
Sandıktaki hayalet ve seçim bıkkınlığı üzerine
Türkiye, sonuçta AKP’nin birinci parti çıkacağı baştan belli olan bir seçime daha hazırlanıyor. Nerden mi biliyorum? Kimse endişelenmesin, sizlere doğaüstü güçlerim olduğundan söz edecek değilim. Zaten hepiniz de bu sonucu kesine yakın bir şekilde tahmin edebiliyorsunuz. Malum, bazı büyükşehirler ve beldeler dışında sonucun belirsiz olduğu hiçbir yer yok. Yani ben aslında herkesin baktığı yere bakmaktan ve herkesin gördüğü şeyi görmekten fazlasını yapıyor değilim. Göründüğü kadarıyla, bu seçim de alıştığımız rutinin dışına çıkmayan, sonucu baştan belli o sıkıcı seçimlerden biri olacak. Çünkü bir seçim, her yarış için geçerli olduğu üzere, sadece sonuç sürprizlere açık olduğu müddetçe ilginç olabilir. Elbette önümüzdeki yerel seçimler için de böyle bir olasılığın, en azından teorik olarak var olduğu söylenebilir. Ama muhalif seçmen, bu olasılığı gerçeğe dönüştürmek için gereken o heyecan duygusunu yitireli çok oldu. Tekerrür mağlubiyetle kızıştırıldığında muhalefetin payına düşen tek bir duygu kaldı: Seçim bıkkınlığı.
Sözünü ettiğim bıkkınlık, muhalefetin siyaset yapma olanaklarının en baştan yenilgiye göre ayarlanmış olmasıyla, seçimlerin bir bakıma muhalefeti disiplin altına alma aracına dönüşmesiyle yakından ilişkili. Ama bu ilişkiyi görebilmek için kavramın genel özelliğini anlamak ve insan üzerinde bıraktığı etkiyi yakalamak gerekiyor. Çünkü bıktırıcı olmak, bazı faaliyetlerin doğasında var olan bir özellik değil, belli bir ölçüyü aşacak şekilde kendini tekrar eden her durumun yaratacağı bir etkidir. Özellikle başka bir çare olmadığında, insanların kendini tekrar döngüsüne teslim ettiğini görürüz. Tekrara bu teslim oluş, “terbiye” üzerine düşünenlerin çok yakinen tanıdığı bir durumdur ve böylesi bir teslimiyeti elde edebilmek terbiye sürecinin asıl hedefini oluşturur. Bu noktada, artık tekrar ile terbiye arasındaki bağ açık bir şekilde görünür hale geliyor. Zira, terbiye sürecinin temel algoritmasını, ödül ve cezaları varlıkların tekrar eden davranışlarının ritmine göre ayarlamak oluşturur.
Seçim bıkkınlığı, davranış ve düşüncelerinden ötürü sürekli ayar verilmesinden yorulmuş bir seçmen grubunun ruh hali olarak kabul edilmelidir. Bu pencereden yaklaşınca, esasında temsili demokrasinin aracı olan seçimin, Türkiye’nin geleneksel siyaset yapma anlayışının aparatı haline geldiğini kolaylıkla görürüz. Türkçe’deki siyaset kelimesinin seyislikten, yani at bakıcılığından türetildiği söylenir. Bunu, Türkiye’de devlet yönetiminin dayandığı siyasi aklın, bakıcılık pratiklerine özgü yol ve yordamlarla olan akrabalığının bir işareti olarak okumak gerekir. Bakıcı, bakımını yaptığı varlıkların sağlığına, ihtiyaçlarına ve genel refahına ihtimam gösteren kişidir. Ancak gösterdiği ihtimam, esas olarak baktığı varlığın böylesi bir ilgiyi mümkün kılacak şekilde uysallaştırılmasının, yani eğitilmesinin bir sonucudur. Her sonuç kendini doğuran nedenlerle aynı soy zinciri içinde yer alır ve bu yüzden eğitmenlik kavramının anlamını, “bakım ve ihtimam” faaliyetini de içerek şekilde genişletecek bir mecaz olarak görmemizde bir sakınca yok.
Bu mecaz, Türkiye’de halkın sert, dobra ve ayar veren liderlerden hoşlandığı inancının etkilerini anlamamıza yardımcı olacaktır. Söz konusu etkiler, en çapıcı biçimiyle Erdoğan’ın yarattığı “Kasımpaşalılık modeli” üzerinden kendini açığa vurur. Erdoğan, muhaliflerine gösterdiği sertliği, gerektiğinde kendi taraftarlarına karşı da sergilemekten geri durmadığını defalarca ispatlamıştır. Bazen iş isteyen bir vatandaşa “Buz gibi soğuyorum” diyerek ayar vermiş, bazen “Anamızı ağlattın” diye yakınan birisine “Ananı da al git” diye çıkışarak haddini bildirmiştir. Genel tutumunun sertliği eleştirildiğindeyse, “Siz halkım ile benim arama girmeyin. Biz birbirimizi anlıyoruz” diyerek yanıt vermiştir. Halkın bir kesimiyle kendi arasında özel ve dışlayıcı bir bağ olduğu kabulü, “halkın eğitmeni” olarak devlet adamını, sürünün çobanı olarak liderden ayıran en önemli ölçüttür. Bu yüzden Erdoğan “Ben bir çobanım” dediğinde, bu ifade onun konumunu tam olarak doğru yansıtmamaktadır. Çoban, bir bütün olarak sürünün selametinden sorumludur ve görevi, ardında hiçbir koyun bırakmadan sürüyü bir yerden başka bir yere taşımaktır. Eğitmen, herkesi disiplin altına almakla görevli olsa da, terbiye edilebilir olanı olmayan ayırt etmek ve ilgisini buna göre odaklamakla mükelleftir. Erdoğan buna uygun olarak “Öteki yüzde elliyi evinde zor tutuyorum” dediğinde veya kendini “yüzde elli ikinin Cumhurbaşkanı” olarak gördüğü anlamına gelebilecek sözler sarf ettiğinde, esasen çobanın değil terbiye veren liderin misyonunu üstlendiğini zaten göstermişti.
Eğitmenlik veya bakıcılığı, genel bir yönetim mantığı olarak kabul edersek seçim, çoğunluğun gücüyle azınlığı disiplin altına almanın veya ehlileştirmenin bir aracı gibi görünmeye başlar. Siyasal açıdan söylenebilir ve yapılabilir olanın meşru sınırları çoğunluk onayını kazanmak biçiminde çizildiğinde, iktidar ve muhalefet arasındaki ilişki gerçek itirazların ileri sürüldüğü çatışma modeline uygun olmaktan çıkar, kısıtlı bir alanda icra edilebilen icazetli bir siyaset modeli üzerine oturur. Böyle bir siyaset, sadece iktidarın izin verdiği alanda ve onu destekleyen seçmenin duyarlılıkları seviyesinde yürütülen bir kayıkçı dövüşünden farksız hale gelir. Bunun bir örneğini muhalif vekillerin Avrupa Konseyi’nde gerçekleşen oylamada kullandıkları oylar üzerinden gördük. Muhalefetin iktidarın uyguladığı disiplini nasıl özümsediğini görmek istiyorsak, onun sözüm ona milli çıkar adına uygulanan “beka siyaseti” ile olan bağına veya halkın milli ve dini duyarlılıklarını savunmak adına insan hakları ihlallerini görmezden geldiği durumlara bakmamız el verir. Buradan yola çıkarak onların dersini iyi ezber ettiğini ve “devlet terbiyesi” denen makuleye uygun davrandığını kolaylıkla anlarız.
Şüphesiz ki terbiye ile eğitim arasında bir bağ vardır, ama terbiye ile öğrenmenin aynı şey olmadığı da ortadadır. Zira öğrenmede kişi kendini bilgiye açmakta, yani onu arzulamakta ve içselleştirmek yoluyla kendine mal etmektedir. Oysa terbiyede olan şey insanın bilgiye maruz kalması, yani bilginin zerk edilmesi yoluyla şartlandırılmasıdır. Terbiyede, eğitim ile şartlandırma arasındaki fark tümüyle ortadan kalkmıştır. “Herkesin yararı” anlamındaki ortak çıkarın bilgisine, siyasal muhalefet halkın eğitmeni olarak görülen lider tarafından hizaya sokulduğunda ulaşılmaz. Aksine iktidarın temsil ettiği çoğunluğun çıkarının sanki herkesin çıkarıymış gibi kabul edilmesi için şartlandırılmış olursunuz. Herkesin ortak yararını ilgilendiren ve üzerinde örtük bir oybirliği olduğu varsayılan konularda halkoylaması yapmak, yine toplumu bir bütün olarak şartlandırmanın yollarından biri olarak görülmelidir. Yukarıda değindiğim ve “muhalif seçmen” olarak adlandırdığım azınlık gruba özgü seçim bıkkınlığının şah damarını işte tam olarak bu şartlandırma faaliyetini teşhis ettiğimiz noktada yakalayabiliyoruz.
Seçim bıkkınlığı, daha ilk baştan muhafazakar ve dindar bir çoğunluğun blok onayına sunulduğu için sonucu belli olan verili seçim anlayışının bir ürünüdür. Elbette seçim modern siyasetin en özgürlükçü enstrümanları arasındadır ve onu modern demokrasilerin bayramı olarak nitelendirenler haksız değildir. Ama Türkiye’de bir süredir her seçime eşlik eden o kasvetli havayı görmezden gelmek de doğru değildir. Kasveti dağıtacak olan şey, seçimleri, tıpkı kendini tekrar eden melodilerin ritmi üzerinden bizi içine alan bir müzik parçasını dinlediğimiz gibi dinlemektir. Tekrarın böylesi terbiye edici değildir, öğretici ve geliştiricidir. Başka bir deyişle, seçimle terbiye edilmeye karşı çıkarken ondan bir şeyler öğrenmeyi de ihmal etmemek gerekir. Türkiye’de birbiri ardında yapılan seçimlerin öğrettiği bir şey varsa, bence şudur: Bir oyuna katılan kişi, görünüşte bir oyun oynayacak olsa da, gerçekte iki ayrı oyun oynandığının her zaman ayırdında olmalıdır. Görünüşte adaylar ve partiler arasında, seçmenlerin oyunu kazanmak için kuralları önceden belirlenmiş ve tüm yarışçılar için geçerli bir müsabaka gerçekleşmektedir. Gerçekteyse kuralları belirleyen güç olarak iktidar, aynı zamanda oyuna katılan bir oyuncudur ve kuralları belirlerken kendi yararını sonuna kadar gözetmiştir.
Her oyunun içinde oynanan iki oyun vardır. Oyunun kurulduğu ve kuralların belirlendiği düzeye müdahil olmayan birinin oyunu kazanması söz konusu olamaz. İktidarın seçim başarıları kadar, muhalefetin sürekli yenilgilerinin yarattığı seçim bıkkınlığının esasını da bu oluşturur. Seçimleri yeniden ilginç kılmak ve demokrasiyi AKP’nin anladığı şekliyle çoğunluk yönetimi olmaktan çıkarıp, aslında “herkesin yönetimi” olacağı bir niteliğe kavuşturmanın yolu da buradan geçiyor. Zaten kutuplaşmış ve seçmen tercihlerinin katılaşmış olduğu bir sosyal ortamda, oylamaların hep çoğunluğu uyaran ve bloklaştıran meseleler üzerinden tesis edilmesinin sonucu baştan açıktır. Kaldı ki iktidar, sadece bununla da yetinmemekte, seçim çevrelerini kendine göre ayarlamaktan YSK kararlarına kadar uzanan bir çerçevede seçim mühendisliği yapabilecek pozisyonda olmanın avantajlarından yararlanmaktadır. Mesela bu seçimdeki sonuç doğurucu manipülasyonlardan biri, “seçmen kaydırma” uygulaması olacakmış gibi görünüyor. Çünkü bu yolla önceki seçimlerde kayyum atamak yoluyla belediye başkanlarının görevden alınması meşrulaştırılmış olacak.
Şimdi, kapıyı potansiyel olarak herkesin yönetimine açtığı müddetçe demokratik olabilecek olan seçimler, oyun böyle oynandığında tüm demokratik niteliğini kaybeder. Fakat, adına ister “cumhur” deyin ister “millet”, genel iradeyi veya yararı belirleyen karar odağının sadece oylama süreçlerinde bir görünüm veya varlık kazanabileceği gerçeğine itiraz edilemez. Buna rağmen, seçim hikayelerinin biraz da hayalet öykülerini andırdığını söylemekten kendimi alamıyorum. Çünkü hayaletler de varlığını, tıpkı halk iradesi gibi, mekanda kapladıkları yere göre değil, gerçek dünya üzerinde bıraktıkları etkilere borçludur. Bazen bir tıkırtı, bazen bir kapı çarpması yahut zil sesi, bir hayaletin geldiğinin kanıtı gibi kabul görebilir. Gerçek ile görünüş, varlık ile yokluk arasında salınan halk iradesinin etkisini icra edebileceği tek zemini seçimler oluşturur. Halkın oylamaya katılmadığı, seçimlere maruz bırakıldığı bir durumda, sandıktan çıkacak olan hayaletin adını bilmek içinse öyle medyum olmaya falan gerek yok. Sonuç ne olursa olsun şu gerçek değişmez: Halk değil, halkın eğitmenleri kazançlı çıkacaktır.
Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Kemalizm İslamofobik midir?
“Kemalizm İslamofobik’tir” önermesinin bir ucu, yaşam tarzı kaygılarıyla gündelik ilişkilerini düzenleyen bireylere, diğer ucuysa Türkiye’yi bir ulus devlet olarak inşa eden söylemler ve uygulamalar bütününe çıkar. Kısacası, kısa bir süre öncesine kadar resmi ideoloji muamelesi gören bir öğretinin tüm tarihsel tezahürleri ve ilişkileriyle ilgili bir bağlama da yerleşmiş olursunuz.
Kimlik mücadeleleri ve politik fobi eleştirisi
Kabul görme arzusunun temelinde, bir gruba ait olmakla elde edilen bazı özelliklerin, insanların benlik ve onur algıları açısından vazgeçilmez önemde olması yatar. İşte bu aşamada bir kimliğin tanınması için verilen mücadele ile her insanın eşit saygı ve değer görme hakkı arasındaki bağ çok belirgin şekilde açığa çıkar.
Erdoğanofobi: Beceriksiz bir adlandırma girişimi
Türkiye’de milleti devlete, devleti meclise, meclisi AKP’ye, AKP’yi de Erdoğan’a indirgeyen eşdeğerlik zincirinin aynısı, ümmeti Türk milletine indirgeyen bir ara kanıt yoluyla İslam topluluğunu Erdoğan figürüne indirgemek için de kullanılıyor. Erdoğan karşıtlığını İslamofobi olarak adlandırmak da bu sayede mümkün hale geliyor.
Bir kıyaslama: İslamofobi ve antisemitizm
İslamofobi, belli bir Avrupalılık ve Avrupalı ol(a)mama karşıtlığına dayalı olarak tesis edilmiş bütün iktidar dillerinin tabi olduğu ortak grameri kullanır. Amerika’nın yerlisi, Afrika’dan taşınan siyah köle, modern Yahudi gibi figürlerle olan aile benzerliklerini görmek, onun genel bir iktidar eleştirisinin mantığı dışında kullanıldığı durumlarda nasıl bir hal alacağını kavramak açısından belirleyici olacaktır.
İslamofobi: Aynı oyun, ayrı kurallar
İslam zaten belli, yanına da “fobi” gelince sanki anlam kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi bir varsayım var. Böyle bakılınca, İslam ile olumsuz bir bağ kuran veya dine hayır diyen her şeyi kolaylıkla İslamofobi torbasına atabiliyorsunuz. Gazete köşelerini dolduran ciddiyetsiz ve sığ İslamofobi eleştirilerinin sayısındaki artış, bu eğilimin ne kadar yaygın olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Belirsiz düşman kimdir, nasıl öldürülür?
Urla’daki dolmuşçular arasındaki kavgalar, Tarlabaşı’nda farklı gruplar arasındaki hâkimiyet mücadelesi, Çanakkale’de halkın inşaat işçilerini bir binada kıstırması, Beypazarı’da bir ilçenin topluca mevsimlik işçi çadırlarının üstüne yürümesi türünden olaylar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu olaylar yerli halkın Kürtlerin aksanından, şivesinden, yüksek sesle konuşmasından, kılık kıyafetinden duyduğu rahatsızlığın, nasıl hedef büyütüp toplu bir arınma ve kurban ayinine dönüşebildiğini de açıkça gösteriyor.
Bu kaza hiç olmayabilir miydi?
Siyasi geçmişimize bakınca, tüm tarih sanki bir zincirleme kazanın eseriymiş gibi görünüyor. Her kaza, bir önceki kazanın doğru ve yeterli tahlil edilmemesinden doğmuş, önceki bir kaza daha sonrakinin nedeni olmuş...
Kitlesel protesto: Sarı Yeleklileri nasıl anlamalı?
Sokak dili evrensel bir iletişim aracı olup, esasen bedensel performansa dayalı olmasıyla ayırt edilir. Bu ayrım, kitle hareketlerinin bulaşma veya tetikleme gibi mekanizmalar aracılığıyla bir “dalga” niteliği kazanabilmesinin en temel sebebini oluşturur. Bir toplumda ortaya çıkmış kitle hareketleri, etkilerini başka yer veya zamanda var olan toplumlara aktarmak suretiyle kendini aşan dalgaların parçası haline gelebilmektedir.
Rabia: Siyasal bir simgenin başarısızlığı
Rabia, küresel iktidar mücadelesindeki takımlar arasına girmek için göreve koşulmuş bir semboldü. Oysa dünya ligine çıkamayan AKP, halen yerli ve mahalli ligde top koşturmaya devam ediyor.
AKP’nin estetik başarısızlığı ve ahlaki mizaç sorunu
Her toplumun kültürel üretimi, etik ve estetik değerler arasında kurulan denge yoluyla şekillendirilir. Ahlaki mizaç derken kastettiğim şey, bu dengenin estetik aleyhine bozulmasıyla ortaya çıkan değer yozlaşmasıdır. Bozulmanın arkasında insanları sadece ahlaki bağlar yoluyla bir arada tutabileceğine duyulan güven ve gerçekten yaşanmaya değer bir hayatın estetik değerlere duyduğu ihtiyacı görmezden gelmek yatıyor.
'Şehit Menderes' ile 'rahmetli Özal' arasında
Günümüzde siyasi iktidarı elinde bulunduran AKP, kendini bir yandan Menderesçi millet ve halk zıtlığının, diğer yandan Özalcı teknik ve özerk “prensler yönetiminin” mirasçısı olarak görmektedir. AKP’nin popülizm ile olan imtihanının sonucu, “şehit Menderes” ile “rahmetli Özal” söylemleri arasında sıkışmış parti siyasetinin yarattığı problemleri çözebilme kapasitesi tarafından belirlenecek.
Demokratik yapılar çözülürken Türkiye
Seçkinlere karşı demokratik iktidarın gerçek sahibi olarak sunulan halk, Türkiye’de sağın eğilimlerine uygun olarak “millet” veya “milli irade” şeklinde tanımlanmıştır. Halk adına, halk için yönetecek ve halkın diliyle konuşacak güçlü lider olarak ise yerine göre “reis”, “uzun adam” veya benzeri sıfatlarla tarif edilen Erdoğan’ın ismi öne çıkmıştır.
Rektörün gösterdiği: Lider mi takipçi mi?
Rektörün ifadesine göre, kendisi güya ülkenin içinde bulunduğu koşullarda lidere itaatin önemini vurgulamanın ötesinde bir maksat gütmüyormuş. Buna rağmen, kötü niyetli insanların Erdoğan’ı ve üniversitesini yıpratmak için kolları sıvadığını görünce, daha çok zarara sebep olmamak için istifa etmiş. Belli ki, kendini Müslümanlar için farz olan cihat görevinin heyecanına kaptırmış bir “nefer takipçi” gibi lanse etmek istiyor.
Oy pazara düşerse
Yakacak kömürü olmayan insan, çevre kirliliğinin yaratacağı felaketler için endişelenmekten önce, çok başka şeyleri hesaba katmak durumundadır. Aynı şey makarna için oy veren insanlar için de geçerlidir. Emekçileri ve yoksulları, “makarnacı” diye hor görmeden önce, onları oy hakkına bu kadar yabancılaştıran nedenler üzerinde durmak daha adil olur.
İttifak siyaseti ve hoşnutsuzlukları
İttifakın kırılgan yanını, devleti yeniden inşa eden yerli ve milli anlayışının içeriğinin ne olduğu hususu oluşturuyor. AKP, yerli ve milli olmanın anlamını, farklı ve değerleri birbiriyle çatışan kesimlerden oy toplama beklentisiyle kasten belirsiz bırakmaktadır. Erdoğan, büyükşehirlerde MHP’lilerin oyuna duyduğu ihtiyacı, kayyumların hizmetiyle kazanacağına inandığı oylarla uzlaştırabilecek bir stratejik muğlaklık siyaseti izlemektedir.
Af dilemesi gerekenler af ilan edemez!
Af önerisinde çiçeği burnunda başkanlık sistemi için temiz bir sayfa açmak ve toplumsal barışı yeniden tesis etmek gibi gerekçeler zikrediliyor. Böylelikle mesele devletin ceza politikasının bir unsuru olmanın ötesine, yüksek bir moral davranış olma seviyesine çıkarılıyor. İşte, af dilemesi gerekenler affedemez görüşünün anlam kazanmaya başladığı yeri de burası oluşturuyor.
'Medeniyet çınarı'nın bir dalı olarak AKP
Medeniyetçi siyaset, görünüşte AKP’nin inşa ettiği “yeni Türkiye” için dünyada bir alan açan, dış ve iç siyasette bağımsız davranabilme kudreti kazandıran bir ideolojik çerçeveydi. AKP’li Türkiye, kendini tarih boyunca İslam’ın kılıcı olmuş bir devlet geleneğinin devamı olarak sunduğunda, İslam dünyasına aitmiş gibi durabiliyordu. Ancak kendi deneyimini İslamcı gruplara laik ve demokratik siyasetin bir modeli olarak önerdiği oranda da, o dünyanın dışına çıkmış oluyordu.
Muhafazakâr demokrasi aslında neydi?
AKP, taşıdığı ideolojik “işlevleri” sistemin koyduğu kurallara uyarlamada büyük bir maharet sergiledi. Milli Görüş hareketinin içinden bir oy makinesi olarak çıktı. Kendisi dönüştü ve dönüştükçe sistemi de kendi siyasi tarzının gereklerine uygun bir şekilde dönüştürdü. Bugünkü otoriter süreçlerin yapılabilirlik koşullarını elde ettiği seçim başarılarıyla inşa etti.
Stratejik muğlaklık: AKP ideolojisinin evrimi
Aslında muğlaklık, bir açıdan siyasetin “fıtratında” var olan bir şeydir. Eldeki imkanlar kullanıldığında, başta hedeflenen sonuca götüreceği kesin olan hiçbir yol yoktur. Geleceğin belirsiz olması, siyasetçilere her zaman için beklenmedik olayların yaratıcılığına güven duymayı öğretir. Bundan dolayı, her siyasi konjonktür, bazen tezat da teşkil edebilecek, birden fazla ihtimali bağrında taşır. Stratejik muğlaklık, AKP için bir yandan hem o hem bu olmayı, diğer yandan ne o ne bu olmayı işine geldiği şekilde savunmayı mümkün kılmıştır.
Emanetçi başbakan olmanın önemi
Türk usulü başkanlık tartışmasında kendini sürekli tekrar eden bu modelin mekanizması yaklaşık olarak şöyle betimleyebiliriz. İlk önce güçlü ve özerk bir başbakanlık pratiğinden geçen siyasi lider, belli bir aşamada cumhurbaşkanı seçilir. Artık cumhurbaşkanı olan eski başbakan, bir süre sonra başkanlık sistemine geçişin gerekliliğini ve yararlarını tartışmaya açar. Başkanlık tartışmasının yumuşak karnı, halef olarak belirlenecek başbakanın tutumudur. Bu yüzden, başkan olmak isteyen cumhurbaşkanının en zorlu meselesini, halef olacak başbakanın tayini oluşturur.
Yıkıcı iyimserlik
Yıkıcı iyimserlik, beklentilerin boşa çıkmasıyla yaşanan bir hayal kırıklığından çok daha fazlasını anlatır. Sadece bu olsaydı, taktik veya stratejik değişiklikler, iyimserlik eğilimini tekrar ayakları üzerine oturtmak için elverirdi. Oysa seçim sonuçlarının yaşattığı derin sarsıntı, durumun böyle olmadığını açıkça gösteriyor. İyimserlik, bizi iyimser olmaya sevk eden gayenin kendisi, varılmak istenen sonucun önüne bir engel olarak dikildiğinde yıkıcı olur.
Siyasetin ikili sarmalı
Öncelikle, tek parti dönemine özgü parti ile devlet bütünleşmesi türünden bazı patolojilerin bugün farklı biçimler içinde nasıl yeniden üretilebildiğini anlamamız gerekmektedir. Sonra “çok partili hayatın” farklı evreleri ve bunlara denk düşen mantıklar arasındaki geçişlerin demokrasi üzerindeki etkisine daha fazla önem verilmesi gerekmektedir. Parti sistemlerinin iktidarı paylaştırma ve kullanma biçimlerinin gösterdiği süreklilik ve değişim, ancak siyasi hayatı çevreleyen bu “ikili sarmalın” toplam etkisini gözettiğimizde tüm boyutlarıyla görünür olabilecektir.
Aşırı 'hâkim parti sistemi': Parçalanmadan kutuplaşmaya
Erdoğan tarafından “ustalık dönemi” olarak adlandırılan evrede, siyasi rekabetin koşulları giderek sertleşmeye, muhalefet ve protesto kriminalize edilmeye başlanmıştır. Siyasi iktidarın rekabet ve çoğulculuğu mümkün kılan özgürlükler üzerindeki denetimi bu yoldan artmış ve rejim nispeten otoriter bir karakter kazanmıştır. Belki de, bu otoriter eğilimini belirginleştirecek bir “aşırı” sıfatını, “hâkim parti sistemi” başlığının önüne getirmek, günümüz parti sistemini anlatmak açısından en uygun yoldur.
Cumhurbaşkanının iki şapkası
Cumhurbaşkanı, biri parti mensubu olarak yapıp ettikleriyle, diğeri yürütmenin başı ve devletin manevi kişiliğinin temsilcisi olmasıyla ilişkili olan iki karşıt konumu aynı anda işgal etmektedir. Henüz bu konumların cumhurbaşkanının davranış ve sözlerine uygulanabilecek objektif kriterlerle ayırt edilmesini sağlayacak bir düzenleme yapılmış değil. Böylelikle, “partili cumhurbaşkanı” statüsü kendi içinde çelişkili hale geliyor...
Oy vermek demokrasinin iman etme biçimidir
Artık siyasal ajitasyon, oy vermeyi kılınacak namazların sevabını belirleyecek bir iman davranışıyla eş tutan demagojilere açık hale gelmiş durumda. Tüm bu gelişmeler bizi seçimlerin kazandığı bu yeni vasfa eleştirel bir bakışla yaklaşmaya yöneltiyor. Siyasal seçimleri, ait olduğu yere, yani dünyevi kullanım alanına tekrar iade etmemiz lazım.
Özgürlükçü bir laiklik için
Kendinden ayırmaya, mesafe koymaya çabaladığın şeye dönüşmek elbette derin bir bunalımın göstergesidir. Bu bunalım Türkiye’deki kurumsal ifadesini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığında bulur. Bu kurum, Kemalist çevrelerce “zararlı” veya “gerici” din anlayışlarının denetim altında tutulması, dindar çevrelerce “sapkın” veya “zındık” anlayışların önüne geçilmesi açısından yararlı bulunur. Birbiriyle çatışan bu iki anlayışın, böyle bir bunalım kavşağında buluşabilmesi, sadece sözünü ettiğim bu indirgeme göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.
Cezasızlık: Bir sistem sorunu
Geçmişte işkencede öldürülmüş bir öğrencinin, diyelim Birtan Altunbaş’ın hesabının adalet tarafından mutlaka sorulacağını söylerler. Bir insan hakları savunucusunun, diyelim Tahir Elçi’nin kameraların önünde katledileceğinden sanki habersizmiş rolü oynarlar. Sürgünde ölmüş bir sanatçının, diyelim Ahmet Kaya’nın mezarında duaya açtıkları elleriyle vicdan pozları keserler. Lakin tüm bu öğrenilmiş sözlerin, rollerin, pozların arkasındaki gerçek buz gibi açık ve ortadadır. Failler ne kovuşturulmuş ne de cezalandırılmıştır, bilakis maddi ve manevi, her açıdan ödüllendirilmiştir.
Tarz-ı hayat siyasetini anlamak
Hukuki ahlakçılığın baskıcı etkilerini hayatın her alanında hissediyoruz. Bu etkileri “açık giyimli” bir kadın veya Ramazan’da oruç tutmayan bir insan örnekleriyle somutlaştırabiliriz. Çoğunluğun bu insanlardan temel beklentisi “ahlaki” değerlere saygı göstermeleri ve kışkırtıcı olmamaları yönündedir. Ancak kapsamı ve ölçüsü belirsiz olan bu beklenti sıklıkla çoğunluğun galeyana gelmesini açıklayan bir bahane olarak ileri sürülür.
Vesayetçilik ve çoğunlukçuluk kıskacındaki insan hakları
“Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır.” Bu cümleyi, yerli ve milli türden bir nihilizmin kurucu ilkesi olarak okumak da mümkün. Çünkü nihilizm, tüm değerlerin değersizleşmesini anlatır. Türkiye’de nihilizm süreci yerli ve milli değerler adına, insanlık değerleri hakkında kuşku yayarak hayata geçirilir. Sanki bu ülkede yaşayanlar, öncelikle insan değilmiş ve bu değerlerden hiç pay almamış gibi, insanlık değerleri şeref ve şerefsizliği ayırt etmenin ölçütü olmaktan çıkarılır.
Belleği şiddet inşa eder
Şiddet yoluyla insanların zihninde açılan yaralar, sanki bir tür zihinsel mutasyona yol açıyor ve sonraki kuşaklara devrediliyor. İnsan bellekleri, doğrudan kendilerinin deneyimlemediği, aktarılan bir şiddetin bıraktığı sızıyla şekilleniyor.
Yerinden edilen Kürt sorunu
Zorla göç, Kürt sorununu deteritoryalize ederek ülke sathında etkisi hissedilen bir mesele haline getirdi. Bundan sonra Kürt meselesi, devlet aklı tarafından sadece Türkiye’den toprak koparmaya dönük sorun olarak değil, bir bütün olarak toplumu yönetebilme kapasitesiyle ilgili bir mesele olarak görülmeye başlandı.
İşkence: Egemen karşısında insan
12 Eylül söz konusu olduğunda işkence, “devlet otoritesi ve varlığını” sağlamak amacıyla yaygın ve sistematik bir şekilde uygulanmıştır. Şiddet, insan doğasını dönüştürmenin, onları sadık vatandaşlar olarak yeniden yaratmanın aracı olarak uygulanmıştır. O halde, işkence 12 Eylül için özdür ve onun temel yönetme biçimidir. İşte 12 Eylül’ü sadece insanlığa karşı işlenmiş suçlarla bir arada ele aldığımızda gerçek anlamını kavrayabiliriz.
Haklar şiddete karşı
İhlalin olduğu yerde mutlaka savunu da olacaktır. Savunu hakkın gerçek değerini açığa çıkarır ve onu tamamlar. Esasen hakkın savunulmaya olan ihtiyacı, insanın suya ve havaya olan ihtiyacından farksızdır. Çünkü biz bir hakkın somut anlamını, ancak onun içeriğini ihlal eden şiddetin özürleriyle mücadele içinde kavrayabiliriz.
İnsan haklarını savunmak
Herkesin bir diğerinin hakkına duyarlı olduğu bir “insan hakları uygarlığında” yaşasaydık, savunuculuk gibi özel bir uğraşa gerek kalmayacaktı. O halde, çoğunluk ile belirlenen milli iradenin duyarsızlığını, savunuculuğu gerekli kılan etmenler arasında saymak yanlış olmaz. Çoğunluğun bazı durumlarda ihlalleri mecburi, düpedüz yararlı bulmasından ötürü, o topluluğun içinden çıkmış, ama onların dar çıkarlarının ötesine geçmiş savunucuların varlığı paha biçilmez bir değer kazanır.
Beka koşullarında siyaset
Beka siyasetinin, Türkiye siyasetinde, monarşik ilkeye demokratik ilkeden daha çok güç kazandırdığı bana çok açık görünüyor. Bununla egemenliğin soydan aktarıldığı bir devlet biçimine geçmek üzere olduğumuzu söylemek istemiyorum. Aksine beka söyleminin asıl başarısı, cumhuriyete özgü kurumların ve organların varlığına rağmen, iktidarın monarşik bir kullanımını mümkün kılan mekanizmaları işletebilme becerisinden ileri geliyor.
KHK'lı olmanın hakkını vermek
KHK'lı olma deneyiminin hakkını vermek, insanların KHK'lı olmama hakkını temel bir siyasi talep olarak geliştirmekle mümkün. Bu talep, haksızlıkları giderecek bütünlüklü bir sosyal ve siyasal hak mücadelesi paketinin ana ilkesi olarak belirlenmelidir. Sadece o zaman bu deneyimin hakkını vermek mümkün olacak ve kişisel hikayelerimiz de sesini ve değerini bulacaktır.
‘Terörist’ modern siyasetin korkuluğudur
Terör, ilk başta insan doğasını devlet eliyle değiştirmenin bir aracı olarak benimsenmişti. Açık alanlarda, bizzat devlet tarafından uygulanan öldürme eyleminin kolektif duygu rejiminde yarattığı etkiye verilen isimdi. Daha sonraları duyguların siyasal yönetimdeki bu olanaktan, hem devlet erkanı hem devlet karşıtları yararlanmak istemiştir.
Direnişin sıfır noktası
“Sıfır noktası” her şeyin tükendiği yer değildir sadece. Yeni olan her şeyde işe sıfırdan başlamak esastır. Dönemin ruhuna özgü direniş pratikleri bu mantık içinden yeniden inşa edilebilir. Bunun için usta avcılarla ilgili anlatılan hikâyelere kulak kabartmakta yarar var.
Alevlerin ucundaki nilüfer
Bu eylemi yapan insanların nihai amacı kendini öldürmek, yani intihar etmek değildir. Eğer böyle olsaydı pekâlâ, bu işi gizli saklı da yapmaları mümkün olabilirdi. Söz konusu eylemle asıl başarılmak istenen kamusal bellekte yaşayacak kalıcı bir imge yaratmaktır. Böylelikle ilk adımı kendini öldürmek olan bu eylem, son adımda bir protesto davranışına dönüşür
Şehitlik makamındaki hakikat
Şehitlik insan varlığının en uç düzeyde araçsallaştırılmasıyla ilgili bir siyaset unsurudur. Bu siyaset, insan bedenlerinin ve bu bedenlerden oluşan halk topluluklarının imhasıyla ilgili bir ölüm siyasetidir.
Rüya âlemindeki devlet
Devletlû tarihçilere bakacak olursak bu hükümdar tipi görev aşkıyla yanıp tutuşan biridir. Güya halk rahat uyusun diye, o nöbet tutmayı seçmiştir.
Devletle sırdaş olmamak
Midas'ın efsanesinde ciddiye alınması gereken bir paradoks var. Son tahlilde hikâyede dile gelen sır saklamanın imkânsızlığıdır. Bu paradoks, devlet sırrının ne menem bir şey olduğunu anlamanın kapısını aralıyor.
Komploya inanma, komplosuz kalma
Günümüz Türkiye’sinde komplo teorilerine duyulan açlığın nedeni Türkiye’nin yaşadığı “siyasi temsil krizinde” aranmalıdır. Kriz, esasen tek siyasi meşruiyet ölçütünün seçim olarak belirlenmesinden kaynaklanmaktadır.
Siyasette sadizm üzerine
Mevcut belirsizlik ortamında insanlarla eğlenmeye doyamayan tüm “şakacı” zulüm teknisyenlerine şu tavsiye olunur: Daha çok Sade okuyun. Bugün siyaset veya adı her neyse, yaptığınız işlerin başkalarının haklarına karşı işlenen suçlara ortak olmak dışında bir anlamı olmadığını göreceksiniz. Devam mı etmek istiyorsunuz? O halde daha çok çabalayın, daha çok suç işleyin. Mutlaka takdir görecektir.
Direniş menekşe kokar
Kuvvet kullanımı olarak güç, belli bir anda gerçekleşir. Bu yüzden efendilik uğraşı hep sürate ihtiyaç duyar. Oysa adalet belli bir süre ister. Hatta adalet için uzun süren bir sabırdır dense yeridir.
Bir vatandaşın arabı
Artık milyonlarca Türkiye arabı var. İnanın her biri başka bir Türkiye’nin arabı. Boş verin atasözü görünümündeki o sahte bilgeliğin arkasından koşmayı. Sadece dikkatle bakın o insanların yüzlerine.
Irkçılar şamata yapar
Türkiye’de siyasal çatışmanın boyutları derinleştikçe, “kavgada olsa söylenmez” dediğimiz sözlerin kullanımında ciddi bir artış oluyor. Felaketler için biçimsel, törensel dayanışma jestleri veya sözleri bile bazen bir tarafa itilebiliyor. O zaman, “bırakalım gebersinler” önerisi, sanki siyasi bir fikirmiş gibi, sanki özel bir duyarlılıkla çıkarılmış bir sesmiş gibi arzı endam edebiliyor.
Bir Türk'ü nereden tanırsınız?
Yerlilik, yerel topluluğu temsil edebilecek siyasal kimlik biçimlerinden sadece biri olarak görülmelidir. Topluluğun güçlerinin yabancılara karşı harekete geçirilmesi yoluyla ortaya çıkan bir sonuçtur yerlilik.
Adaletin bağrındaki boşluk
Yalnızlığın sınırlarının, belki de en koyu çizgilerle vurgulandığı bir deneyim söz konusudur burada. En fenası da sınırlanmış olma bilincini takip edecek olan güçsüzlük yahut yoksunluk hissidir. Bilirsiniz siz de bu hissin sonuçlarını...
Türkiye’nin kötülük sorunu
Türkiye’de kötülüğün nasıl üretildiğini, kullanıldığını ve yayıldığını anlamak için dindarın masumiyetini esas alan bir başlangıç noktası değil ihtiyaç duyduğumuz. Kötülük, günahın baştan çıkartıcılığıyla değil, siyasal olarak birikmiş hıncın, farklı olana, itiraz edene veya kendine uymayana yönelttiği saldırganlıkla karakterize ediliyor.
Korku ikliminde insan olmak
Herkes bilir ki, mesele bir veya beş kişiyi asmak değildir. Bin beş yüz kişi veya yüz elli bin kişiyi ihraç etmek veya birkaç yüz barış akademisyeninden “medeni ölüler” yaratmak da değildir. Asıl mesele bu uygulamaların timsali olduğu şeyi anlamaktadır.