YAZARLAR

Twitter, Facebook kullanımı ve linç

Vigilantizm tehlikesinin endişe yarattığı bu günlerde, Aleviler, Kürtler, LGBT bireyler kısacası ötekileştirilmiş toplulukların sosyal medyada nasıl saldırıya uğradıklarına bir bakın lütfen.

Medeniyetin, teknolojinin, insan aklının geldiği doruk noktayı işaret eden İnternet ortamında, medeniyetsizliğe doğru hızlı bir çözülme demek olan linçlere tesadüf etmek bir bakıma şaşırtıcı. Yapay zekayı anlamaya çalışırken, kendimizin yapay zeka ile benzerliğini keşfetmeye başlamamız gibi; sosyal medyada içerik üretirken bir kimlik de inşa ediyoruz. Yüksek sayıda takipçi hedefi, sıklıkla, niceliğin niteliğe; kolayın zora tercih edilmesine neden oluyor. Paylaştıklarımız, paylaşmaya korktuklarımız, alınan etkileşimlere verdiğimiz tepkiler bilinç seviyemize bakmak için sağlam bir fırsat aynı zamanda.

Sosyal medyada “linç yemek” tanımı yerli yersiz kullanılıyor. Ortaklaşa verilen her tepki, linç değil kuşkusuz. Uzmanlar, bu tanımın aşırı kullanımın fiziksel linç olaylarının etkisini azalttığı konusunda uyarıyorlar. Bir linç girişiminden pek de uzak olmayan, hızlı EMob (Elektronik güruh) oluşumları, fiziksel linçlerin düşünce aşamalarına tanıklık etmek açısından önemli bir imkan sağlıyor.

Farklılıkta, kökensel birliğin/özün idrak edilmesi, yükselen düşüncenin ana karakteristiği olduğu halde; linç girişimi, nefrette birlik arar. Linç için güruh gerekir; güruh oluşumu içinse duygudaşlık. Tanıl Bora, “Türkiyenin Linç Rejimi” isimli kitabında, güruh sözcüğünün insanla ilişkilendirilebilecek en yetkin anlamının, linçte ortaya çıktığına değinir. Güruhun meyli linçe doğrudur; değersizlik duygusunun bir vücuda kavuşmasıdır. Tanıl Bora, linçin en aşikar medeniyet kaybı olduğunu söylüyor.

İnsanların, ait hissettikleri taraf adına giderek fanatikleşen tutumlarının, linççi bir güruh ortaklığı oluşturmasına neden olan anlayışlarından belki de en tehlikelisi, düşmanımın düşmanı dostumdur düşüncesi. İnsanlığın eridiği bir tutum. “Palalı saldırgan” vardı hatırlar mısınız? Polisten kaçanlara palayla saldırmıştı. AKP Milletvekili İdris Şahin, bunu, hukuk çerçevesinde bir eylem olarak değerlendirmiş; Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ise, artık bıkmış esnafın haklı tepkisi olarak yorumlamıştı. "Gezici" protestoculara düşman iki tarafın, hukuksuzluğun doruğu olmaya emsal dostluklarını onayladıkları bir çukur. Vigilantizm tehlikesinin endişe yarattığı bu günlerde, Aleviler, Kürtler, LGBT bireyler kısacası ötekileştirilmiş toplulukların sosyal medyada nasıl saldırıya uğradıklarına bir bakın lütfen.

Linççi güruh, kimlikleri örten bir kalabalıktır. Sosyal medyada, özellikle Twitter’da bir “mob” haline geliverenlerin de ortak özellikleri kimlikleri saklı hesaplar olmaları. Düşünce, özne ve yüklem irtibatı olduğu sürece devinir. Gerçek kimliğimiz ile yazmak beraberinde bir sorumluluk getiriyor.

Temel sorunumuz ‘farklı’ olanı ve en temelde, ‘farklı fikirleri’ kabul edemiyor olmamız. Bizden farklı düşünenlerle karşı yandaş toplama çabasına giriyoruz. Ahlaklı bir toplum sayılmayız. Dürüst değiliz. Çocukluk dönemlerimiz travmalı. Eleştirilmeyi hazmedemiyoruz. Eleştiri, seviyeli bir konuşma olarak sürdürülemiyor; alınma ve küslük ile sonuçlanıyor. Bu nedenle bu kadar çok “engel”leyenle dolu sosyal medya. Oysa, Trump’ın Twitter’da engelleme hakkının olmadığına, mahkeme kararıyla hükmedilmesi ibretlik bir karar. Bir yandan, Dan Ozzi gibi, Trump’a “Yüzünü tuvalet olarak kullanmak ne kadar eğlenceli olurdu” diyebileceği için sevinen bir seviye olduğu da unutmamalı. Trollük de tahammülsüzlükten dolayı engellemek kadar sorunlu bir tutum. Mitsel varlıklar olan troller, mitlerde yolcunun önüne çıkıp onu oyalayan, yolundan alıkoyan varlıklardır. Sosyal medyada ise huzur bozan, sağa sola sataşan, takipçilerinizin paylaşımlarınıza yaptığı yorumlarla alay eden, seviyesiz bir tavırla “buradayım” demeye çalışan ilgi arsızlarıdır. Ünvanlarından bağımsız olarak, Dan Ozzi’nin söylemi de trollüktür.

Sosyal medya bir çok şeyi değiştirebilecek güçte bir platform. Kullanıcıların, içerik üretenler ve tüketenler olmak üzere kabaca ikiye ayrıldığı bu ortak bölgede, toplumsal değerler, etik anlayış, görgü kuralları gibi bir çok alanda yeni tanımlara ihtiyaç duyuluyor. Kes-yapıştır paylaşımlar, içerik üretimi anlamına gelir mi? Bu tür kullanıcılar, bilgi kirliliğinin artmasına ne ölçüde sebep verirler? Yalnızca içerik tüketen kullanıcı olarak konumlanmak, tepkisizliğimizi meşru kılar mı, sorumluluklarımızı azaltır mı? Tanığımız, tanımadığımız yüzlerce, belki binlerce insanın düşündüklerini, söylediklerini, yedikleri-içtiklerini, gezdikleri yerleri bilmeye bu kadar meraklı olduğumuz halde, kendi ayak izimizi bırakmamaya özen göstererek başkalarının sayfalarında saatler harcamamız normal midir? “Layk” fakirliğine en büyük katkıyı veren “layk” cimrisi olmak ruhen sağlıklı mıdır? İngiltere’de, bu günlerde, sosyal medya platformlarına yaptırımlar uygulama konusunda ciddi tartışmalar yaşanıyor. İnstagram içeriklerinin, özellikle ergenlerin intihar eğilimini artırdığına dair ciddi kuşkular var.

Yazının başında sosyal medyayı bilincimizi, bilincimize konu etmek için iyi bir fırsat olarak değerlendirmiştim. Üzerinde durulması gereken temel sorun, sosyal medyada verilen tepkilerden çok verilmeyenler olsa gerek. Zaten, hergün sağlıksız bir süreyi televizyon, tablet, bilgisayar, telefon ekranlarımızı izliyerek geçiriyoruz. İzlemek doğası gereği pasif bir tutum, insanların bomba atılarak yok edilmesini izlemeyi kanıksayıp yaşamımıza devam edebildiğimizden mi, sosyal medyada, haksızlığa uğrayanlara sesimizi çıkaracak gücü bulamamamız? Yoksa, düşüncelerimizi ifade edecek cesaretimiz mi yok?

Medeniyet kaybı, medeniyet kazanımında olduğu gibi, sanırım soyuttan somuta bir temayülle, ama illa ki hakkın korunamamasıyla ivmeleniyor. Hak, hukuk kayıpları, önlem alınmadığında “anti-hukuk”a kadar varıyor, ve vardı.


Gülgün Türkoğlu Pagy Kimdir?

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji mezunudur. University of London King’s College’da yüksek lisansını tamamladıktan sonra National Rivers Authority ve Anglian Waters’da biyolog olarak görev yapmıştır. Türkiye’ye döndükten sonra özel kuruluşlarda Ar-Ge alanında uzman olarak çalışmış, yöneticilik yapmıştır. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü, Tıp Fakültesi ve CNRS Paris ortaklığında yürüttüğü doktorası insan genetiği üzerinedir. Avrupa birinciliğini kazanan Bio-Ace Centre of Excellence başvurusunu yürüten iki kişilik ekiptendir. Bir süre bu projenin müdürü olarak görev yapmıştır. Düşünüyorum Dergisi yazarlarındandır. Felsefe ve Kadın Sorunları üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.