YAZARLAR

Haklı olmak, haklı çıkmaya çalışmak, konuşamamak...

Herkesin haklı çıkmaya çalıştığı bir yerde, konuşmak/tartışmak mümkün değil. Marazi bir durum bu. Ve tabii, nesilden nesle miras kalan bir maraz. Bunlar üzerine hep birlikte kafa yorarsak, belki memlekete dair daha makul değerlendirmeler de yapabiliriz. Ezcümle muhterem okur, yaşadığımız her sıkıntının sorumlusu Evanjelikler ya da Soros olmayabilir!

Lisans yıllarında, Siyaset Sosyolojisi dersine gelen hocamız Ahmet Yücekök, sanırım olgular arasındaki ilişkinin değerlendirilmesinden söz ederken şöyle bir örnek vermişti: Karadeniz’in bir köyünde Temel, kahvaltıda çayın tadını beğenmez ve hanımı Fadime’ye çıkışır, itip kakar. Artık çayın lezzeti kalmamıştır, çünkü Çernobil felaketinden sonra o bölgede satılan çayların bir kısmı dışarıdan gelir olmuştur. Bu durumda, Temel’in hanımına uyguladığı şiddetin nedeninin, Çernobil faciası olduğu iddia edilebilir mi?

Olgular arasındaki karmaşık ilişki ağını ve konuların kendine özgü yanlarını görmezden gelen her tartışma, konuşma; havanda su dövmekten farksız. Türkiye’de her gün yeni bir konu, olay ya da kişinin hararetle tartışılmaya başlanmasının, buna mukabil kesinlikle ‘tartışılamamasının,’ hiç kimsenin birbirini ‘duymaması’ ve ‘anlamamasının,’ asgari uygarlık ölçülerinin tutturulamamasının muhtelif gerekçeleri olmalı. Tarihsel, toplumsal, kültürel, dönemsel, kişisel vs. Ele alınan, gündeme gelen ve içeriğinde ‘siyasete’ ilişkin az da olsa ‘iz’ barındıran her konu, önce çoğu yalan yanlış bilgiye dayanan tarihsel referanslar arasında boğuluyor; ardından, halihazırda ‘boğulmuş’ tartışma, güncel siyasal konumlanışa göre parça pinçik edilerek bağlamından tümüyle koparılıp çöpe atılıyor. Elde var, kızgınlık ve mutsuzluk.

Herhalde bu durumun temel nedenlerinden biri, Türkiye’nin hiçbir tarihsel sorununu çözemiyor ve halının altına süpürülen her toz zerresinin, küçük esintilerde bile havalanıyor oluşu. Konunun hacmine ve yaşattığı travmanın ölçüsüne göre, kalkan tozun yoğunluğu da az ya da çok oluyor. Teokratik imparatorluğun ardından kurulan laik cumhuriyetin, en geniş anlamda ‘kuruluş’ aşamasının ‘uzun’ sürmesi anlaşılabilir; ancak günlük yaşama sirayet eden bu ölçüde bir kavga halini açıklar mı, emin değilim. Yine de olup bitenin, bir türlü ‘kurulamıyor’ olmakla ilişkisi de görmezden gelinecek gibi değil. En sıradan konunun dahi, kendiliğinden laiklik ya da cumhuriyetle irtibatlandırılmasının nasıl bir açıklaması olabilir? Kırmızı çizgiler, hassasiyetler, alınganlıklar ülkesi Türkiye. Hiçbir şeyin açıkça konuşulamadığı, bu yüzden riyakârlığın ‘haslet’ haline geldiği bir yer. İnsan, yalanla nasıl yaşar? Görmezden gelerek, görmek zorunda kaldığında da inkâr edip üste çıkmaya çalışarak, bağırıp çağırarak.

Oysa hiç olmazsa ‘konuşabilmek’ için, bunu mümkün kılacak asgari koşullar üzerinde mutabakat sağlanabilmeli. Mutabakat ise, çizgilerdeki kırmızı rengin biraz açılması, tarihsel referansların gücünün biraz azaltılmasına bağlı. ABD’de her sıradan siyasi polemiğin dönüp dolaşıp Lincoln’e vardığını hayal edebilir misiniz? Ya da 2019 İngiltere'sinde, Stuart Hanedanı sempatizanlarıyla, “ceddimiz Hanover” diyenlerin papaz olduğunu. Abartılı örnekler olduğunun farkındayım, buna mukabil memleket koşullarını biraz düşününce, çok da absürt gelmiyor aslında! Şu çağda, aklını fikrini sultanlarla bozmuş bir kesim İslamcı ya da laik olup 1930’lar Türkiye'si hayali kuran birileriyle, günümüz dünyasını konuşmak mümkün mü? Olamadığı içindir ki, herkes kendi istediğini duymak, onaylanmak, haklı çıkmak istiyor. Nasıl olduğunun pek bir önemi yok.

Yazının başlığındaki ‘haklı çıkmak/olmak’ ifadesi, Murathan Mungan’dan. Yıllar önce, TV’lere henüz sağlıklı, düşünebilen ve konuşabilen insanların çıkarılabildiği dönemde, Murathan Mungan’dan işitmiştim bu ifadeyi. Mealen şöyle diyordu: “Türkiye’de insanlar haklı olmaya değil, haklı çıkmaya çalışıyor.” Ne güzel, doğru bir söz.

Bu doğru ve trajik tespitin günümüz Yeni Türkiye medya ve sosyal medyasındaki karşılığı daha da vahim. Artık, ne pahasına olursa haklı çıkmayı istiyor ahali. Bu uğurda çiğnenmeyecek hiçbir ilke, yapılmayacak kötülük, edilmeyecek hakaret yok.

Tartışamamak ve özellikle ‘haklı çıkma’ tutkusu üzerine, en güncel bir iki örnek vereceğim. Ama önce, yine kişisel akademik bir deneyim aktarmak istiyorum.

Asistan olduğum dönemde, Anayasa Kürsüsü’nün yüksek lisans seminerlerinden biri, “AYM Kararları” adını taşıyordu. Bakmayın adının sıkıcılığına, aslında epey zevkli ve verimliydi dersler. Ben de hocayla birlikte (Cem Eroğul) derse girip bir kenarda oturuyor ve ders deneyimi kazanıyordum. Çıraklık, anlayacağınız. Hocanın ders işleme yöntemi son derece terbiye ediciydi benim açımdan. Çok teknik kabul edilebilecek bir konu hakkında sunuş yapılıyor, ardından tartışılıyordu. Hoca, kesinlikle konu dışına çıkılmasına izin vermiyordu. (Burada, yazının başında verdiğim ders örneğini hatırlayın!) Kolaya kaçıp sağa sola savrulan olduğunda, yine saha içine davet ediyor ve yalnızca o konunun enine boyuna tartışılıp ‘tüketilmesini’ istiyordu. O derslere çok şey borçluyum.

Tabii medya ya da sosyal medya, bir anayasaya dersi, memleket de akademi değil. Doğru olmasına doğru da, yine de bir konuyu tartışırken, hiç olmazsa aklı başında insanlar belli ilkeleri gözetmekte ve her şeyi birbirine karıştırmama konusunda daha özenli olabilir.

Örneğin, Fazıl Say tartışması. Fazıl Say kamusal bir figür. Erdoğan’ı konserine davet etti. Davet, icabet vs. elbette konuşulur, tartışılır. Çünkü Erdoğan’ın ifadesiyle ‘sevgili Fazıl,’ muhalif ve bir twiti yüzünden aldığı hapis cezası nedeniyle uzun süredir konserleri iptal edilen, mekân bulmakta zorlanan, çok önemli bir sanatçı. Edepsiz tepkileri boş verin; Fazıl Say’ın davranışına getirilen aklı başında her eleştiriye, “Fazıl Say önemli bir piyanist” diyerek yanıt vermekte bir gariplik yok mu? Bunun konuyla ne ilgisi var? Biri çıkıp “Fazıl Say iyi bir piyanist değil” dese, yanıt anlamlı olabilir. Fakat bunu söyleyen yok ki! Çok parlak ve uluslararası bir sanatçı, siyasi eylemi nedeniyle eleştirilemez mi? Ağır politik lafları bir yana bırakalım; bir muhalif yurttaşın ‘kalbinin kırılması’ için talimat listesine mi ihtiyaç var! Ya da şöyle sorsam: Havuz gazetelerine söyleşi verdikleri ve genellikle saçmaladıkları için ağır eleştiriye maruz kalan şarkıcı ve oyuncuların günahı, yeteri kadar ‘enternasyonal’ olamamak mı? Bir insanı, bir yandan edeplice eleştirip diğer yandan değersizleştirmemek, mesleğine ve emeğine saygıda kusur etmemek mümkün değil mi?

Yine güncel bir örnek, jeofizik profesörü Celal Şengör’ün ifadeleri. Şengör, hemen her konuda bir şeyler söylemeyi ve bizleri bıkıp usanmadan bilgilendirmeyi tutkuyla istiyor ve seviyor belli ki. Daha önce de berbat açıklamaları olmuştu. Bu kez organ bağışıyla ilgili konuşmuş ve “Elin dangalağına verip onu yaşatmanın anlamı yok,” buyurmuş. Yine küfür kıyameti bir yana bırakalım. Şengör’ün bu korkunç açıklamasını haklı olarak eleştirenler de, yukarıdaki örneğe benzer bir tepkiyle karşılaştı: “Ama Şengör çok önemli bir bilim insanı ve uluslararası tanınırlığı var.” Peki? O zaman ağzına geleni söyleyebilir mi? Eleştirenler, “Şengör jeofizikten anlamaz” mı dediler? Eleştiri ile savunma arasında nasıl bir bağ var? Bir insanın bilim insanlığını teslim edip zırvasına zırva demek, çok mu zor? Efendim, Şengör çok elitmiş, bu yüzden oluyormuş! La havle... Değerli okur, affedin, ben ‘elit’ gördüm! Akademinin kaymak tabakasının öğrencisi ve asistanı oldum. Hiç böyle saçmaladıklarına tanık olmadım! ‘Bu sözler açıkça faşizanlıktır’ demek, jeofizik mühendisliğine halel getirir mi? Nazi Almanya’sındaki gaz odalarını da değerli bilim insanları inşa etmemiş miydi? Şengör’ün ifadelerinin türediği zihniyetin bir adım sonrasının, “En iyisi o dangalaklar hiç yaşamasın ve kaynakları tüketmesin,” olduğunu görmek çok mu zor?!

Son güncel örnek de şu meşhur ‘Mustafa Kemal’ kitabı olsun. Ancak bu konuyu Diken’de yazdığım için burada ayrıca uzatmayacağım. Yalnızca şunu söylemek istiyorum: Kitap üzerine son iki haftadır kopan tartışma, yöneltilen eleştiriler ve eleştirilere yönelik siyasi ve kişisel kibirli külhanbeyi tepkiler, yukarıda söz edilen tüm tarihsel referansların nasıl güçlü ve belirleyici olduğunun kanıtı. Kitap içeriğini eleştirenlere ya da prestij baskının fiyatına tepki duyanlara verilen yanıtlar, AKP’nin nasıl olup bunca yıl iktidarda kalabildiğini de gösteriyor bana kalırsa. Bir yazar ve yayınevi, kendilerini neredeyse laikliğin ve cumhuriyetin teminatı olarak görünce... Eh, yıllardır milyonlarca oy alan bir partinin de kendisini dinin, imanın ve ‘milli beka’nın güvencesi olarak görmesine pek şaşmamak gerek! Kopan gürültü şunu da gösterdi ki, Türkiye’de Atatürk’ün dürüst bir biçimde tartışılması, konuşulması ve örneğin hakkında bir sinema filmi yapılması ihtimal dahilinde dahi değil. “Toplum buna hazır değil,” diye bir klişe vardır ya; eğer seksen yılda hazır hale gelmediyse, boşa umut beslememek gerekir.

Herkesin haklı çıkmaya çalıştığı bir yerde, konuşmak/tartışmak mümkün değil. Marazi bir durum bu. Ve tabii, nesilden nesle miras kalan bir maraz. Bunlar üzerine hep birlikte kafa yorarsak, belki memlekete dair daha makul değerlendirmeler de yapabiliriz. Ezcümle muhterem okur, yaşadığımız her sıkıntının sorumlusu Evanjelikler ya da Soros olmayabilir!


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.