YAZARLAR

Hastalıklarımız bize ne söyler?

Bedenin en büyük bellek olduğunu düşünüyorum. Biz farkında olsak da olmasak da bedenimiz tatsız olan tüm deneyimlerin tanıklığını yapmaktadır. Birine karşı hissettiğimiz düşmanca duygular, dile getirmekte zorlandığımız rahatsız edici hisler, fanteziler, arzular, bizde kaygı yaratan bazı durumlar kimi zaman söze dökül(e)mez ve bedende dile gelir.

Yılın hep aynı zamanlarında yaptırılan kan tahlilleri, geçmişte yaşanılan bir travmanın yıl dönümünde tekrarlanan bazı hastalıklar, önem verilen birini kaybetmenin ardından o kişide olan bir hastalığa sahip olduğunu fark etmek vs.

Tüm bunlar tesadüf mü dersiniz?

Hiç sanmıyorum.

Bedenimiz bazı dönemlerde hastalıklara daha açık hale geliyor. Örneğin taşınma, ebeveyn olma, yeni işe/okula başlama gibi bazı geçiş dönemlerinde veya sevdiğimiz birinden ayrıldığımız, onu kaybettiğimiz zamanlarda…

Belli ki bedenimizin bize söylemek istediği bir şeyler var. O sesi dinlemeyi mi tercih ediyoruz yoksa çat diye semptomu susturmayı mı?

Semptom susturulunca önümüz günlük güneşlik olmuyor tabii, bir süre sonra hastalıklar yine tekrarlanıyor. Belki de biz bedenimizin bize söylemeye çalıştığı şeyi duyana kadar da tekrarlanacak.

Hastalıklar ama özellikle de kronik rahatsızlıklar zaman zaman bedenimizin kullandığı bir alfabe işlevi görür. O alfabeyi doğru okursak kişinin duygu durumu, ilişkileri, travmaları, hayat deneyimleri hakkında birçok bilgiye sahip olabiliriz.

Hastalığın ilk ortaya çıkışı, yeri ve zamanı, kişinin hastalıkla kurduğu ilişki, yakın çevresinin hastalığa bakışı bizleri yine kişinin öyküsüne dair önemli yerlere götürür.

Geçtiğimiz günlerde babasını kaybeden bir yakınım “her ne hikmetse” son zamanlarda onun gibi hapşırdığını söyledi.

Annesini meme kanserinden kaybeden bir başka tanıdığım ise annesinin her ölüm yıl dönümü yaklaştığında memelerinde yoğun bir hassasiyet hissettiğinden bahsetti.

Bazı kayıpların ardından o kaybı çözümlemenin, yas tutmanın yolları bulunamazsa, yaşanılan kayıp anlamlandırılmazsa etkisini bedende görebiliriz.

Simgeselleştirilemeyen kayıplar, dile getirilemeyen acılar bedenimiz aracılığıyla kendisini gösterirler.

Örneğin semptomlar kaybedilen kişiyle ortak bir bağı ifade eden bir özdeşleşme yolu olabilir. Bazen de kaybedilen kişiyle ilişkiyi ya da onun kaybını anlamlandırma mekanizmaları kurulamadığında, onunla özdeşleşmek adına bazı semptomlar geliştirilebilir. Kişi kaybını yaşadığı kişiye dair bir semptoma sahip çıkarak aslında ölen kişiyi sembolik de olsa içeride yaşatma çabasına girebilir.

Kişilerin travmatik olayların yıl dönümünde herhangi bir nedenden dolayı hastalanmasına epeyce tanık olmuşumdur. Burada acı verici deneyimin anıları kişinin zihninde tekrar hatırlandığından stres düzeyinin normalden fazla artması ve kişinin bağışıklığını düşürmesi hastalığa daha açık bir hale gelinmesine neden oluyor.

Kuşaklar boyunca süren bazı hastalıkların geleneksel tıp tarafından “genetik” adı altında ele alındığını görüyoruz.

Falanca kişide var olan filanca hastalığının nedeni genetik faktörlere dayandırılıyor. Halbuki tam da burada bilinç dışı özdeşleşmelerden söz etmek nasıl da mümkündür.

Örneğin aile sistemi için çok önemli bir aile büyüğünde kalp rahatsızlığı varsa ve evde sürekli bu duruma dair göndermeler yapılıyorsa, ailenin gündeminde sürekli bu konu varsa, hasta olan aile bireyine karşı olan yaklaşımı bu hastalık belirliyorsa buna tanıklık eden diğer aile üyelerinde de bu hastalığın çıkma olasılığı genetik faktörlerin yanı sıra bilinç dışı özdeşleşmelere de bağlanabilir.

Freud, 1890’larda organik bir temeli olmayan birçok fiziksel semptomun, bilinç dışındaki fantezilerin şifreli bir şekilde dışavurumu olduğunu düşünüyordu.

Freud’a göre rahatsız edici düşünceler bilinçten tamamen uzaklaştırılıp bilinç dışında kendisini gösterir. Yani bilinçli zihin dünyamızda, kendisini duyurmasına engel olunan düşünceler ve duygular bedene yönlendiriliyor.

Bedenin en büyük bellek olduğunu düşünüyorum. Biz farkında olsak da olmasak da bedenimiz tatsız olan tüm deneyimlerin tanıklığını yapmaktadır. Birine karşı hissettiğimiz düşmanca duygular, dile getirmekte zorlandığımız rahatsız edici hisler, fanteziler, arzular, bizde kaygı yaratan bazı durumlar kimi zaman söze dökül(e)mez ve bedende dile gelir.

Freud buna “döndürme semptomları” adını vermişti ve bu semptomların bedenimizdeki hafıza izleri ya da anıtsal yapılar olduğunu düşünüyordu.

Döndürme semptomu kişinin bedenine ve rahatsızlıklarına ilişkin bilgilerini taklit edebildiği için, diğer fiziksel semptomlardan dikkatlice ayırt edilmesi çok önemlidir.

En yaygın döndürme semptomları mide, bağırsak sorunları, vücut ağrıları, cilt rahatsızlıkları, astım, alerji problemleri diyebiliriz.

Fiziksel semptomlardaki gizli mesajı ortaya çıkarmak ise bedeni dinlemekle ve konuşulması güç şeyleri dile getirmekle, bastırılan duyguları açığa çıkarmakla mümkün olabilir. Bu noktada benim bildiğim yol psikoterapidir ancak elbette herkesin kendisine göre semptomlarıyla ilişki kurma yolu olabilir.

Buradaki temel nokta semptomu susturmak değil, semptomu dinleyerek var olan rahatsızlığın bize anlatmak istediği şeyi duyabilmemiz. Hastalıkların bedenimize ve hayatımıza dair bize sunduğu alt metinleri okuyabilmemiz.

Darian Leader, İnsan Neden Hasta Olur? başlıklı kitabında hastalığa zemin hazırlayan şeyi yaşanan kötü deneyimlerden çok bu deneyimleri çözümleyecek zihinsel bir çerçevenin olmamasına bağlar. Asıl önemli olanın başımıza ne geldiğinden çok, hayatımızdaki önemli değişiklikleri birer simgeye dönüştürecek donanımımızın olup olmadığıdır.

Hastalıklar çoğu zaman değerimizin ne olduğu, başkaları için ne ifade ettiğimiz gibi varlığımıza ilişkin soruları da canlandırır. Ötekiyle ilişkiyi sınamak için de beden hastalanabilir. Bunu bilinçli bir şekilde yapmaz elbette fakat şefkat istemenin bir yolu olarak hastalığı kullanabilir.

Yeterli sosyal desteğe sahip olmamak, duygusal açıdan doyumlu ilişkiler yaşayamamak, ötekine sağlıklı sınır koyamamak fark edilemediği takdirde bedenimiz yine konuşmaya başlar.

Bu bağlantıları fark etmek kendi bedenimizi ve ruhsallığımızı dinlemekle ve sonra da bunları dile getirmekle yani sembollere dökmekle mümkün olacaktır.

Hastalıklarımız bizden ayrı bir şekilde tedavi edilecek şeyler değillerdir. Bütünsel bir bakış açısıyla ele alınması gereken hallerdir. Zihin ve beden birbirinden ayrı düşünüldüğünde bedende ortaya çıkan bir semptomu belki ilaçla çözebilirsiniz ancak bunun ruhsal/zihinsel düzeyini ihmal ettiğinizde o semptom daha da güçlenerek yer değiştirip kişiyi hasta etmeye devam edecektir.

Yani bir sonraki sefer mideniz değil de başınız ağrıyacaktır. Halbuki her iki ağrının da başlangıç zamanına indiğimizde orada kendisini duyurmak isteyen ve onları duydukça gerçek şifayı bulabileceğimiz bilgiler var.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.