YAZARLAR

Kemalizm İslamofobik midir?

“Kemalizm İslamofobik’tir” önermesinin bir ucu, yaşam tarzı kaygılarıyla gündelik ilişkilerini düzenleyen bireylere, diğer ucuysa Türkiye’yi bir ulus devlet olarak inşa eden söylemler ve uygulamalar bütününe çıkar. Kısacası, kısa bir süre öncesine kadar resmi ideoloji muamelesi gören bir öğretinin tüm tarihsel tezahürleri ve ilişkileriyle ilgili bir bağlama da yerleşmiş olursunuz.

Bir süreden beridir şansı yaver gitmeyen Kemalistler, 15 Temmuz sonrasında az da olsa olayların akışının kendi lehine döndürülebileceği hissine kapıldı. Görünüşe göre iktidar, darbe girişimini yozlaşmış ve satılmış bir tarikatın komplosundan ibaret bir olay olarak mahkum etmekle yetinecekti. Ama içine itildiği devr-i sabık memuru konumundan rahatsız olan Kemalist seçkinler de şansını denemekten vazgeçecekmiş gibi görünmüyordu. Onlara göre yaşanan her şeyi Fethullahçı bir kalkışmaya indirgemek doğru değildi. Meselenin özü devlet ile cemaatler arasındaki tehlikeli yakınlaşmanın, esasen din ile siyaset arasında olması gereken mesafeyi ortadan kaldırmasında yatıyordu. Bu yüzden 15 Temmuz gecesi karşımıza çıkan tablo, laiklik ilkesinin gerektiği gibi uygulanmadığı bir devlette, işlerin varabileceği boyutu gösteren bir ibret vesikasıydı. Çözüm yoluysa tarihsel olarak sınanmış, tabiri caizse ispat-ı rüşt eylemiş olan Kemalist uygulamaları yeniden canlandırmaktan geçiyordu.

İslamofobi eleştirisinin Türkiye’ye özgü bir mesele olarak inşa edildiği siyasal bağlamı, Kemalizm adına iddialı taleplerin ileri sürüldüğü bu tartışma temsil ediyor. Elbette bu ülkede önceden de İslamofobi eleştirisi yapan grup veya bireyler vardı. Fakat, Kemalizm sonrası bir evreye girdiği iddia edilen “yeni Türkiye”de Kemalizmin yeri ve işlevi ne olacak sorusuyla bir arada ele alındığında, İslamofobi kavramı sadece kimlik mücadelesinde kullanılan bir argüman olmanın çok ötesine geçer. Artık mesele sadece “yanlış tanınma” politikasına karşı verilen bir eşit değer ve saygı görme mücadelesiyle sınırlı değildir. Şimdi gündemde olan devletin bireyler ve başka devletler ile olan ilişkilerini düzenleyen egemenlik siyasetinin sorunlarıdır. “Kemalizm İslamofobik’tir” önermesinin bir ucu, yaşam tarzı kaygılarıyla gündelik ilişkilerini düzenleyen bireylere, diğer ucuysa Türkiye’yi bir ulus devlet olarak inşa eden söylemler ve uygulamalar bütününe çıkar. Kısacası, kısa bir süre öncesine kadar resmi ideoloji muamelesi gören bir öğretinin tüm tarihsel tezahürleri ve ilişkileriyle ilgili bir bağlama da yerleşmiş olursunuz.

Tartışmayı böylesi bir bağlamda ilerleteceksek, Kemalizm derken neden söz edildiğine çok dikkat edilmesi gerekir. Çünkü Kemalizm gibi ideolojiler, bugün “bulut veritabanı” dediğimiz türden internet bazlı saklama alanlarını andırır. İçeriği, ona hangi “uygulamaların” yüklendiğine veya hangilerinin “download” edildiğine bağlı olarak derinleşip yüzeyselleşebileceği gibi, kapsamı da hangi “versiyonunun” kastedildiğine bağlı olarak genişleyip daralabilir. İslamofobi eleştirisinin hedefindeki Kemalizm, tek parti döneminden 2000’li yıllara uzanan bir süreçteki tüm seküler modernleşme “uygulamalarını” İslam ile karşıtlık içinde hayata geçirmeye çalışan ideolojik ve politik tutumun adıdır. Bu minvalde, Kemalizm İslamofobiktir derken kastedilen de, İslam’ı kamu hayatı için tehdit olarak görmekten ötürü, inancında ısrarcı olan Müslüman figürünü hedef alan baskıcı ve dışlayıcı söylem ve politikalar bütünüdür. Meseleyi bu şekilde ortaya koyduğumuzda, karşımıza yanıt bekleyen ve son derece çetin olan iki sorunun çıktığını görürüz.

Bu sorulardan ilkini şu şekilde ortaya koyabiliriz: İslam’ın herhangi bir inanç değil de, kamu hayatının ve kişiler arası ilişkilerin tamamını düzenleyen bir merkez olma rolünü üstlendiği bir dünyada, İslamofobik olmayan bir modernleşme nasıl mümkün olacak? Kemalizmin görüş açısından bakıldığında, İslam inancının ortak hayat için kilittaşı vazifesi gördüğü Osmanlı dünyasından, sadece toplumsal değerler sisteminin dayanaklarından biri olmaya indirgendiği bir dünyaya geçiş, modern olmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bu geçiş, İslam’ı sadece toplumsal ilerlemenin zemini olarak gördüğü akıl ile çeliştiği durumlarda ve çatıştığı ölçüde bir sorun haline getirmekle yetinir. “Gerçek İslam” ideali üzerine kurulu “yobazlık” eleştirisinden, akılcılık ve bilim adına dini bütünsel olarak reddeden yaklaşımlara uzanan bir yelpazede, Kemalist din eleştirisinin tüm versiyonlarının “siyasal ufkunu”, bu sorun çerçevesi belirlemiştir. Siyasal ufuk derken, toplum hayatına müdahale etme gerekçelerini ve araçlarını belirleyen uygulanabilir politik projeleri kastediyorum. Dolayısıyla Kemalist modernlik anlayışının sınırı, özünde ilerlemeci ve pozitivist bir dünya görüşünce belirlenmiştir. Bu anlayışa göre, genel olarak dini inanç insan aklının tarihsel ilerleyişinde bilime kıyasla geri bir aşamayı temsil eder. Kemalizm açısından da İslam, özel olarak İslam olduğu için değil, bir din olduğu için sorun teşkil etmiştir.

İslam’ı genel olarak bir din eleştirisinin gerekleri çerçevesinde sorunlaştırma belirlemesi konumuz açısından önem taşıyan bir ayrımı daha net görmemizi sağlayacaktır. Bugün Batı dünyasındaki ırkçı hareketler, İslam’ı “Avrupa değerleri” olarak tarif ettikleri bir kültürel mirasa referansla tehdit olarak tanımlarlar. Bu miras, kökende Yahudi-Hıristiyan geleneği tarafından yaratılmış değerlere veya aynı değerlerin seküler biçimler içinde tezahür eden görünümlerine gönderme yapar. İslam’ı diğer inançlar içinde özel olarak ayırt eden, örneğin Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa uyguladığı kıstasları ona da uygulamadan hedef haline getirmek, İslamofobi söyleminin dini veya seküler tüm formlarının ortak özelliğidir. Oysa Kemalizm İslam’ı diğer inançlar içinde özel bir hedef olarak seçmemiş, onu kendi önünde bir engel olarak bulduğuna inanmıştır. Bu yüzden, İslam’ın etkisini özel alanla sınırlandırmayı, hep erişmeyi arzuladığı “Avrupa değerlerinin” bir gereği olarak görmüştür.

Kemalist modernleşmenin sekülerlik politikalarını, eski sosyalist ülkelerin din karşısında izlediği politikalarla kıyaslamak, Kemalizmin İslam ile olan ilişkisinin başka bir boyutunu da gözler önüne serecektir. SSCB veya Arnavutluk gibi ülkelerin İslam karşısında izlediği siyasetin ufku, genel olarak dinin reddi ve toplumun dinden arındırılması hedefince belirlenmişti. Bunun sonucunda, İslam topluluklarının de-İslamizasyonuna yol açacak bir sürecin önü açılmıştı. Oysa Kemalistlerin amacı, Türkiye’yi nihayetinde inanç ayrılıklarının veya sınıf farklılıkların olmadığı komünist bir geleceğe hazırlamak değil, onu Avrupai anlamda bir ulus devlet olarak inşa etmekti. Böylesi bir amaç ise esasen, toplumu de-İslamize etmekten çok, İslamı de-Arabize etmeyi gerekli kılıyordu. İslamcıların bugün büyük bir skandal olarak anlattığı ve eleştirdiği ezanın veya namaz dualarının Türkçeleştirilmesi gibi uygulamaların ardındaki mantık, İslam’ı reddetmekten çok, onu milli bilinci güçlendirecek bir yurttaşlık dini olarak örgütlemekmiş gibi duruyor. Yani gaye, yine özel olarak İslam karşıtlığı değil, ümmetçiliğe karşı modern dünyanın gerçekleriyle uyumlu olduğu düşünülen bir Türk İslam'ı yaratmaktı.

Tüm bu tartışmaların ışığında ikinci soruyu sormanın sırasının geldiğini sanıyorum: Müslüman’ın bir azınlık mensubu değil de kendinden emin ve yönetmeye alışkın bir çoğunluk oluşturduğu bir toplumda İslamofobi gerçekten mümkün müdür? Bu sorunun siyasal önemi, İslamcı ve liberal Kemalizm eleştirisinin, İslamofobi kavramını sadece tarihsel ve ideolojik bir tartışma olmanın ötesine taşıması ve aslında ortalama bir “Kemalist” bireyin İslamofobi “hastalığından” mustarip olduğunu ileri sürmesinden kaynaklanır. Tabii burada “Kemalist”, bir şekilde başı dinle hoş olmayan ve kendini modern değerlere referansla tarif eden tüm bireyleri kapsayan bir “bulut uygulaması” olarak düşünülmektedir. Bu açıdan bakınca, yaşam tarzı kaygıları taşıyan birinden, kendini Alevi olarak tanımlayan bir yurttaşa veya Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş’a kadar uzanan bir çizgideki insanları, çok farklı eğilim ve düzeyde Kemalizm ile çatışsalar bile, “Kemalist” olarak adlandırmak mümkünmüş gibi duruyor. Sözün özü, insanların paylaştığı ortak alanı dinden arındırmayı ve hayatıyla ilgili seçimlerin kendi kararına bırakılmasını talep eden herkesi İslamofobik olarak damgalanmaya açık hale getirmiş olursunuz.

15 Temmuz gecesi sokağa çıkmadığı için “Kemalist” veya “İslamofobik” olmakla eleştirilen insanların ahvalini bu şekilde özetlemek mümkün. İçinde bulunduğumuz döneme buradan bakınca, ne devletin resmi ideolojisi olarak Kemalizmden ne de İslamcı siyasetin muarızı olan herkesin İslamofobik olduğundan söz edemeyeceğimizi rahatlıkla görebiliyoruz. Aslında Kemalizmin Cumhuriyet tarihi boyunca gösterdiği genel eğilim, İslam'ı bastırmak değil, onun toplumsal değer hiyerarşisi içindeki konumunu değiştirmek yönünde olmuştur. Birini fobik olarak “teşhis etmek” için, onun İslam'ın verili durumundan hoşnutsuz olduğunu veya tedirginlik duyduğunu söylemek yetmez, aynı zamanda bu duygularını “Müslüman” bireye bir baskı ve dışlama gerekçesi olarak yansıtmış olduğunu da belirlemiş olmanız gerekir. Bu minvalde, Kemalist söylemin merkezi argümanlarından olan “irtica geliyor” korkusunun da, kaynağı İslamofobide yatan bir patoloji olmadığını, pozitivist ve ilerlemeci bir din eleştirisinin İslam karşısında baskıcı bir karakter kazanmasıyla ilgili olduğunu eklemekte yarar vardır. Türkiye tarihinde öyle söylendiği gibi “baskılanmış” veya kolektif bilinçdışına bir korku nesnesi olarak itilmiş bir İslam olduğunu söylemek son derece abartılıdır. Dolayısıyla İslam’ın siyasal alanda kazandığı güçten duyulan endişeyi, “bastırılmış olanın geri dönüşü” ile açığa çıkan bir korkuya bağlamak da doğru değildir. Buna karşın, Kemalizm sonrası bir evreyi temsil ettiği söylenen “yeni Türkiye”de, halen iktidar eleştirisini Kemalizmin İslamofobik olduğu üzerinden yapmanın anlamıysa gayet açıktır: İslamcılığı eleştiriden muaf kılmak ve sekülerleşmeyi İslamofobiye eşitlemek.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.