YAZARLAR

Sandıktaki hayalet ve seçim bıkkınlığı üzerine

Adına ister “cumhur” deyin ister “millet”, genel iradeyi veya yararı belirleyen karar odağının sadece oylama süreçlerinde bir görünüm veya varlık kazanabileceği gerçeğine itiraz edilemez. Buna rağmen, seçim hikayelerinin biraz da hayalet öykülerini andırdığını söylemekten kendimi alamıyorum. Çünkü hayaletler de varlığını, tıpkı halk iradesi gibi, mekanda kapladıkları yere göre değil, gerçek dünya üzerinde bıraktıkları etkilere borçludur.

Türkiye, sonuçta AKP’nin birinci parti çıkacağı baştan belli olan bir seçime daha hazırlanıyor. Nerden mi biliyorum? Kimse endişelenmesin, sizlere doğaüstü güçlerim olduğundan söz edecek değilim. Zaten hepiniz de bu sonucu kesine yakın bir şekilde tahmin edebiliyorsunuz. Malum, bazı büyükşehirler ve beldeler dışında sonucun belirsiz olduğu hiçbir yer yok. Yani ben aslında herkesin baktığı yere bakmaktan ve herkesin gördüğü şeyi görmekten fazlasını yapıyor değilim. Göründüğü kadarıyla, bu seçim de alıştığımız rutinin dışına çıkmayan, sonucu baştan belli o sıkıcı seçimlerden biri olacak. Çünkü bir seçim, her yarış için geçerli olduğu üzere, sadece sonuç sürprizlere açık olduğu müddetçe ilginç olabilir. Elbette önümüzdeki yerel seçimler için de böyle bir olasılığın, en azından teorik olarak var olduğu söylenebilir. Ama muhalif seçmen, bu olasılığı gerçeğe dönüştürmek için gereken o heyecan duygusunu yitireli çok oldu. Tekerrür mağlubiyetle kızıştırıldığında muhalefetin payına düşen tek bir duygu kaldı: Seçim bıkkınlığı.

Sözünü ettiğim bıkkınlık, muhalefetin siyaset yapma olanaklarının en baştan yenilgiye göre ayarlanmış olmasıyla, seçimlerin bir bakıma muhalefeti disiplin altına alma aracına dönüşmesiyle yakından ilişkili. Ama bu ilişkiyi görebilmek için kavramın genel özelliğini anlamak ve insan üzerinde bıraktığı etkiyi yakalamak gerekiyor. Çünkü bıktırıcı olmak, bazı faaliyetlerin doğasında var olan bir özellik değil, belli bir ölçüyü aşacak şekilde kendini tekrar eden her durumun yaratacağı bir etkidir. Özellikle başka bir çare olmadığında, insanların kendini tekrar döngüsüne teslim ettiğini görürüz. Tekrara bu teslim oluş, “terbiye” üzerine düşünenlerin çok yakinen tanıdığı bir durumdur ve böylesi bir teslimiyeti elde edebilmek terbiye sürecinin asıl hedefini oluşturur. Bu noktada, artık tekrar ile terbiye arasındaki bağ açık bir şekilde görünür hale geliyor. Zira, terbiye sürecinin temel algoritmasını, ödül ve cezaları varlıkların tekrar eden davranışlarının ritmine göre ayarlamak oluşturur.

Seçim bıkkınlığı, davranış ve düşüncelerinden ötürü sürekli ayar verilmesinden yorulmuş bir seçmen grubunun ruh hali olarak kabul edilmelidir. Bu pencereden yaklaşınca, esasında temsili demokrasinin aracı olan seçimin, Türkiye’nin geleneksel siyaset yapma anlayışının aparatı haline geldiğini kolaylıkla görürüz. Türkçe'deki siyaset kelimesinin seyislikten, yani at bakıcılığından türetildiği söylenir. Bunu, Türkiye’de devlet yönetiminin dayandığı siyasi aklın, bakıcılık pratiklerine özgü yol ve yordamlarla olan akrabalığının bir işareti olarak okumak gerekir. Bakıcı, bakımını yaptığı varlıkların sağlığına, ihtiyaçlarına ve genel refahına ihtimam gösteren kişidir. Ancak gösterdiği ihtimam, esas olarak baktığı varlığın böylesi bir ilgiyi mümkün kılacak şekilde uysallaştırılmasının, yani eğitilmesinin bir sonucudur. Her sonuç kendini doğuran nedenlerle aynı soy zinciri içinde yer alır ve bu yüzden eğitmenlik kavramının anlamını, “bakım ve ihtimam” faaliyetini de içerek şekilde genişletecek bir mecaz olarak görmemizde bir sakınca yok.

Bu mecaz, Türkiye’de halkın sert, dobra ve ayar veren liderlerden hoşlandığı inancının etkilerini anlamamıza yardımcı olacaktır. Söz konusu etkiler, en çapıcı biçimiyle Erdoğan’ın yarattığı “Kasımpaşalılık modeli” üzerinden kendini açığa vurur. Erdoğan, muhaliflerine gösterdiği sertliği, gerektiğinde kendi taraftarlarına karşı da sergilemekten geri durmadığını defalarca ispatlamıştır. Bazen iş isteyen bir vatandaşa “Buz gibi soğuyorum” diyerek ayar vermiş, bazen “Anamızı ağlattın” diye yakınan birisine “Ananı da al git” diye çıkışarak haddini bildirmiştir. Genel tutumunun sertliği eleştirildiğindeyse, “Siz halkım ile benim arama girmeyin. Biz birbirimizi anlıyoruz” diyerek yanıt vermiştir. Halkın bir kesimiyle kendi arasında özel ve dışlayıcı bir bağ olduğu kabulü, “halkın eğitmeni” olarak devlet adamını, sürünün çobanı olarak liderden ayıran en önemli ölçüttür. Bu yüzden Erdoğan “Ben bir çobanım” dediğinde, bu ifade onun konumunu tam olarak doğru yansıtmamaktadır. Çoban, bir bütün olarak sürünün selametinden sorumludur ve görevi, ardında hiçbir koyun bırakmadan sürüyü bir yerden başka bir yere taşımaktır. Eğitmen, herkesi disiplin altına almakla görevli olsa da, terbiye edilebilir olanı olmayan ayırt etmek ve ilgisini buna göre odaklamakla mükelleftir. Erdoğan buna uygun olarak “Öteki yüzde elliyi evinde zor tutuyorum” dediğinde veya kendini “yüzde elli ikinin Cumhurbaşkanı” olarak gördüğü anlamına gelebilecek sözler sarf ettiğinde, esasen çobanın değil terbiye veren liderin misyonunu üstlendiğini zaten göstermişti.

Eğitmenlik veya bakıcılığı, genel bir yönetim mantığı olarak kabul edersek seçim, çoğunluğun gücüyle azınlığı disiplin altına almanın veya ehlileştirmenin bir aracı gibi görünmeye başlar. Siyasal açıdan söylenebilir ve yapılabilir olanın meşru sınırları çoğunluk onayını kazanmak biçiminde çizildiğinde, iktidar ve muhalefet arasındaki ilişki gerçek itirazların ileri sürüldüğü çatışma modeline uygun olmaktan çıkar, kısıtlı bir alanda icra edilebilen icazetli bir siyaset modeli üzerine oturur. Böyle bir siyaset, sadece iktidarın izin verdiği alanda ve onu destekleyen seçmenin duyarlılıkları seviyesinde yürütülen bir kayıkçı dövüşünden farksız hale gelir. Bunun bir örneğini muhalif vekillerin Avrupa Konseyi’nde gerçekleşen oylamada kullandıkları oylar üzerinden gördük. Muhalefetin iktidarın uyguladığı disiplini nasıl özümsediğini görmek istiyorsak, onun sözüm ona milli çıkar adına uygulanan “beka siyaseti” ile olan bağına veya halkın milli ve dini duyarlılıklarını savunmak adına insan hakları ihlallerini görmezden geldiği durumlara bakmamız el verir. Buradan yola çıkarak onların dersini iyi ezber ettiğini ve “devlet terbiyesi” denen makuleye uygun davrandığını kolaylıkla anlarız.

Şüphesiz ki terbiye ile eğitim arasında bir bağ vardır, ama terbiye ile öğrenmenin aynı şey olmadığı da ortadadır. Zira öğrenmede kişi kendini bilgiye açmakta, yani onu arzulamakta ve içselleştirmek yoluyla kendine mal etmektedir. Oysa terbiyede olan şey insanın bilgiye maruz kalması, yani bilginin zerk edilmesi yoluyla şartlandırılmasıdır. Terbiyede, eğitim ile şartlandırma arasındaki fark tümüyle ortadan kalkmıştır. “Herkesin yararı” anlamındaki ortak çıkarın bilgisine, siyasal muhalefet halkın eğitmeni olarak görülen lider tarafından hizaya sokulduğunda ulaşılmaz. Aksine iktidarın temsil ettiği çoğunluğun çıkarının sanki herkesin çıkarıymış gibi kabul edilmesi için şartlandırılmış olursunuz. Herkesin ortak yararını ilgilendiren ve üzerinde örtük bir oybirliği olduğu varsayılan konularda halkoylaması yapmak, yine toplumu bir bütün olarak şartlandırmanın yollarından biri olarak görülmelidir. Yukarıda değindiğim ve “muhalif seçmen” olarak adlandırdığım azınlık gruba özgü seçim bıkkınlığının şah damarını işte tam olarak bu şartlandırma faaliyetini teşhis ettiğimiz noktada yakalayabiliyoruz.

Seçim bıkkınlığı, daha ilk baştan muhafazakar ve dindar bir çoğunluğun blok onayına sunulduğu için sonucu belli olan verili seçim anlayışının bir ürünüdür. Elbette seçim modern siyasetin en özgürlükçü enstrümanları arasındadır ve onu modern demokrasilerin bayramı olarak nitelendirenler haksız değildir. Ama Türkiye’de bir süredir her seçime eşlik eden o kasvetli havayı görmezden gelmek de doğru değildir. Kasveti dağıtacak olan şey, seçimleri, tıpkı kendini tekrar eden melodilerin ritmi üzerinden bizi içine alan bir müzik parçasını dinlediğimiz gibi dinlemektir. Tekrarın böylesi terbiye edici değildir, öğretici ve geliştiricidir. Başka bir deyişle, seçimle terbiye edilmeye karşı çıkarken ondan bir şeyler öğrenmeyi de ihmal etmemek gerekir. Türkiye’de birbiri ardında yapılan seçimlerin öğrettiği bir şey varsa, bence şudur: Bir oyuna katılan kişi, görünüşte bir oyun oynayacak olsa da, gerçekte iki ayrı oyun oynandığının her zaman ayırdında olmalıdır. Görünüşte adaylar ve partiler arasında, seçmenlerin oyunu kazanmak için kuralları önceden belirlenmiş ve tüm yarışçılar için geçerli bir müsabaka gerçekleşmektedir. Gerçekteyse kuralları belirleyen güç olarak iktidar, aynı zamanda oyuna katılan bir oyuncudur ve kuralları belirlerken kendi yararını sonuna kadar gözetmiştir.

Her oyunun içinde oynanan iki oyun vardır. Oyunun kurulduğu ve kuralların belirlendiği düzeye müdahil olmayan birinin oyunu kazanması söz konusu olamaz. İktidarın seçim başarıları kadar, muhalefetin sürekli yenilgilerinin yarattığı seçim bıkkınlığının esasını da bu oluşturur. Seçimleri yeniden ilginç kılmak ve demokrasiyi AKP’nin anladığı şekliyle çoğunluk yönetimi olmaktan çıkarıp, aslında “herkesin yönetimi” olacağı bir niteliğe kavuşturmanın yolu da buradan geçiyor. Zaten kutuplaşmış ve seçmen tercihlerinin katılaşmış olduğu bir sosyal ortamda, oylamaların hep çoğunluğu uyaran ve bloklaştıran meseleler üzerinden tesis edilmesinin sonucu baştan açıktır. Kaldı ki iktidar, sadece bununla da yetinmemekte, seçim çevrelerini kendine göre ayarlamaktan YSK kararlarına kadar uzanan bir çerçevede seçim mühendisliği yapabilecek pozisyonda olmanın avantajlarından yararlanmaktadır. Mesela bu seçimdeki sonuç doğurucu manipülasyonlardan biri, “seçmen kaydırma” uygulaması olacakmış gibi görünüyor. Çünkü bu yolla önceki seçimlerde kayyum atamak yoluyla belediye başkanlarının görevden alınması meşrulaştırılmış olacak.

Şimdi, kapıyı potansiyel olarak herkesin yönetimine açtığı müddetçe demokratik olabilecek olan seçimler, oyun böyle oynandığında tüm demokratik niteliğini kaybeder. Fakat, adına ister “cumhur” deyin ister “millet”, genel iradeyi veya yararı belirleyen karar odağının sadece oylama süreçlerinde bir görünüm veya varlık kazanabileceği gerçeğine itiraz edilemez. Buna rağmen, seçim hikayelerinin biraz da hayalet öykülerini andırdığını söylemekten kendimi alamıyorum. Çünkü hayaletler de varlığını, tıpkı halk iradesi gibi, mekanda kapladıkları yere göre değil, gerçek dünya üzerinde bıraktıkları etkilere borçludur. Bazen bir tıkırtı, bazen bir kapı çarpması yahut zil sesi, bir hayaletin geldiğinin kanıtı gibi kabul görebilir. Gerçek ile görünüş, varlık ile yokluk arasında salınan halk iradesinin etkisini icra edebileceği tek zemini seçimler oluşturur. Halkın oylamaya katılmadığı, seçimlere maruz bırakıldığı bir durumda, sandıktan çıkacak olan hayaletin adını bilmek içinse öyle medyum olmaya falan gerek yok. Sonuç ne olursa olsun şu gerçek değişmez: Halk değil, halkın eğitmenleri kazançlı çıkacaktır.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.