YAZARLAR

Bir varmış bir yokmuş: İnsanın aradalık hali

Prof. Dr. M. Bilgin Saydam ve Klinik Psikolog Hakan Kızıltan'ın üç senedir düzenledikleri aylık psikomitoloji seminerleri İthaki Yayınları tarafından "Psikomitoloji: İnsanı Öykülerinde Aramak" adıyla kitaplaştırıldı. Saydam ve Kızıltan mitlerin kişinin kendini ve dünyayı anlamlandırma çabasındaki yerini anlattı.

DUVAR - 2015 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda aylık olarak Psikomitoloji seminerleri düzenleniyor. Her ay kendi alanında yetkin bir uzman eşliğinde mitoloji, din, sanat, felsefe, bilim, psikanaliz ekseninde insana, insanın anlam arayışına dair çok doyurucu konuşmalar yapılıyor. Herkese açık ve ücretsiz gerçekleştirilen bu seminerler geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları tarafından "Psikomitoloji: İnsanı Öykülerinde Aramak" başlığıyla kitaplaştırıldı. Ne de olsa söz uçar, yazı kalır!

Psikomitoloji çalışma grubunun kurucusu Prof. Dr. M. Bilgin Saydam ve Klinik Psikolog Hakan Kızıltan ile bireysel ve toplumsal yaşantımıza yön veren mitlerden psikoterapi sürecinin insanın öyküsünde konumlandığı yere, ölümün bilinmezliğinden insanın kendi mitini oluşturmasına kadar pek çok başlığı konuştuk.

'HER ŞEY HİKAYE'DEKİ NİHİLİST TON

Hakan Kızıltan- M. Bilgin Saydam (soldan sağa)

Sahiden “Her şey hikâye” mi?

Hakan Kızıltan: Psikomitoloji seminerlerinin sloganı olarak belirlemiştik bu başlığı. İnsanın kendine ve hayata dair bildiği (veya bildiğini zannettiği) hemen her şeyin bir “kurgu” olduğuna atıfta bulunmak istemiştik. Kurgu çünkü insanoğlu bu dünyaya nasıl tepki vereceğini içkin olarak bilmez, varlık ve eylem bilgisinden yoksundur. Aklı erdiğince, gücü yettiğince bu yoksunluğu gidermeye, eylemlerine dayanak oluşturmaya çalışır. Nitekim, masallar, mitler, destanlar, halk öyküleri, bilcümle inançlar, felsefi görüşler, türlü ideoloji ve bilimsel kuramlar varlık ve eylem bilgisinden yoksun insanoğlunun bu epistemolojik yoksunluğunu ikame etmek üzere, çoğu kez farkında olmaksızın, kurguladığı anlatılar, bir bakıma “öykü”lerdir aslında; çoğu kez öykülerinin kurgu olduğunu unutup mutlak, kendine verili hakikatler olduğunu zannetse de.

Slogandaki “nihilist” ton dikkatinizi çekmiş olmalı; kendimize, dünyamıza ve hayata dair bildiklerimiz nihayetinde bilincimizin kurguları, yani oralarda bir yerlerde ulaşıp bulabileceğimiz bir “hakikat” yok. Eğer ille bir hakikatten bahsedeceksek, insanın hakikati işte bu. En objektif sandığımız maddi gerçekliklerin (mesela karşınızdaki masanın, elinizde tutuğunuz kitabın, dokunduğunuz çiçeğin) bile beynin birer kurgusu olduğunu nörobilim ve zihin felsefesi sayesinde çoktan biliyoruz artık. Varlığımızı ve eylemlerimizi mutlak bir hakikate dayandırma ihtiyacı duyuyorsak bu kötü bir haber elbette. Ancak “Her şey hikaye!” sloganındaki nihilizm bir anlam/amaç/”ikigai” yitimine yol açmaktan ziyade özgürlük perspektifine çağrı yapıyor: Ne de olsa her şey hikaye, “çok fazla da şey etmemek lazım”!

İnsanlık tarihine yön verdiğini düşündüğünüz öykü hangisi?

H. K: İçinde yaşadığımız egemen uygarlık (Doğu veya Batı fark etmez) “tarım devrimi”yle insanoğlunun yerleşik hayata geçtiği Mezopotamya kadim uygarlığının, çağlar boyunca hegemonik temsilcilerinin el değiştirdiği, Antik Yunan-Doğu-Batı çizgisini takip eden günümüzdeki devamı aslında.

Bir başka deyişle insanoğlunun tarımla beraber doğayı maniple edebilme kabiliyeti kazandığı tarih ve coğrafya şu an insanlığa hakim uygarlığın doğayla, dünyayla, diğer hayvan ve varlıklarla ilişkilerini ve nihayet insanlar arası ilişkileri belirleyen bir arka plan oluşturuyor.

En kadim mitler bu tarihin başlangıcında söylenmeye başladı: Havva ile Adem’in cennetten dünyaya düşmesinin öyküsü, Habil-Kabil, Gılgamış vb… Havva-Adem ile asıl yurdumuzun cennet olduğunu, dünyanın bir sürgün yeri ya da yarı-açık cezaevi olduğunu, Tanrı’nın buyrukların uygun yaşarsak asıl yurdumuza, cennete dönebileceğimizi aksi taktirde dünyadan da beter bir yere, cehenneme düşeceğimizi anlatıyor ve dinliyoruz. Habil-Kabil anlatısı ile uygarlığın bir kardeş cinayetiyle, kan üzerine kurulu olduğunun farkındalığını konuşturuyoruz; taşı, toprağı, börtü böceği, hayvanı, kadını, çocuğu, kardeşi, yani birbirimizi öldürerek bu uygarlığı kurduk ve devam ettiriyoruz. Gılgamış Destanı ile ölümsüzlüğün peşinde koşmanın beyhudeliğini ve ölümlü olma gerçeğinden nasıl bir çıkış yolu türetebileceğimizi belki de ilk kez bilgece kavrıyoruz.

Bilgin Saydam: İnsanlık tarihine içkin tek bir öykü var. ‘Masal’larımız onunla başlıyor, yaşamla şekilleniyor: “Bir varmış, bir yokmuş…” İnsanın temel ‘aradalık’ hâline, yani varlık-yokluk / tamlık-eksiklik ikileminde salınımına ve bu ikilemi taşıyan zamansallığa gönderme yapan temel öykü bu. Tüm ortak ve bireysel mitler bu çekirdek yaşantının şekillenmelerinden üretilebilir. Elbette çerçeveden kaynaklanan farklı görüngüler oluşacaktır. Ama Narkissos ve Oidipus da, Medusa da, Herkules de, Buda da, Köroğlu ve Keloğlan da, Rapunzel de, hepsi bu aradalık hâlinden çıkış yollarını umarsızca arayan mit ve masal kahramanları: İnsan olmanın gereği ve görevi bu…

'KİMLİKLER 'UYDURULAN' VE AKTARILAN ÖYKÜLERLE OLUŞUR'

Bilgin hocam kitaptaki yazınızda “mitsiz insan ve mitsiz kültür yoktur” diyorsunuz. Kişi kendi mitini nasıl bulur ve oraya nasıl yerleşir?

B. S: İnsan kendisini, öykülendirerek şekillendirir (homo narrans). En geniş anlamıyla psikomitoloji, insana ait -bireysel ya da ortak- tüm öyküleri kapsar; hepsine -evrensel- gerçeklik atfeder. Bireysel ya da sosyokültürel tüm kimlikler 'uydurulan' ve aktarılan öykülerle oluşur ve dönüşürler.

Mitoloji, özünde psikomitolojidir: Psikomitolojinin materyali, insanın ve insanlığın öyküsü, daha kesin bir ifadeyle, insan zihninin ve onun öznesi olan bilincin oluşum ve gelişim sürecidir. Psikomitoloji, 'yöresel'de 'evrensel'i, 'tekil'de 'tümel'i yakalama kaygısı içinde, evrenin yaratılışını ve insanlık tarihini, özne-kahramanın, 'bilinçdışı ile bilinç', 'madde ile mânâ', 'doğa ile tin', 'dişil-ilke ile eril-ilke' aradalıklarının çekim alanlarındaki eylemleri olarak görür ve yorumlar.

Birden çok mitin içine doğarız. Özgün hikâyemizin oluşumu ve açılımı boyunca, doğada ve kültürde içkin mitler birbiriyle karşılaşır, çatışır ve uzlaşır. Uzay ve zaman içindeki biricikliğimizi, yani özgün mitimizi oluşturan, işte bu çok sayıdaki mitin sadece ve sadece bizim varlıksallığımız ve zamansallığımızda bu şekilde karşılaşmasının mümkün olduğu gerçeğidir. Kendi başına ve kendi için(de) yalıtılmış bir benlik mevcut değildir. Benlik ya da özne, biyolojik varlıksallığımda buluşan ve eyleşen ‘madde’nin ve ‘mânâ’nın mitlerinin izdüşümüdür. Öznesellik, dolayısıyla öznel ve özgün mit bir ‘ihtiyâri’ kurgudur; bu kurguyu, yaşamı(mızı) anlamlandıran tek gerçek olarak işlediğimiz sürece insan oluruz. Kendi mitimizi kendi öznelliğimizce şekillendirdiğimiz yanılsaması bizi özgün hissettirir, kendimize ve dünyaya karşı sorumlu kılar. Bu özneselliğin bir yanılsama olduğunu bilmemize rağmen, sorumluluğunu üstlenerek olabildiğince zenginleştirme ve güzelleştirmeyi seçmemiz ve -zaman zaman kuşkuya düşsek de-bu konudaki ısrarımız bizi ‘özgür’ kılan şeydir. Evet, yaşamlarımızı geriye doğru sebep-sonuç ilişkilerinde izlersek, görürüz ki, öznesellik bir yanılsamadır; ama uğrunda yaşamayı seçtirecek kadar güzel -ve meşakkatli- bir yanılsamadır.

“Psikoterapi” süreci için kişinin içsel mitini anlamlandırma çabası diyebilir miyiz?

H. K : Hepimizin kendimize, diğer insanlara ve hayata dair ruhumuza işlemiş, ruhumuzu şekillendirmiş mitleri var. Modern psikanalitik kuramda içsel nesne ilişkilerine denk düşer bu. Tüm yaşantıları, ilişkileri bu içsel mitler aracılığıyla anlamlandırıyor, duygulanıyor ve tepki veriyoruz. Hepimiz biyolojik birer varlık olarak bir anlam denizine, mitlerin, öyküler yumağına doğuyoruz ve biyo-kültürel birer varlığa dönüşüyoruz. Söz konusu içsel mitler ağırlıklı olarak anne-babalarımızın, spesifik bir toplumun, genel insanlığın mitleri tarafından biçimleniyor aslında. Bazı mitler geliştirici, yaratıcı ve mutluluk getirici, iyimserlik, destek, umut içeren kutba yakınken bazıları tıkayıcı, boğucu, karamsar, ürkütücü, düşmanlarla dolu kutba yakındır.

Psikoterapi sorun ve mutsuzluk üreten içsel mitlere dair kişinin farkındalık ve mesafe kazandığı bir süreç. Dahası var elbette; psikoterapi sürecine giren kişi yaratıcı ve dönüştürücü büyük bir mitin içine girmektedir aslında. Psikoterapi insanın farkındalıkla dönüşebileceğine inanan iyimser bir mittir. Terapideki kişi bu kapsayıcı terapötik mit içinde kendini, insanları, hayatı anlatırken içsel mitlerini dile getirir. Bir süre sonra düşüncelerini, duygulanımlarını ve eylemlerini belirleyen farkındalık alanı dışındaki patolojik/patojen mitlerin ayırdına varmaya başlar. Farkındalık adeta mucizevi bir biçimde kişiyi mutsuz eden içsel mitlerin etkisini kıran/hafifleten gerçekçi, iyimser, yaratıcı ve iyicil mitlerin belirmesine imkan sağlar.

Psikoterapistin bu süreçteki rolünü unutmamalı. Terapist tüm bu sağaltıcı süreci idare eden, gözeten, terapötik mitin taşıyıcısı ve uygulayıcısıdır; kendine, insana, dünyaya, hayata ve mesleğine dair yaratıcı ve iyimser mitleri olan bir uygulayıcı….

'MİTOJEN VE MİTOLOJİK ATALARININ ÖYKÜLERİNDE BİREY KENDİNİ BULUR'

Carl Gustav Jung, “Artık elinde mitolojinin anahtarı var. Ruhun tüm kapılarını açmakta özgürsün” der. Dış öykülerden iç öykülere sizce nasıl bir yol var?

B. S: Mitlerde 'bireysel' ve 'evrensel' örtüşürler. Evrenin ve insanın yaratılış öyküsünde, mitolojik kahramanların maceralarında, 'en' bireysel gelişim öyküleri de dile getirilmiş olur. Mitojen ve mitolojik atalarının öykülerinde birey kendi kökenini bulur. Her insanoğlu / kızı (bilinçlenme serüveniyle) bir mit kahramanıdır. Birey özgün yaşam yolunda yürürken, kendi bireysel mitini de oluşturur. Ancak özgün bireysel mitini şekillendirirken, mitlerin 'zamansız / zaman ötesi geçmiş'inin kahramanlarının çabalarını, çatışmalarını, yengi ve yenilgilerini kendi zaman ve uzamında tekrarlamış olur. Ancak kahraman taklit etmez; gerçek kahramanlar, önerilen verili mitlerin ötesine geçme cesareti gösteren, boşlukta ‘yeni’yi inşa etmeye hamle eden aykırı zihinlerdir. Yaşamımızı başından sonuna ‘kahraman’ niteliğinde sürdürmek mümkün değildir. Doğanın ve kültürün hazır kalıplarında taşınmak, akıntıya kendimizi bırakmak hem daha rahattır hem de doğanın ve kültürün nesnesi olarak varlıksallığımızın onaylanması, özne olarak ayrışmamıza gerekli güç ve enerjiyi sağlar.

En temel varoluşsal gerçekliklerimizden biri şüphesiz ki “ölüm”. Kitapta kaleme aldığınız “Endiku’nun Uykusu” başlıklı yazınızda ölüm meselesine ve bu meselenin dilde nasıl belirlendiğine dikkat çekiyorsunuz. Ölümün bilinmezliği ve bu bilinmezliğin getirdiği tedirginlikle baş etme noktasında öykülerden nasıl bir yardım alınabilir?

H. K: Enkidu’nun Uykusu’nda uyku ile ölüm arasındaki çift yönlü eğretilemeyi Gılgamış Destanı’ndan Yunan mitolojisine, tek tanrılı dinlerden günümüzde gazetelerdeki ölüm ilanlarına dek tarihsel perspektiften ele almaya çalışmıştım. Kültürel örneklerinde rast geldiğimiz üzere ölüm uzun bir uykuya, uyku ise küçük bir ölüme benzetilmiş hep.

Yazının daha derindeki önermesi şuydu: Fenomenal dünyada yaşantılanan hiçbir şeye benzemeyen, herhangi bir deneyime eğretilenmesi mümkün olmadığı için simgesel düzlemde temsili imkansız ve dolayısıyla anlaşılmaya mutlak biçimde kapalı olan ölümün mutlak deneyimsel boşluğu o denli dehşet uyandırır ki yaşantısal metaforlarla apar topar kapatılmaya, can havliyle örtbas edilmeye çalışılır. Zihnin metaforik işleyişi sayesinde, bir yok-varlık olarak ölüm bilinçte hemen her zaman bir yaşantısal deneyime tercüme edilmek suretiyle anlam kazanır; bir tür kayıp ya da dünyevi mekânın ve zamanın terk edilmesi, kavuşma ya da ayrılık veya bu dünyada yaşanan tüm ıstırapların, çekilen tüm acıların ardından en nihayet erişilen huzur ya da derin bir uyku olarak. Dahası, en kötü yaşantı bile (cehennemde azap çekmek örneğin) hiçliğin dehşetine tercih edilir.

Genelde mitler, teolojik ve spiritüel anlatılar bizi bu dehşetten koruyucu bir işlev görürler; ölsek bile bir biçimde yaşamaya devam edeceğimizi, bir ruh ya da bir enerji formu olarak veya reenkarnasyon yoluyla başka bedenlerde tekrar tekrar dünyaya gelerek varoluşumuzu bir biçimde sürdüreceğimizi ama asla bir hiç olmayacağımızı telkin eder. Ancak her yadsımanın kaçınılmaz bir bedeli olduğu unutulmamalı. Ölümlülüğün metoforik inkârı insanı kronik korkuya ve çocuksu kaçınmacı davranışlara ve ritüellere hapseder. Bizi büyütecek olan teselli öyküleri değildir; bizi büyütecek olan bu dünyada süreli mevcudiyetimiz olduğunu ve bir gün hiç olacağımız gerçeğiyle yüzleştiren farkındalık öyküleri olacaktır.

Bu öykülerin içimizi karartan öyküler olması gerekmez; zira bir gün hiç olacağımız gerçeği ille yaşamın değerini eksiltmez, anlamını boşaltmaz, bilakis ölümün zifiri karanlığıyla çeperlenmiş yaşam sahası tüm ışığı ve görkemiyle daha bir görünür hâle gelebilir. Geri dönmemecesine yitip gideceği iyice bilinç yüzüne çıkan yaşam daha bir kıymetlenir, daha bir neşelenir; bu mümkün.

M. Bilgin Saydam

Psikiyatr ve psikoterapist. İstanbul Tıp Fakültesi 1980 mezunudur. Zürih Üniversitesi’nde nörofizyoloji alanındaki doktora çalışmasının ardından, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları uzmanlık eğitimini İsviçre’de tamamladı. 1989’dan bu yana İ. Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesidir. 2004-2007 yıllarında İTF Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanlığı ve 2009-2015 arasında iki dönem İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Dekanlığı görevlerini yürütmüştür. İlgi ve çalışma alanını ‘psikomitoloji’ şemsiyesi altında psikodinamik psikoterapiler, psikoterapi felsefesi ile kişilik örgütlenme ve bozuklukları oluşturmaktadır. İTF Sosyal Psikiyatri Servisi (SPS: 1989), İTF Psikoterapi Polikliniği (PTP: 2017) ve İstanbul Psikomitoloji Çalışma Grubu’nun (www.psikomitoloji.com) kurucusu olan Saydam’ın daha önce Deli Dumrul’un Bilinci / ‘Türk-İslam Ruhu’ Üzerine Bir Kültür Psikolojisi Denemesi (Metis Yayınları, 1997/2017; 4. baskı) ve Ara’f’dalıklar / İnsanın Hâlleri ve Eylemleri: Psikomitolojik Çözümleme (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2017) başlıklı eserleri yayımlanmıştır. Kişilik ve Psikoterapi Yazıları (Alan, 2000), Hekimin Filozof Hâli (İthaki, 2018; 2. baskı) ve Psikomitoloji: İnsanı Öykülerinde Aramak (İthaki, 2018) kitaplarının eş editörüdür.

Hakan Kızıltan

İ. Ü. Psikoloji bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Dinamik psikoterapi alanında klinik eğitim gördü. Halen İ. Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda klinik psikolog ve psikoterapist olarak görev yapmaktadır.

Psikokültürel Analiz Dergisi SURET’in editörü, PSYCHOLOGIES-TÜRKİYE Dergisi’nin Danışma Kurulu üyesidir.  Kızıltan, Hekimin Filozof Hali (İthaki Yayınları, 2018) ve Psikomitoloji: İnsanı Öykülerinde Aramak (İthaki Yayınları, 2018) başlıklı kitapların eş editörüdür. Psikanaliz, dinamik psikoterapi, narsisizm ve psikontoloji üzerine çalışan Kızıltan ilgili konularda yazmakta, bilimsel ve eğitsel çalışmalarda bulunmaktadır.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.