YAZARLAR

Van Gogh imanı diye bir şey

Yaşadığı zamanın değerlerine, önceliklerine uymamış, resme olan tutkusu, tek başına bir okul olan tarzı anlaşılmamış, yoksulluk ve hastalıklarla boğuşmuş bu insan, kendi çağında kıymeti bilinmemişlerin simgesidir. Dün, bugün, daima Van Gogh'luk devam edecektir. O yüzden tabloları kadar hayat hikâyesi de biriciktir.

Onunla ilgili her şey büyüledi beni. Küçüklüğümden beri. Sarının parlaklığı, mavinin derinliği, morun dehlizi. Fırça darbeleri katman üstüne katman inşa etmiş gibiydi. Bir doku. Bir tabaka. Bakmalık değil, dokunmalık. Resme dokunmak yasak olsa da, yarattığı his tam da buydu.

Hiçbir fırça darbesinin sonuna kadar devam ettirilememiş gibi durması. Tuhaf bir aciliyet. Telaş değil aciliyet. Doğanın görkemi. Sanki kırlar, bayırlar, yer, gök, insan her şey ve herkes kendini onun ruhuna emanet etmiş gibi. Ölüme meydan okuma gibi.

Sonradan hayat hikâyesini de okudum o tabloların ardındaki insanın. Vincent Van Gogh’u hayat hikâyesinden tanımak, tablolarının bir sağlamasını yapmak gibiydi ki bilirsiniz işte, sanatıyla hayatı tutarlı bir insan bulmak mucize kabilindendir. Ama Van Gogh söz konusu olduğunda şaşırmayız; ruhundan süzdüğü anları akıtmıştır zaten önümüze. Baktığımız her resim onun ta kendisidir.

Yaşadığı zamanın değerlerine, önceliklerine uymamış, resme olan tutkusu, tek başına bir okul olan tarzı anlaşılmamış, yoksulluk ve hastalıklarla boğuşmuş bu insan, kendi çağında kıymeti bilinmemişlerin simgesidir. Dün, bugün, daima Van Gogh'luk devam edecektir. O yüzden tabloları kadar hayat hikâyesi de biriciktir.

Sanatın her dalına ilham kaynağı olan Van Gogh’la ilgili pek çok film bulunuyor. Bunların arasına en yeni katılan Julian Schnabel’in biyografik draması At Eternity’s Gate/Sonsuzluğun Kapısında ise “Bir filme daha ihtiyaç var mıydı?” şeklindeki o büyük engeli sıradışı anlatımıyla aşıp geçiyor. Gösterime yeni giren ve ressamın Güney Fransa’da, Arles ve Auvers-sur-Oise’da bir kısmı da akıl hastanesinde geçen 1888-1890 arasındaki hayatının son iki yılına odaklanan film, hayat hikâyesinin değil sanatçı ilhamının, yaratıcı doğumun peşinden gidiyor. Senaryosunu Jean-Claude Carrière, Julian Schnabel ve Louise Kugelberg’in ortaklaşa yazdıkları filmde Willem Dafoe’yu olağanüstü bir oyuncu olarak değil, Van Gogh’un yeniden cisimleşmiş, reenkarne hali olarak yaşıyoruz. Hayata tutunamamış, resim yapmaktan öte bir çare bulamamış, yeteneği ve dehasında, en çok da içinde yaşadığı toplumda, kendisini çevreleyen insanların arasında, kendi zihninin sınırsızlığında boğulmuş bir adam.

ÇİLEKEŞİN PORTRESİ

Sonsuzluğun Kapısında kolay izlenen bir film değil. Hatta izlenen bir film değil. Baştan bir ortaklığa çağrılıyoruz sanki. Zira mesele Van Gogh’un hayatını görmek değil, onun gözüyle görmek, onun kulağıyla işitmek, onun diliyle tatmak, onun eliyle dokunmak. Bu noktada kendisi de ressam olan Schnabel’in iradesi kadar, tuhaf açılarla Van Gogh’un gözüne, bakışına dönüşen el kamerası eşliğinde Benoît Delhomme’un görüntü yönetmenliğinin ve sık sık baş role soyunan Tatiana Lisovskaya’nın müziğinin payı büyük. Keza yer yer bulanıklaşan kameralar ve Van Gogh’un beyninde yankılanıp duran sesleri taklit edercesine üst üste binen, birbirine karışan replikler, birden bire kararan sonrasında bitimsiz bir kıra açılan manzaralar ve sadece kuru yaprak üzerinde Van Gogh’un adımlarıyla, rüzgârın sesinin işitildiği uzun sessizlikler, yazılı bir senaryo dışında deneysel bir anlatımın tercih edildiğini gösteren en önemli ipuçları.

Yönetmen bizi ressamın yaratım sürecine, doğayla bütünleşirken giderek uzaklaştığı toplumsal normlara, Allah’a mahsus kalması gereken yalnızlığına ve en çok da resmetme tutkusuna, adeta zorunluluğuna ortak ediyor. Rüzgârla uçan, toprağı dilinde tadan, bitimsiz kırları görmek için saatlerce yürüyüp kayalara, yamaçlara tırmanan bir münzevi var karşımızda. Kendi isteğiyle kaldırıldığı akıl hastanesinde, buranın yönetiminden sorumlu rahiple (Mads Mikkelsen), Tanrı, sonsuzluk, ölüm, yaratı ve resim hakkında söyleşen Van Gogh, hiçbir eseri kabul görmese de adeta resmetmeye mahkûm oluşunu bir iman olarak anlatırken Dafoe ve Mikkelsen’in jam session’ı andıran karşılıklı doğaçlama oyunculuklarından büyülenmemek mümkün değil. Keza Vincent’in hayat boyu yoldaşı ve tek destekçisi olmuş kardeşi Theo (Rupert Friend) ile yakınlığı, aralarındaki katışıksız, koşulsuz sevgi ve sarsılmaz güven de kalplere nüfuz ediyor. Van Gogh’un bir dönem yakın dostu olan, sanat ve hayat üzerine ölümüne didiştiği Paul Gauguin (Oscar Isaac), son yıllarındaki yegâne dostu Doctor Paul Gachet (Mathieu Amalric), odasını kiraladığı ve resimlerinde ölümsüzleştirdiği Madame Ginoux (Emmanuelle Seigner) diğer akılda kalan kişilikler. Hele akıl hastanesindeki deli rolünde hayatın muhasebesini yapan ve adeta soloya çıkan bir müzik enstrümanına dönüşen Niels Arestrup’ı unutmak da mümkün değil.

Kendi zamanından sürgün hisseden Van Gogh’un sonsuzlukla kurduğu bağ, ölmeden ölmek ve ölümü aşmak olarak tarif edilebilecek bir deneyim. İçinde yaşadığı toplumun normlarına uymakta küçük yaşından itibaren zorluk çeken, sinir krizleri geçirdiğinde bilincini kaybeden Van Gogh, çevrelerinde yaşamasın diye dilekçe toplayan Arles’deki köylüler için “Sadece onlardan biri olmak istedim. Onların yanına oturup bir içki içmek isterdim” dese de, hem tutsaklığı hem özgürlüğü olan ressamlığı için hayatıyla bedel ödemekten kaçınamadı. Nihayetinde de gerçekten o sonsuzluk eşiğinden geçti.

SONRAKİ ZAMANLARIN HABERCİSİ

Kapatıldığı odalara inat hayatı boyu doğaya sığındı. Burası ona bütünleşme, tamamlanma hissini yegâne mekândı. “Doğaya her baktığımda daha önce hiç fark etmediğim bir şey görüyorum… Belki de Tanrı beni henüz doğmamış olanlar için ressam yaptı” derken bugünkü kişisel gelişim kafasıyla ifadesini bulan yapay bir özgüveni değil, kaçınılmaz kaderini, tarifsiz aşkını tarif ediyordu.

Van Gogh’a uzaktan aşina olanlar bile ressamın bir cinnet anında kulağını kestiğini bilir. Filmin bir diğer gücü de bu sahneye yer vermekten kaçınarak, bir öncesi-sonrası sahnesi yaratması ve esas olana, ressamın o dönemki doktoru Felix Rey’le (Vladimir Consigny) bire bir konuşmasına bizi de dahil ederek ızdırabının, çaresizliğinin, zayıflığı gibi görünen kudretinin, cesaretinin tam ortasına bırakıyor. Ya da sonradan bir başka doktor dostu olan Dr Gachet’a (Mathieu Amalric) söylediği gibi “Düşünmeyi durdurmak için resim yapıyorum” dediğinde, o resimleri yapmasa çok daha önceden hayatına son vereceğini biliyor oluyoruz.

Küçük yaşta yollandığı yatılı okullardan başlayarak hep yalnızlığa mahkûm olan, köyün papazı olan babasının izinden dine atılsa da kurumsal dinle, kiliseyle barışmayan, madenlerde papazlık yapan, sefaleti iliğinde yaşayan ve her seferinde Theo’ya sığınan Van Gogh ressam Ridden van Rappart ve Mauve ve Cormon’dan aldığı derslerle kendisini eğitmiş, kendi isteği üzerine Arles yakınlarındaki Saint-Remy Akıl Hastanesi de dahil her yerde çizmiş, resmin içinde tükenmiş ve o tükenişten tam da dediği üzere sonraki kuşaklar için doğmuş bir ruh.

Bugünden hayatına bakmak bize ağır, ona değil… 1890’da, “Mercure de France” dergisinde, hakkında yazılan ilk yazı yayınlandı. “Kırmızı Üzüm Bağı” adlı tablosu da, hayatta iken satılan ilk ve son tablosu oldu. Van Gogh hastaneden çıkıp Paris’e, Theo’nun evine gitti. 1890 yılının 27 Temmuz günü, Auvers’te, tarlalarda resim yaparken tabancasını çekti. Kardeşi Theo son bir kez daha yetişti. İki gün daha yaşadı ve 29 Temmuz 1890’da öldü. Bir yıl sonra, kardeşi Theo da öldü. İki sevgili kardeş bugün Auvers’te yan yana gömüldü.

Ölümünden sonra, Paris’te “Bağımsız Sanatçılar” sergisinde eserleri sergilenen ve ünlenen ressamın, son sözü, kardeşi Theo’nun aracılığıyla bize ulaşmıştı: “Keder sonsuza kadar sürecek.”

Merhamet de sonsuza kadar sürecek. Vincent Van Gogh’un merhameti ve imanı. Hayata, yaradana, sanata, insana. Çünkü o insanlığın her yüzünü görmüş ve kabullenmiş bir ruh. Eşikleri aşmış bir ruh. Peşine takılmaya cesareti olanlar sonsuzluğu tadacak. Ölüm pahasına hayatı. Çünkü Van Gogh çilesi hiçbir çağda bitmez. Ve bütün değerler ayaklar altına alınırken gider gelir yine ona sığınırız. Devam etmek mümkün olsun diye…


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.