylere değer’ bulmamak, toprağın bu duyguyu güçlendirecek şekilde sürülmesi, yalnızca kenar mahalle yoksul ahalisinde, onlara özgü sonuçlar yaratmıyor tabii. Kişisel takıntım olan ‘yurttaş olamamak’ ile ilgili daha ziyade. Farklı toplumsal katmanların mensupları, dereceleri değişmekle birlikte aynı ‘eşit yurttaş olamama’ halinden mustarip.
Büyüğün karşısında bacak bacak üstüne atmak...
Benim için en büyük sınavlardan, kendimi deneme anlarından biriydi, yaşça benden büyük biri karşısında nasıl oturacağım. Büyük şehir kültürü ile yetişmiş ve hele ki yeni nesil açısından bir şey ifade ediyor mudur? Sanmam.
Her muhitte makbul olmayan bazı hal ve davranışlar...
Kadınların içinde yer aldıkları cendereden çıkmaları hiç kolay değil. Hem tutucu kültürün, hem de o kültürün günlük yürütücüsü olan erkeklerin sıkı markajında yaşamak zorundalar. Biraz geçmişe gideyim. 1950’lerde büyük şehre göçen (ailemin de dahil olduğu) ilk kuşak kadın ve erkekleri belli açılardan –ki kılık kıyafet buna dahil- bugünkü çocuk ve torunları kadar kapalı, muhafazakâr bir yaşam sürmüyordu. Siyah beyaz Türk filmlerindeki kenar mahalle insanını hatırlayın.
Kapı eşiğinde çıkarılan ayakkabılar...
Sınıfsal ayrımlar ve bu ayrımlar üzerine inşa edilen duygu ve düşünceler, eşit yurttaşlık mücadelesinin önündeki en büyük engel. Küçümsenen insan, küçümseyeni anlamaya da, sevmeye de çaba harcamaz. Haklıdır da!
Bir ‘tercih’ olarak, yalana inanmak...
Daha bugün, yaşadığım ilçenin merkezinde seçim çalışması yapılan mekânda yaşlıca bir kadının sözlerine tanık oldum. Elinde Binali Yıldırım’ın seçim broşürü, CHP standının önünden geçerken “İmamoğlu’na verecekmişim, hadi be, oylarımızı çaldı hırsızlar resmen,” dedi. İnanıyor muydu söylediğine, hiç emin değilim.
Haysiyet...
İlk kez duyduğum (çok yeni sayılır) bir yayınevinden, Kıraathane Kitapları’ndan çıkmış bir çalışma (2019). Kahramanları Gaye Boralığlu ve Ümit Kıvanç. Kahraman diyorum, zira ‘yazan’ konumunda değiller. İki değerli yazar belli aralıklarla bir araya gelmiş ve bir kavram üzerine fikir alışverişinde bulunup tartışmış. Ortaya okuması çok zevkli bir kitap çıkmış.
Arkadaşlıktaki saadete dair...
Arkadaşlık nasıl kurulur? Aristo’dan hareketle arkadaşlık türlerini nasıl anlamlandırabiliriz? Aristo'nun ayrımlarına bakılınca, her birimizin yaşamımız boyunca ‘arkadaşlıklar’ arasında geçişken tercihler yaptığımızı görüyoruz. Yalnızca güzellikleri paylaştığımız zevk arkadaşlıkları, ilişkinin getirilerini hesaplayarak kurduğumuz faydaya dayalı arkadaşlıklarımız, asıl özlemimiz olan hakiki arkadaşlıklar ve son yılların mahsulü olan sanal arkadaşlıklar.
Yaşamla sakin bir ilişki kurmak...
Schmid, kitabında sükûnete giden ‘on adımı’ bulmayı deniyor. Yaşamın aslında ‘ne’ olduğunu sorgulayarak. Bu yolla, yaşamla sakin bir ilişki kurabilmeyi aramak. Her anın, her günün hakkını vermek ama bunu yaparken yaşamın da, bir ‘günün’ evreleri gibi, ‘mevsimlerden’ oluştuğunu göz ardı etmemek...
Pek güzel sömürülüyoruz elhamdülillah...
Kayırma için o süfli kapitalistlerin ‘gemi’ metaforuna gereksinimi var. Kayırma için o kapitalistlerin geleneklere, göreneklere, milliyetçi duygulara, dini duyguların sömürülmesine ihtiyacı var. Din adamı kisvesine bürünmüş kimi soytarıların yardım ve yataklığına ihtiyacı var. Kayırma için o kapitalistlerin yapmayacağı hiçbir şey, öpmeyeceği hiçbir el yok.
YSK her an bir çifti boşayabilir!
İstanbul seçimleri, YSK kararıyla yenilenecek. Neden? Çünkü AKP’liler ‘bir şeyler olduğunu hissetti.’ Ciddi bir delil sundular mı? Hayır. Peki ne hissettiler? Bilmiyoruz. Bir şeyler, ama ne olduğu belli değil. Gariplik var, dediler tam kırk gün boyunca. Ne o gariplik? Bilmiyoruz. Hiç kimse bilmiyor. İçimiz rahat değil, dediler. Nasıl? Yeteri kadar hukuksal mı bunlar?
Dönecek devran, dönmeyecek devran...
Selahattin Demirtaş, zeki, yetenekli bir siyasetçi. Herhalde içinizde ‘savunmasını’ okuyanlarınız çoktur. Dürüst, açık sözlü ve dirençli biri. Bu yüzden cezaevinde. Üç beş metrekarelik dünyasında ikinci hikâye kitabını çıkardı. Garibanları, dönen devranları ve belli ki kolay kolay dönmeyecekleri anlatırken, dışarıdakilerle hasbıhal ediyor.
Kendisini istikşafi müzakere ile hatırlamak isterdik!
Erdoğan’a bir eleştiri var mı? Saçmalamayın! Erdoğan’ın Türkiye’de ve AKP’de olup biten olumsuzluklarda ne dahli olabilir? Soruya bak, bal kabağı! Yalnızca ‘yeni sisteme’ dair bazı tespit ve öneriler mevcut. Cumhurbaşkanını ‘eleştirmemeye’ büyük özen gösteren. Çünkü malumunuz, yeni sistem Erdoğan tarafından istenmedi, ağaçta yetişti ve yanlışlıkla kabul edildi.
Şimdi şöyle yazalım: Vandal Ekrem, sözde futbol maçına...
M: Şu mazbata ısrarına fetiş filan diyelim. Aynı sayfaya bir yerlere de Almanya’daki bazı festivallerden zincirli herif fotoğrafları koyun. Y: Resmen dahiyane müdürüm. Kimin aklına gelirdi. Çağrıştırma yöntemi diyorsunuz yani. M: Evladım biz bu saçı sakalı değirmende ağartmadık. Sudan’da olanları da ilk sayfadan giriyoruz. Darbenin bize yönelik olduğunu şeyapalım. Y: Sudan’la... biraz şey olmasın müdürüm...
Leblebi tozu...
“Mutluluğun ölçüsünü kaçırmamak için, üzüntüyü bilinçli olarak davet edebilirsiniz. Üzüntü, hayatın kemaline ermek için gerekli.” deyiveriyor Schmid. Satırlarını şöyle bağlıyor: “Mutsuz olmayı, insan olmanın bir imkanı olarak kabullenmek.” Zor zamanlar geçiriyoruz hakikaten. Hiç kimsenin bizlere mutluluk sözü vermediği bu toprakta. Leblebi tozu öneririm...
İnsanı küçük görmek, göreni küçük düşürmez mi?
Değerli kardeşim, herkes dindar bir yaşamı benimsesin isteyen, özel yaşamlara burnunu sokanlarla, senin zihniyetin arasında fazlaca fark yok. Aynı yolun yolcususunuz ve o yolun çıktığı kapının üzerinde, ‘faşizm’ yazıyor. Demokrasi mücadelesi, eşitlik mücadelesi olmalı. Eşitlik mücadelesine dönüşmeli. Bunun yolu, hor görmek, farklı olanı, ‘benzemeyeni’ yok saymaktan geçmiyor.
Biri diğerini yok sayıyorsa, bir nedeni olmalı!
Türkiye’deki kamplaşma, birbirinden uzak kesimler arasındaki bağı iyice zayıflattı. Başımıza gelen ve gelecek hiçbir kötülüğü zerrece umursamayan kalabalıklarla karşı karşıyayız. Ama memleket de hiç kimsenin babasının tapulu malı değil nihayetinde. Birbirimize bayılmak zorunda değiliz, ancak birlikte yaşam için hiç olmazsa ‘anlamak’ durumundayız.
Şehrin kenar mahallesi de, insanı özgürleştirir mi peki?!
Diyeceğim, “şehir özgürleştirir,” doğru. Buna mukabil her şehir özgürleştirmediği gibi, en kozmopolit şehirlerin kenar mahalle yaşamı ile büyük semt merkezindeki yaşamlar arasındaki fark az buz değil.
Memnuniyetsizliklerini sandığa karıştırmayanlar!
Efendim, bazı yolsuzluk iddiaları varmış. Gözünüzle gördünüz mü? Ne pratik/işlevsel bir soru değil mi! Bu, benim sık işittiğim bir yanıt. Dürüst değil kuşkusuz ama inkâr böyle bir şey değil mi zaten? Cemaat ile ilişkiler? E kandırıldılar! İnsan kandırılamaz mı?
Opera görmüş bir Osmanlı
Çelebi, Marsilya’da Paris’e giderken çok yerden geçiyor (çoğu nehir üzerinde) ve son derece ayrıntılı gözlemler yapıyor. Bu gözlemlerde bir özenme ya da kötüleme çabası yok kesinlikle. Ancak bazı yer ve konulara dair şaşkınlığını (ve görünen o ki biraz da takdir ve gıptayı!) gizleyemediği gerçek.
‘Cahil halk’ tespiti için, fazlaca eğitime gerek olmayabilir!
Yaşadığımız sorunların kaynağı olarak gördüğümüz bir seçmen kitlesinin kimlerden oluştuğu, onların günlük yaşam pratikleri hakkında biraz daha fazla kafa yormaktan zarar gelmez sanırım. Kimlerle karşı karşıyayız? İlk soru: Cahil insanlarla mı?
‘Hum’ zamirinin serencamı
Cemil Oktay, ‘Hum’ ve iktidar üzerinde duruyor. İktidarlar, danışılması gereken ‘onlar’ı nasıl algılamıştır? Osmanlı’da ‘onlar,’ Batı'dan farklı olarak bireyleşmemiş ve doğup büyüdüğü etnik/dini cemaatler tarafından şekillendirilen insanlardan oluşmaktaydı.
Her yerde olmak isteyen akademisyenin bez çantası...
Her gece 23.30 gibi uyur, sabah 07.00’de kalkardı. O gece atılanlardan haberi olmamıştı. Sabah kahvaltısını yapıp her gün olduğu gibi önce eşini işe bıraktıktan sonra, saat 08.30’da kampüse geldi. Kapıdaki polis otobüsünü gördüğünde, “Herhalde bizim sekterler için yine o özel günlerden biri,” diye düşünüp ciddiye almadı.
Haklı olmak, haklı çıkmaya çalışmak, konuşamamak...
Herkesin haklı çıkmaya çalıştığı bir yerde, konuşmak/tartışmak mümkün değil. Marazi bir durum bu. Ve tabii, nesilden nesle miras kalan bir maraz. Bunlar üzerine hep birlikte kafa yorarsak, belki memlekete dair daha makul değerlendirmeler de yapabiliriz. Ezcümle muhterem okur, yaşadığımız her sıkıntının sorumlusu Evanjelikler ya da Soros olmayabilir!
Bizi de üzdüler, sabah kalktık işe gittik...
Aydın Engin, bazı yazılarında kendisiyle, düşünceleriyle, önyargılarıyla hesaplaşıyor. Yoksul yolcular, zor hayatlar geçirip büyük badireler atlatmış yolcular, Turgut Özal hayranı küstah iş insanı ile uzun süren tartışma, arsızlık yapan Arap şeyhlerine karşı taksici dayanışması... Hele ki gariban bir Hintli ile yolculuk macerası var ki! İtiraf edeyim, okuyunca yazara sarılmak istedim.
Layk dostluktu, layk emekti...
Tam twitlik konu, diye geçirdi içinden. Yanlış anlaşılmaktan çok korkuyordu. Tek bir takipçi kaybetmeye tahammül yoktu, iyi düşünmeli, kapsayıcı ve tehlike içermeyen bir şeyler yazmalıydı. Çarpıcı. Cazip. Ortalamaya hitap eden. Kitlelere seslenmenin hiç de kolay olmadığını çok daha iyi anlıyordu artık...
Yeni Türkiye’nin kaymağı ve Çukurambar!
Yazar, muhafazakâr orta sınıf beğenisini, “Zarif ve dinen makbul” ifadesiyle tanımlıyor. Çukurambar’da edindiği çevreyle gerçekleştirdiği derinlemesine söyleşiler ve kişisel tanıklıkları, orta-üst sınıf dindar AKP’lilerin yaşama, hayata, ülkeye, topluma, insan ilişkilerine vs. bakışlarını betimliyor. “AKP’liler” diyorum, çünkü konuştuğu herkes AKP seçmeni.
Fenni muayene yaptıran adam
Egzoz sırasına girdiğinde artık iyiden iyiye üşümeye başlamıştı. Egzoz görevlisi el işaretleriyle yönlendirdikçe heyecanı artıyordu. “Gaz ver,” konutunu alınca gaz verdi. “Bırakabilirsiniz,” komutuyla bıraktı. Komut, yaşamı kolaylaştırıcı bir şeydi aslına bakılırsa, insanın devlet nezdinde hata yapmasını önlüyordu. İçeri davet edildiğinde, egzoz görevlisinin yüzündeki ifadeden tedirginlik duydu. “Hayırdır?” dedi.
Kötü hissetmek...
Öyle acayip şeyler yaşıyor ve öyle ürkütücü diyaloglara, monologlara tanık oluyoruz ki, iyi hoş olanı da fark edemez hâldeyiz. Bu yüzden, var olan tüm iyilikler bir yana, kendimizi kandıramayacak kadar çok kötülükle çevrelenmiş durumdayız. Olup biteni görmezden gelenler bir süre sonra iyice zombileşecek! Yalana iltifat, peşi sıra duyarsızlığı ve kişiliksizleşmeyi sürüklüyor çünkü.
Bak şimdi, bu haberi şöyle verelim...
Y: Şimdi müdürüm, bir CHP belediyesi bir iki haftalık bir okul açmış, halka açık bedava dersler olacakmış. M: Eee ne var bunda? Y: Dur müdürüm daha söylemedim! Okulda derse gidenler arasında KHK’li hocalar da var. M: Ne diyorsun? Ulan kral haber bak bu. Y: Sağol müdürüm, sayenizde inşallah. Şimdi bu haberi iri harflerle verelim, bir iki de fotoğraf kullanalım diyorum...
Narsisist siyasetçiler neden bu kadar cazip?
Siyasal ve toplumsal dönüşümün, yaşanan krizlerin, çok sayıda ve iç içe geçmiş karmaşık nedenleri olmakla birlikte, ülkeler şimdilerde aynı marazi durumun bir başka sonucuyla yüz yüze: Narsisist liderler. Halkların narsisistlere gösterdiği iltifat. Tarih, ne narsisizme ne de narsisist liderlere yabancı elbette.
Tutkuyla röportaj vermek istiyordu...
Söyleşi için evinde verdi randevuyu. Az da olsa deniz gören, güzel ve aydınlık bir ev. Sehpa üzerinde türlü kuru pasta. Hizmetlinin tepsisinde çay ve kahveler. Sadelik için gösterilen özen. Söyleşi, teyp açıldığında başladı. İlk sorular âdetten olduğu üzere çocukluk, gençlik ve sanat hayatı üzerine. Sıkıcı kısımlar. Ardından memleket gündemi...
Çok güzel bir huysuz, Tuğrul Eryılmaz...
Tuğrul Eryılmaz, eşi benzeri nadir bulunur ölçüde ‘açık sözlü’ ve ‘sivri dilli’ bir insan. Kitapta da kendisini pek sınırlamamış! Değindiği hemen her konu bağlamında birilerine ‘laf atmayı,’ onlarla ‘uğraşmayı’ ihmal etmemiş. Bu yazıyı okursa, “Sen öyle zannet, daha neler söylerdim de tuttum kendimi,” diyebilir kuşkusuz!
Cihangir İslam’ın söz özgürlüğü...
Cihangir İslam’ın konuşması; içeriğini beğenir ya da beğenmezsiniz, katılır ya da katılmazsınız, TBMM kürsüsünde yapıldı. Anayasa’nın 83'üncü maddesinin ilk fıkrasını anlamak için anayasacı olmaya gerek yok. Okuma bilmek yeterli. Cihangir İslam, yasama çalışmaları esnasındaki bir konuşması (ya da diğer yasama etkinlikleri) nedeniyle ‘soruşturulamaz.’ Bu kadar basit
Cumhuriyet’in kimsesizleri...
Hakikaten akıl alır gibi değil şu yıllarda tanık olduğumuz felaketler. ‘Cumhuriyet,’ yoksul ve kimsesiz yığınların ‘kimsesi’ olacaksa eğer, önce olup bitenin unutulmasına izin verilmemeli.
Hayli tuhaf bir yolculuk hikâyesi...
Orta boylu bıyıklı görevli, birazdan İzmit’te olacaklarını, sandığın üzerine oturabileceğini söyledi. Bir süre sonra işlerini bitiren diğer kondüktörler de gelmişti odaya. Üçüz gibi görünen üç kondüktör yan yana dizildi. Yaşadıklarına inanmakta zorluk çeken ama tuhaf bir biçimde kaderine razı olan talihsiz yolcu ile üç görevli karşı karşıyaydı.
Hınç toplumunda, yurttaş kalabilme marifeti
Ne ile karşı karşıyayız? Bizi yönetenler nasıl yönetebiliyor? Hangi araçlarla ve hangi duygulara hitap ederek? Nüfusun büyük çoğunluğunun borçlu oluşunun gerekçesi nedir? Toplum olma vasfı dahi tartışılır hale gelen Türkiye kalabalığı, nasıl oldu da devlete ve muhtelif vakıflara muhtaç hale getirildi? Her gün gözlemlediğimiz ve giderek artan hıncın gerekçeleri nedir? İktidar nasıl oluyor da birbiriyle taban tabana zıt siyasi tercihlerini seçmenine kabul ettirebiliyor?
Umuda ve kafa karşılıklarına olan ihtiyacımız...
Kişisel olarak, Türkiye’nin daha çok uzun yıllar eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum olmanın yanından dahi geçemeyeceği kanısındayım. Kendisi atılmış, hocası atılmış ve hocasının hocası atılmış bir insanın satırları bunlar; hayalperestin değil! Mesele şu ki, ellerimizdeki iğnelerle her ne yapılacaksa, bu gerçeği görerek, bilerek yapılacak iri laflarla ham hayaller kurarak değil.
İğneyle kazılan kuyunun dibindeki, umut...
Ben geçtiğimiz hafta sonu, özellikle şu aralar çok nadir yaşayabildiğim bir şeyi yapıp şehir dışına çıktım ve Bursa’nın Nilüfer Belediyesi’nin ‘Misi’ köyüne/mahallesine gittim. Tümüyle kendi cehaletimden kaynaklanan şaşkınlığı hâlâ yaşıyorum. Müthiş bir yer. Siz/biz bir yerlerde bunalır ve lanet okurken, birileri de bir köyü/mahalleyi İskandinav ülkesine dönüştürmüş. Ya da Ecevit’in ve Çetin Altan’ın hayalindeki köye!
Mehmet için yapısal reformlar, yok hükmündeydi...
İşten çıkarmalar başladı. Firmalar küçülüyordu. İnşaat firmaları da. Daha az işçi ve daha az ücret zamanıydı. İşsizlik oranları yükseliyordu. İşçiler, ‘oran’ sözcüğü ile anılıyordu çoğu zaman. Mehmet ve onlarca arkadaşını işten çıkardılar. Hanımı ve biri okuyan üç çocuğu vardı. Başka hiçbir şeyi yoktu. Hiçbir şeyi.
Dayak yememek için, Nazi’lere katılıyorlardı...
Alman toplumunun çoğunluğu, nasıl adım adım Hitler’in oyuncağı haline gelebildi? Bu esnada, Nazi olmayanlar (ve Haffner gibi Yahudi de olmayanlar), nasıl ayakta kaldı? İnsanlar, sivil ve resmi kurumlar nasıl davrandı?
Kitlelerin ruhu ile çocuk ruhu birbirine benzerdir...
Sıradan ve eğitimli bir Alman olan Haffner, anılarında I. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak, toplumunda neler olup bittiğini, insanların umutlarını, umutsuzluklarını ve koşulların, gündelik yaşam içinde giderek daha görünür olan Nazi iktidarını nasıl hem yaratıp hem ona teslim olduğunu anlatıyor.
Hiç olmazsa hafta sonları tek ayak üzerinde durmasaydı...
Ülker, saat 16.00’da arkadaşlarıyla birlikte evden çıktı ve parka gitti. Kuytu ve gölge bir yer tespit etmeye çalıştılar. Kararnamede parkın neresinde durması gerektiği belirtilmemiş ve yurttaşa, duracağı yeri seçme hakkı tanınmıştı. Kuşkusuz önemli bir kazanımdı ve söz konusu serbestliğe dikkat çekmek isteyen kimi özgürlükçü yurttaşlar, twitırda #istedigiyerdeduracakya heştegi açmıştı.
Her gün 16.20’de, tek ayak üzerinde duracaktı...
Sıradan, sıradanlığı ölçüsünde konforlu ve memleketin bunaltıcı atmosferi sayılmazsa, ziyadesiyle huzurlu bir yaşamı vardı, Ülker’in. Ta ki bir çarşamba günü, yaşamını tümüyle değiştirecek cumhurbaşkanlığı kararnamesi, Resmi Gazete’de yayımlanana dek...
Savunma saldırıyor...
Vergès, öncelikle suç, yargılama ve adalet kavramlarına ilişkin bazı tespitlerini sıralıyor. Ona göre, devlet güçlüyken adalet gerçekten devlet meselesidir; ancak kriz içine düşerse, adalete hesap vermek zorunda kalır ve kudretli döneminde koyduğu kuralların, karşısına dikildiğini görür.
Bedelli askerliğe dair, bazı notlar...
Ben işitmedim, veda konuşmasında bölük komutanı, “Bir savaş çıkarsa sizi askere çağırabilirler, Allah bu ülkeyi size muhtaç etmesin,” demiş. Çok güldüm duyunca ve adam kesinlikle haklıydı! Umulur ki, askerlik hizmeti daha rasyonel bir düzenlemeye kavuşsun, talep edenler düşünülerek vicdani retçilik tanınsın ve bedelli askerlik uygulaması terk edilsin.
Osmanlı’ya anayasa yazan Yunan, Rigas...
Rigas Fransız Anayasası’nı Osmanlı koşullarına uyarlamış gibi. Millas’a göre, Rigas, anayasa metninin dili ve kavramsallaştırma konusunda son derece başarılı. Ayrıca, gerektiğinde alışılmış hukuk dilinin dışına çıkarak ‘açıklayıcı’ paragraflar yazmaktan geri durmamış Rigas.
Demir para çarşafta sekmeli!
Otobüse biniş, birliğe varış, şaşkın ördek gibi sağa sola bakış, kıyafetler, koğuş, dolap, ranza, çarşaf... Hani şu üzerinde para sekmesi gereken çarşaf. Neden para sekmesi gerekiyor, sorgulamamak gerekir böyle şeyleri; önemli olan, konuyla ilgili herkesin aynı talimatı vermesiydi!
Hindenburg’un yetkileri ve Mustafa Kemal’in yetkileri...
Adolf Hitler, Birahane Darbesi (Kasım 1923) ardından cezaevinde ‘misafir’ edilirken ve o koşullarda Kavgam’ı kaleme alırken, Türkiye Cumhuriyeti ilk anayasasını kabul ediyordu. Anayasa’yı hazırlayıp kabul edenler, 1923 seçimleri ardından kurulan II. Meclis’in vekilleri. Hani şu, Mustafa Kemal’in muhalefeti büyük ölçüde tasfiye ettiği, buna mukabil o Mustafa Kemal’e meclisi fesih yetkisini vermeyecek kadar dirayetli vekillerden oluşan TBMM.
Müşteriye fırça atabilen garson kadın, ne güzeldi
Masanın yanına vardığımda kıyamet kopmuştu, herkes profesörün ceketini temizleme telaşında, o da bas bas bağırıyor. Özürler özürler... Tabii hepsini ben dilemek zorundayım! Ceketini kuru temizlemeye göndermek için alıp bir torbaya koyduk, arkasından özür kadehleri! Mutfağa gidip işgüzara olanı biteni anlattım kızgınlıkla. Ne mi yaptı dersiniz?
Hamdoş abi...
Kabul; kimi insan daha özeldir, Hamdoş mesela. Biraz da bu nedenle sanırım, anılarının sonunda yaşamının muhasebesini yapıyor kısaca. Çekilen acılar, yitip giden arkadaşlar, işkenceler... Varılan yer, kaderci bir toplum. Sürekli bölünerek darmadağın olan bir Türkiye solu. Hamdoş biraz kırgın ve kızgın doğrusu ama sözlüğünde yılgınlık yok.
TBMM’de çay, kahve ve gazoz çok ucuzdu...
TİP’in ve Çetin Altan’ın TBMM macerası, tüm tartışmalar, müzakereler, önemli konularda açıklamalar, TİP’lilerin kamuoyunun habersiz bırakıldığı konularda yaptığı hayati konuşmalar ve AP’lilerin sürekli çileden çıkmaları bir yana; ilk kez meclise girmiş ve sol ilkeleri anlatmaya çalışan sosyalist bir parti ile o partiyi siyasal ve fiziksel açılardan yok etmek için çaba harcayan, sürekli küfreden, hakaret eden, linç etmeye çalışan sağcı siyasetçilerin zorunlu ilişkisinin hikâyesidir aslına bakılırsa.
‘Yüzü’ buzlanmış, üst arayan akademi...
O üst arama fotoğrafı, Türkiye üniversitelerinin ta kendisidir. Kusursuz bir YÖK üniversitesi betimlemesidir.
Garson ve zemindeki ekmek kırıntısı...
Siz yemeğinizi bitirip gidersiniz. Kalanlar, sizin hiç görmediğiniz, tanık olmadığınız bir yaşam sürer o dört duvar arasında. Siz ekmeğinizi yersiniz, garson ahşap arasına sıkışıp kalmış ekmek kırıntılarını fark eder. Sizin için güzel bir akşam, garson için her gün yeniden başlayan ve hep aynı şekilde sona eren yorgunluktan ibarettir.
Şanslısın, gidecek bir yerin var...
Londra şehrinin güneyinde taksiye binmek zorunda kaldım bir akşam. Şoför bir kadındı. Nereli olduğumu sordu ve bir iki hafta içinde Türkiye’ye döneceğimi öğrenince, “Ne şanslısın, senin dönecek bir yerin var,” dedi.
Siyaset, vekillik, hışırlık...
Çalışkanıyla, düzenbazıyla, emek harcayanıyla, kaytaranıyla, torpilcisiyle, dürüstüyle, efendisiyle, kavgacısıyla, samimi olanı ve iki yüzlüsüyle milletvekillerimiz, aslında çoğu zaman bir ‘sayıdan’ ibaret olacaklar. İçinde yer aldıkları sistem, fazlasına izin vermeyecek. Pek çoğu hiç dert etmeyecek bunu, liderlerinin gereksinim duyduğu bir ‘sayı’ olmayı.
Dışişleri Bakanı ile garson...
Tahmin edebileceğiniz gibi, bu sevimsizlerin hiçbiri garsonlara doğru dürüst teşekkür etmezdi. O lokantaya gelen Türkiyeli müşterilerin kahir ekseriyetinin ayırt edici bir niteliğiydi bu.
Garsona bilet hediye eden şöhret, zarafet, vs.
Durup bekleyecek misin yoksa "Bana ne Tom Cruise’dan arkadaşım" diyerek devam mı edeceksin? SBF’yi bitirmişsin, bir iki kitap okumuşsun. Zor bir karar anı! Ya orada, metal barikat ardında beklerken memleketten solcu bir arkadaşla karşılaşırsan. Kaygı bir değil iki değil! Tam böylesi endişe ve ikilemler içinde debelendiğim esnada, birden bire sosyal demokrat olduğumu hatırlayıp ferahladım ve durup izlemeye karar verdim...
Turgut Özal’a, birlikte intihar teklifi...
Son yılların çoraklığını daha iyi hissetmek için belki de şunu bir kez daha hatırlamak iyi olabilir. Bu seçimde ilk kez oy kullanacak olan seçmen grubu, ‘yaşamları boyunca’ Erdoğan’dan başka muktedir, AKP’den başka iktidar görmedi! Siyaseti böyle bir şey, siyasetçileri de yalnızca bu şekilde davranabilen insanlar zannediyorlar.
Garibanın garibana yaptığı...
Lokantalarda yaşam, çalışan ilişkileri bakımından hem dayanışma hem de küçük hesaplarla ayak kaydırıp can yakma ortamında geçiyordu. Hakikaten çok öğreticiydi. O çok meşhur Türk lokantasında çalışırken örneğin, aynen sahibi Mısırlı olan ilk lokantada olduğu gibi, bahşişler garsonlara verilmiyordu...
Karaoğlan, 1977’de ‘bir şey’ söylemişti...
Ecevit, CHP’nin ulaştığı en yüksek oy oranını, yurttaşı heyecanlandıracak projeleriyle ve halk ile temas kurma çabasının sonucunda elde etmiştir. Ecevit, ‘bir şey’ söylemiştir. Bir şey söylüyor oluşunun karşılığını görmüştür. Muhalefet, özellikle ana muhalefet bugün mutlaka ‘bir şey’ söylemelidir. Yurttaşı heyecanlandıracak, ‘çağa uygun’ vaatleri olmalıdır.
Botun boğazını kesince, ayakkabı oluyor...
İnsan o kadar gençken ve gittiği yere yerleşme niyeti de yokken, yani döneceğini biliyorken, her şey daha katlanılabilir oluyor. Çoluklu çocuklu insanların ‘yoksulluğu’ gibi ciddi bir iş değil, bekar ve genç insanın maceracı parasızlığı. Nasıl olsa geçecek diye düşünüp biraz da eğlenceye dönüştürmek mümkün.
Bir anayasal ‘hak’ olarak, laiklik...
Laik bir çevrede yaşama hakkının kabul edildiği ‘anayasal sistemde,’ bir yurttaşın ‘Şeriat isteme hakkı’ var mıdır? Din devleti isteyenlerle, laiklikten yana olanlar, anayasal ilke ve hükümler bağlamında, düşünce özgürlüğüne eşit olarak sahip midirler? Bu soruların yanıtını da, makaleyi okuyarak bulunuz!
Mor erkek ayakkabısı...
Vay be, demiştim, birileri de bunu giymek istiyor. İster, neden istemesin? O ister de, beriki de üretmiş ve vitrine koymuş; iyi de yapmış. Böyle çok şey vardı vitrinlerde. O güne dek olabileceğini hiç hayal etmediğim türden kıyafetler, eşyalar filan fıstık. Çeşitlilik, renk, farklı formlar, çok iyi bir şeydi sanırım. İnsanın zihnini eğittiğini, terbiye ettiğini sonradan anladım, o günlerde yalnızca şaşırıyor ve seviyordum.
Neden ‘hayvan toplumu’ diye bir şey yoktur?
Cem Eroğul’un uzun yıllara yayılan çalışması, bir yandan Marksizm’deki birey sorunsalına yanıt ararken, diğer yandan insanı ve toplumu, dolayısıyla siyaseti ve devleti anlama çabasında kestirme yolların tercih edilmemesi gerektiğini de hatırlatıyor. Yine onun sözcükleriyle, “İnsanın kaynağı insandır.” Ve kişi, ancak diğerleriyle ilişkiye girdiğinde, insan olabilir.
Well done, iyi pişmiş demekmiş meğer...
İlk günlerde bir grup geldi. Siparişlerini alıyorum. İki kişi et istedi ve bir kadın, siparişinin ardından"well done" diyerek gülümsedi. Bir yandan mutfağa yürüyor, diğer yandan bu kadın ne diye "aferin" dedi bana diye düşünüyorum. Hemen sözlüğe baktım ve o ‘küçük’ sözlükte de well done karşısında 'aferin' yazıyordu. Servisi çok beğendi desem, daha yapmadım. Beni sevmiş olsa, neden aferin desin? Neyi beğenmiş olabilir ki?
Halklardır kendilerini teslim edenler, ezdirenler...
Söylev’in yazılma gerekçesi nedir? La Boétie’nin eserinde belli bir yönetimin tercih edilmediğini ya da savunulmadığını görüyoruz. Yazar, yönetim biçimlerinin iyiliği ya da kötülüğüyle ilgilenmez. Ağaoğulları’nın ifadesiyle, La Boétie, siyaseti geniş anlamı içinde ele alır, onun doğrudan doğruya ‘özünü’ açıklamaya çalışır. Yapıtının odak noktasında, ‘insanların nasıl olup da itaat ettikleri’ sorusu vardır.
Parmağını ıslatıp lavaboyu ovan, Alman kadın...
Genellikle haftanın altı günü çalışıyordum. Saat altı gibi gidiyor, gece yarısını geçe ayrılıyordum. İkinci el dükkanından tedarik edilmiş, siyah pantolon, siyah yelek, beyaz gömlek, papyon ve siyah ayakkabı. Bir de, küçük masa örtülerini katlayarak pantolon kemerimize sokuşturduğumuz beyaz önlükler. Sömürgen patronum, aynı zamanda bana işi öğreten insandı. Her şeyi ondan öğrendim, bu yüzden tam manasıyla nefret de edemedim!
Sadakatin olduğu yerde, merhamet işlemez!
Orwell’ın milliyetçisi, görmek istediğini görür ve duyar. Der ki, “Bazı milliyetçilerle şizofreni arasındaki fark kısadır; fiziksel dünyayla hiçbir bağlantısı olmayan iktidar ve fetih hülyaları içinde gayet mutlu yaşarlar."
Artık yalnızca davası değil, şöhreti ve parası da vardı...
Artık yalnızca köşe yazarı ve yönetici değil, aynı zamanda izlenen, şöhreti giderek yayılan bir TV tartışmacısıydı. Memleketteki ve özellikle dava camiasındaki genel eğilim sonucu, hemen her konuda yazıp konuşması kesinlikle yadırganmıyordu. Bu arada imarı değişecek bir köyden arazi satın alıyor, son anda kat izni verilen gökdelenlerde çok hesaplı daireler buluyordu. Çoluk çocuğunu düşünmek zorundaydı ve eğer Allah istemese, o imar değişikliği yapılmaz, o kat izinleri verilmezdi.
Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!
Komünist Manifesto, tarihe/topluma/insana üretim güçleri ve ilişkileri penceresinden bakan bir ‘okuma.’ Dünyayı değiştirmek için, önce tarihi anlamak gerekiyor ve Manifesto, bu anlama/anlam verme çabasının en etkileyici örneklerinden biri.
Robot, HDP’nin iktidar ile anlaşacağı kanaatindeydi...
Robot, “Öyle görünüyor ki HDP ilk seçimde iktidar ile anlaşacak” diyerek yerli ve milli olmanın belirleyici koşullarından birini yerine getirmişti. O andan itibaren açıkça ‘bilge Robot’ muamelesi görecekti. Hemen ertesi gün, Ankara Üniversitesi’nde öğretim görevlisi ve rektör danışmanı olarak istihdam edilmesi için gerekli işlemler başlatılmıştı. Artık ‘duayen’ bir robot idi...
Bir aile, çocuğunun mahvına seyirci kalabilir mi?
Çocuk Yasası'nı Türkiye hâkim ve savcılarına kesinlikle tavsiye etmiyorum. Kendilerini, böylesi hukuk tartışmalarından korumalarında yarar var. Buna mukabil, tarihsel deneyimden süzülen ‘karar mantığı’ ile ilgili nefis örnekleri edebi lezzet içinde okumak isteyen genç hukukçu ve öğrenci okurlara ısrarla öneririm...
1/5 nispetinde şöhretli bir akademisyendi!
Yıllardır izlediği tartışma programlarının birinin kahramanı olacaktı bu akşam. Kim bilir belki de ilk kez bir ekran yüzüne, “Yalnız sözümü kesmeyin lütfen” deme fırsatını bulacaktı. Yalnızca üç saat sonra seksen milyon kendisini izleyecekti. Hadi diyelim bir kısmın işi var, çoluk çocuk filan, en az altmış milyondu. Saçını son kez düzeltirken sayının otuz kırk milyon da olabileceğine ikna olduğunda, kapı çaldı...
Tercüman gazetesinin 'anayasa' ile derdi neydi?
Yazının başlığında Ilıcaklar’ın Tercüman'ının yer almasının tek nedeni Tarabya Oteli’ndeki seminerin Tercüman aracılığıyla düzenlenmiş olması değil kuşkusuz. Daha çok hatırlananın ve bilinenin Ilıcak ve Tercüman ‘markalarıyla’ anılıyor oluşu, Tercüman’ın dönemin sağ siyasetinin, haliyle Demirel’in ve dolayısıyla Demirel’in anayasa tezlerinin en büyük destekçisi oluşu...
Briket ile örülmüş duvar...
Nereden geldi aklıma şimdi şu duvar! Garip, hatta belki saçma gelecek ama ayın 19’unda, Agos’un binasına asılmış devasa Hrant Dink fotoğrafını gördüğümde hatırladım yine bizim bahçe duvarlarını. Nasıl tarif edebilirim? Anlatabileceğim çağrışımlar var. Bir de dilimin dönmeyeceği, sözcük dağarcığımın yetmeyeceği, betimleyemeyeceklerim...
Devlet benim, halk da benim halkım...
Popülist iktidarların üç özelliğini saptıyor Müller: Devlet aygıtını gasp ederler, yolsuzluk ve kayırmacılık yaparlar, sivil toplumun bastırılması için çaba harcarlar. Tabii diğer otoriter yönetimler de bunları yapar. Popülistlerin farkı ise tüm bunları, kendilerinin halkın ‘gerçek’ temsilcileri olduğunu iddia ederek yapmaları. Dolayısıyla, aslında her ne yapılıyorsa, halkın iradesi ile yapılıyor.
O an taksi şoförüne sarılıp ağlamak istemişti...
Mecbur kaldığı zamanlarda, pek çok aşamayı başarıyla geçip taksici tarafından araca buyur edildiğinde, sürücünün davet edişteki samimiyetine ikna olduysa eğer, yaşadığı mutluluğu tarif etmek mümkün değildi. Huzurla ön koltuğa kuruluyor, yüzünde silemediği gülümsemesiyle ne denli şanslı olduğunu düşünüyordu. Aksi yönde bir kararı olmasaydı o anlarda tek isteği sürücüyle konuşmak, ona güzel bir şeyler söylemekti aslında.
Yüz yıldır kurulamayan cumhuriyet...
Kurtuluş Savaşı, iki farklı ideolojiye sahip güçlerin belirli koşullarda uzlaşmasıyla gerçekleşti. Sonraki süreçte var olan uzlaşmazlıklar belirginleşti, mücadele sertleşti. Ömür Sezgin, toplumsal yapıya hakim güçlerin siyasi düzeydeki temsilcilerinin neden etkisiz kaldığını anlamak için soruna, ‘siyasi, iktisadi ve ideolojik düzeyler’ arasındaki ilişkiler çerçevesinde yaklaşıyor.
Demokrasilerde ‘halk’ egemendir. Yalan!
Neden halklar, halk olmaktan vazgeçiyor? Neden yurttaşlar, yurttaşlıklarını terk ediyor? Belki de etmiyordur. Tarihin başka bir evresindeyizdir ve halklar sahne demokrasisinden sıkılmıştır. Olamaz mı? Belki, yaşamları üzerinde gerçek bir egemenlik talep ediyorlardır artık ve belki de siyasetten uzaklaşma gibi görünen eğilimin kendisi, bizzat siyasi bir gelişmenin sonucudur. Düşünelim biraz.
Değerlere saygılı bir Noel Baba, fena fikir değildi aslında...
Toplumun değerleriyle daha barışık bir Noel Baba’nın kabul göreceğini tahmin ediyordu. Muhafazakar semtlerde çocuklara namaz takkesi, küçük tespihler dağıtan bir Noel Baba pekala sempatik gelebilirdi. Bir başka muhitte de İzmir Marşı mırıldanarak dengeyi sağlardı. Öyle "hoh hoh" diyerek toplumun değerlerine hitap etmek, kabul görmek mümkün olamıyordu.
Kalbini ve aklını sağ eline vermişti...
Besmele ile biniyordu pahalı ve gösterişli arabasına, sağ eliyle açıyordu kapıyı. Sağ elin, pek çok kapıyı kolaylıkla açtığını fark edeli çok olmuştu. Muktedirin yağında, halinden memnun, Allah’ın izniyle kavrulup gidiyordu…
Yaşamak için ayağa kalkmamışsan, yazmak için oturmayıver!
Thoreau’nun dediği gibi, “Konuşmadan evvel görmelidir insan.” Sürekli ve hep aynı şeyleri konuşmadan, biraz ağaç, biraz saman koklayarak, biraz da rüzgarı hissederek yürümekte yarar var. Yürüyüşün ardından, berbat konularınıza dönersiniz, telaş etmeyin! Yalnız yürümek yalnızca sağaltıcı etkisi nedeniyle değil, yürüyene istediğini yapma şansı tanıdığı için de kıymetli. ‘Yaşasın başına buyrukluk,’ anlayacağınız!
Sıkıcı biri olduğu için işinden atılan memur, H.C.
Film seyretmeyi oldum olası sevmemişti. Roman okumak zaman kaybıydı. Birileri, bir başkasının yazdığı hayal ürünü hikayeleri okumak istiyorsa, kendileri bilirdi. Gazete karıştırmayı da sevmiyor, eğer çok önemli bir şey olursa zaten arkadaşlarından duyacağını tahmin ediyordu. Siyaset konuşmayı bazen seviyor çoğu zaman hiç sevmiyordu. Böyle konulara kafa yorarsa yönetici olamayacağı yönünde bir endişesi vardı...
Ceket iç cebinde taşınabilen anayasalar
Bülent Tanör’un Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri ve İki Anayasa adlı eserleri, toprağımızın anayasa serüveninde ne olup bittiğinin farklı açılardan ele alınması, anlaşılması için benzersiz kaynaklar. Ezcümle, ceket iç cebinde taşınabilen anayasalar, aslında göründüğünden daha hacimlidir...
Ufak bir heyecan peşindeydi, hepsi bu...
Merdivenlerden inerken paltosunu giydi, cüzdanını kontrol etti, şemsiyesi elinde, Bulvar’dan evine doğru yürümeye başladı. Sabahki eksiklik hissi yoktu artık içinde. Keyfi yerinde, Meclis’in önünden Tunus’a doğru geçerken, "Güzel bir akşam oldu, arkadaşlara da anlatayım" diye düşünüyordu.
Mustafa Kemal ‘güçler birliğini’ mi savunuyordu?
Mustafa Kemal Atatürk her ne kadar ‘güçler birliğini’ savunup meşrutiyet rejimini halkın kandırılması olarak görse de, yönetim biçimine ilişkin düşünceleri de siyasi gelişmelere bağlı olmuş, zaman içinde değişkenlik göstermiştir. ‘Güçler birliği’ savunusundan ‘meclis hükümeti – parlamenter sistem karması’ bir tercihe doğru...
Şekerim benim fıtratım böyle...
Orta yaşın üzerindeyim, en çekici zamanlarım, yakışıklıyım, her gören bayılıyor yalan mı? Arkadaşlarına benden söz ediyorlar öyle değil mi? Sevmeseler katlanırlar mı? Ama şekerim şunu da söyleyeyim, güzellik başa bela! Bazen insanlar beni güzelliğim için mi yoksa kişiliğim nedeniyle mi seviyor, anlamakta zorlanıyorum. Aman neyse ne. Güzel olduğum kadar aksiyim de, farkındayım. Gülü seven dikenine katlanır...
Soran olduğunda, ‘sosyal demokratım’ diyordu...
Ola ki soran olursa "sosyal demokratım" diyordu nicedir. Boyuna 1.70 deyişi gibi. "Ben sosyal demokratım" demenin bir büyük avantajı vardı çünkü. Sosyal demokrasiyi ve sosyal demokratları hiç ciddiye almıyorlardı. Hâl böyle olunca, olan bitene biraz sosyalizan bir yerden yaklaştığında "Adam sosyal demokrat ama sosyalistçe yazıyor" diyorlardı.
Sn. Müesses Nizam Bey ve Demirtaş’ın şifreleri...
Müesses Bey, her öykünün sözde başlığını dikkatle not alıyor, satırların altını çiziyordu. Şifre, herhangi bir satırda, örnekte hatta bir imla işaretinde dahi olabilirdi. Gerçi anlayabildiği kadarıyla sözde öykü yazarı parti genel başkanı, pek öyle gizli saklı iş yapmamışa benziyordu. Şifreler çoğu yerde aşikârdı.
Boyunu soran olduğunda 1.70 diyordu...
Yürümek artık onun için bambaşka bir deneyim olmuştu. Yalnızca yaş almakla mı yoksa biraz da memleket koşullarıyla mı ilgiliydi olup biten, bilemiyordu.
‘Öfke Günleri’ ve paranın saldırısını ret zamanı…
Öfkemizi nereye yönlendirmeliyiz ve öfkemizi nasıl ifade etmeliyiz? Asıl sorular bunlar kuşkusuz. Yanıt; ‘paranın iktidarının’ ve ‘saldırısının’ fark edilmesinde yatıyor. İnsanların beklentilerini ve yaşam tarzlarını yok eden, mutsuzluk kaynağı olan paranın iktidarını. Holloway paranın saldırısının sistemli olduğunun ve kişisel düzeydeki tepkilerin, mücadeleye ‘zarar’ verdiğinin altını çiziyor haklı olarak.
İspanya sistemi ve Katalanların derdi, tasası…
Kuşkusuz Türkiye’deki tartışmalar açısından en dikkate değer bölgeli devlet örneği, İspanya. İspanya için ‘yerel özerklik’ pek yeni bir deneyim değil. Franco’dan önce, 1931-36 arasında özerklik kabul edilmişti. Bu dönemde İspanya, cumhuriyetini hemen İç Savaş öncesinde, sonraki sekiz yıllık zaman zarfında kan içinde boğulacak özerklikler sistemi üzerine inşa eder.
Ölünün üzerini örtersin, örtmelisin…
Antigone, Tanrısal buyruğa uymuş, Kreon’un yasağını çiğnemiştir. Kardeşinin üzerini toprakla örtmeye cüret etmiş, onun ölü bedenini sakınmıştır. Bedelini ödemeyi göze alarak, geri adım atmayarak, boyun eğmeyerek.
Bombalanmış avluda tüttürülen sigara…
Adı, Sant Felip Neri. Daha önce sözünü ettiğim yaklaşık yüz metrelik dar sokağın sonundaki güzel kemerin altından geçince ulaşıyorsunuz. İlk karşılaşmada, serinlik, yaprak hışırtısı, çok az ve derinden gelen bir su sesi. Gölgeli bir yer burası. Hemen lokanta ile apartmanın yanındaki minik sokak avluya açılan ikinci ve son sokak. O sokağın bir yanında söz ettiğim kazıkçı şık lokanta, diğer köşesinde hiçbir özelliği olmayan ama pencereleri bu avluya baktığı için insanda ev sahibi olma duygusu yaratan dört katlı apartman var...
Adalet duygunuzu tatmin etmek için, kaç şehir yakarsınız?
Bir tacir Michael Kohlhaas. Karısı, çocukları ve yardımcılarıyla birlikte, orta halli sayılabilecek yaşam sürüyor. Örnek biri, dürüst, yardımsever ve çalışkan. Kitabın ilk sayfasında deniyor ki; “…bir erdemi aşırıya vardırmasaydı, dünya onun hatırasını saygıyla anacaktı. Fakat adalet duygusu onu haydut ve katil yaptı.” Ne denli tahrik edici bir başlangıç, değil mi? Adalet duygusunun tatmininde aşırıya kaçmak bir insanı haydut yapabilir mi? Olur mu olur!
Köşedeki taburede oturan, güzel gözlü kadın…
Peki, kim yakışıyor bu mekâna? İki hafta öncesine dek, "haftalar önce dışarıdaki masalardan birine, ayakkabılarını çıkarıp bacaklarını sandalyesinde toplamış, gülümseyerek karşısındakini dinleyen güzel kadın yakışıyor" derdim. İki hafta önce fikrim değişti.
Atıştırmanın en ideal şehri...
Tapa, aslında atıştırmalık ve bizim mezeye yakın. Akla gelebilecek her malzemeyle yapılan bir tapa var. Karşılaştırma yapmak saçma ve gereksiz de olsa, bir milli alışkanlığımız olduğundan ben de yapayım: Kusura bakmasınlar ama bizim mezeler gibi de değil!
Nazi subay ve yargıçları, yalnızca emir ve yasaları uyguladı…
Radbruch’un formülü, adaletsizliğin tahammül edilemez olduğu hallerde uygulanan yasanın yasa, uyulan emrin hukuksal bir emir kabul edilip edilemeyeceği konusunda bir üçüncü yol önerisi. Bir yanda hukuk güvenliğinin sağlanabilmesi için ‘yasaya uyma gerekliliği,’ diğer yanda o yasaya uyulması durumunda ortaya çıkan tahammül edilemez adaletsizliğin varlığı. Bir yanda yargı/yargıç bağımsızlığı, diğer yanda aşırı adaletsiz yargı kararlarının hukuksal geçerliliği sorunu.
Cumhuriyetçilerin ve Orwell’ın zafer yolu: La Rambla caddesi
Barselona'nın en meşhur caddesi La Rambla'dır. La Rambla'da herkes kendi hikayesini yazabilir. Cazibesi de buradadır zaten.
Eşeğin anırması müzik midir?
Yıllar önce Mülkiye’de bir doktora yeterlilik sınavında aday, ‘hukukun ne menem bir olgu olduğuna dair’ soruları yanıtlamaya çalışırken hoca, "Sence Nazi hukuku, hukuk muydu?" sorusunu yöneltir. Doktora adayı cevvallikle "Evet hukuktur" deyince, hoca bir soru daha sorar: "Peki bu durumda sence eşeğin anırması müzik midir? Müzik olduğunu kabul edip sükûnet ve saygıyla dinler misin?"
Adını hak eden meydan: Plaça de Catalunya
Çok çekmişler Franco’dan. Ve bu yüzden, eşit yurttaş olduklarını belki de en çok bu meydanda hatırlıyorlar. Catalunya adı verilmiş bu meydanda. Mücadele ile, üzüntü ile, acı ile, coşku ile, zafer ile döşenmiş bütün taşları. Katalanlar’ın hak ettikleri meydan. Tadını çıkarıyorlar...
İdam sevdalıları, Adnan Menderes’in asıldığını bilmez mi?
Türkiye’de idam cezası sevdalıları, genellikle düşmanlık besledikleri kişiler idam edilecek diye düşünür. Aksini hayal etseler herhalde böylesine şehvetle desteklemezlerdi. Celal Bayar’ın söyleşisinin sonundaki hatıra, bu açıdan çok önemli. Sağ siyasetin efsaneleştirilmiş adı olan Menderes’in idamının, insani boyutunu sergilemesi açısından.
İki meydan…
Bu meydanın adı İspanya. Devletin ta kendisi. Görkemi, organizasyon yeteneği, polisi, şusu busu. Biraz soğuk yüzü ama biraz da konforu. İşi biten hiç kimse kalmıyor meydanda. Devlete işi düşenler gibi. Havuz gösterisi yoksa o akşam, bomboş, bana kalırsa hak ettiği de bu; tüm güzelliğine ve sadeliğine karşın.
Celal Bayar, ‘subliminal’ mesaj mı veriyordu?
27 Mayıs’ı darbe olarak adlandırmayan Celal Bayar, söz konusu darbe tanımını bugün yapsaydı, müebbet talebiyle, tutuklu yargılanıyordu...
Sant Miquel Meydanı'na en çok kim yakışır?
Dar ya da geniş sokak ve caddelerden ve birbiriyle kesişen labirent benzeri en dar sokaklardan beşinin açıldığı küçük bir meydan, Plaça de la Sant Miquel. Çoğu meydanın yanında fazlaca önemi olmayan bir yer. Daha meşhur olanların yanında, ziyadesiyle küçük ve tevazu sahibi. İkinci gün, yanlışlıkla girip bir daha çıkamadığım; ilk göz ağrım.
Demokrat Parti, demokrat bir parti miydi?
DP, ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin temsilcisi kimliğiyle, etkileyici bir halk hareketi sonunda, demokrasi için zafer sayılabilecek bir süreçte büyük başarıyla iktidar oldu ve yıllar içinde, toprağında filizlendiği demokratik sistemin sonunu getirecek bir yere savruldu.
İnternet yok, patatesli peynirli gözleme verelim...
İlk gidişimde "Makarna var mı?" diye sormuştum. Delikanlı, "Abi tesis yeterli değil" demişti. Tencere, ateş ve su varmış ama! Peki nasıl bir ‘tesis’ gerekiyor sorusuna ise, çok daha Türk tipi olmakla birlikte Allah’ı var diğerinden makul bir yanıt vermişti: "Abi hiç girmedik o işe!"
27 Mayıs'ı savunduğumu düşünen öğrenci
O hafta Türkiye’nin anayasa tarihine geçmiş ve Cumhuriyet dönemine kadar varmıştım. Darbeden bir gün öncesine geldim, zil çaldı ve konuyu 26 Mayıs 1960’ta bırakarak çıktım. Yorgun argın yemekhaneye giderken bir erkek öğrenci arkamdan koştu. "Sizin 27 Mayıs darbesini savunduğunuzu düşünüyorum" deyiverdi.
Koskoca dünyaya, iki incecik tekerleğin üzerinden bakmak...
O iki basit tekerlek, o basitlikleriyle koskoca dünyayı görünür hale getirir. Ayrıntıların fark edilmesini sağlar. Çakıl taşının sesini, yol kenarındaki samanın kokusunu, kuytuda kalmış güzel bir insanı, kenar bucak bir kahveciyi.
Seçtiğimiz milletvekilini neden ‘pişmanım’ diyerek geri çağıramıyoruz? (2)
Hakikaten, seçtiğimiz ya da seçtiğimizi varsaydığımız insanları neden görev süreleri içinde ‘bizzat’ kontrol edip hesap soramıyoruz? Bir sonraki seçime dek katlanmak zorunda kalışımızın ‘kuramsal’ bir gerekçesi var mı?
Gurbet elde, bir iş bulma hikâyesi...
Dil okulu, sabah dokuz ile on iki arası, haftada on beş saat. Tam zamanlı öğrenci kabul edilmek için gerekli bir zaman. Her sabah kursa gidip ardından, şirketten iş bulunduğuna dair haber bekliyorum. Aklım hâlâ çocuk bakıcılığında ama olmayacak sanki. Yanımda götürdüğüm para bitmek üzere.
Milletvekilleri bizi neden temsil eder? Ya da, ederler mi? (I)
Otuz yıl önce üniversitede yan sıramızda oturan ve sivilceleri dışında pek kaygısı bulunmayan bir genç, nasıl olur da TV ekranında bizden ‘milletim,’ ‘halkım’ sıfatlarını kullanarak söz edebilir? Bizler adına konuşma/karar verme yetkisini, o ergene kim, hangi süreçler sonunda vermiş olabilir?
Pışt, akademisyen, tostçuda buluşalım mı?
Nasıl eğlenceli bir ortam, anlatması zor. Bu arada, yandaki simitçide birlikte atıldığım kentleşme doçenti Bülent, meslektaşlarıyla çay içiyor. Tam kalkıyordum ki, baktım uluslararası ilişkiler profesörü İlhan da orada, tez öğrencisiyle toplantı yapmış. Akademi ‘her yerde’ diyenler haksız mı? Bizim akademi de simitçide, tostçuda. Yaşasın…
Neden sosyal haklardan söz edilmez? Kimsesizliğinden mi?
Büyük anayasacı Bülent Tanör’ün May Yayınları’ndan 1978 tarihinde çıkmış eseri; Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar. Bülent Tanör bu eserine sorular sorarak başlıyor. Öyle ya, ‘Sosyal hak nedir?’ sorusunu sormadan olur mu? Öncelikle ne üzerine konuştuğumuzu anlamalıyız değil mi? Bu hakların, diğerlerinden ayırt edici özellikleri nelerdir?
Kentsel dönüşüm ve köftelik kıyma…
Türklerin 21. yüzyıla en önemli katkısı, mirası Ali Ağaoğlu denilen adam. Ne tuhaf. Üç dört asır sonra birileri toprağı kazarken üzerinde Ağaoğlu yazan tabelalar çıkacak bir yerlerden. Ne olduğunu anlamaya çalışacaklar belki de. Ataşehir civarında yerleşmiş yeni yetme bir feodal bey filan mıydı ki?
Geçmişten bugüne bir katkı: Dinamik Anayasa Anlayışı…
İlk kitabın ‘gündem’ açısından anlamı çok büyük. Anayasacılığımızda çok ama çok önemli bir eser ama ne yazık ki kimi genç meslektaşların da haberi yok. Aslına bakılırsa bu ‘habersizlik’ başlı başına bir sorun ama bu yazının konusu değil. Kitap, Prof. Mümtaz Soysal’ın Dinamik Anayasa Anlayışı adlı eseri.
Duvar ve bir ‘arka bahçe’ hikâyesi…
Bir Ağustos ayında, akşam vakti, hiç kimse yokken; ama hiç kimse yokken ve hatta yavrulamış kediler dahi yokken. Tek başına oturup sarı banka, o avluya, bahçeye, duvarlara bakmak. Çeyrek asır sırtınızı dayadığınız duvara.
Aman efendim Ankara'nın sevilecek nesi varmış! Lafa bak sen...
Üç beş saniye sonra yüzüme baktı ve 'Nerelisin?' diye sordu. İngiliz dilinde en hızlı sarf edebildiğim şeyi söyledim: 'From Turkey.' Bıyıklı adam, yüzünde koca bir gülümsemeyle kollarını açtı ve: "Hemşerim şöyle desene, vallahi tahmin ettim, ben de Keçiörenliyim" deyiverdi.