YAZARLAR

Ey insan, sızlanmadan insan kal!

Yakınmak çare değil. Yakınmak yerine, yılmadan direnmeye bakmalı. Başı dik olmalı insanın. Kendisine dürüstlüğün gözüyle bakma cesareti göstermeli. O duvar yazarı gibi üzüntüye rağmen kalkıp işe gitmeli. Emeğidir insanı insan kılan. Emeğe sahip çıkmalı.

Bu yazının esin kaynağı, meslektaşım, kader arkadaşım Murat Sevinç’in Gazete Duvar’daki son yazısına başlık olarak seçtiği duvar yazısı oldu: “Bizi de üzdüler, sabah kalktık işe gittik”. Ben de takıldım bu söze. Belki de tamamen farklı nedenlerle… Dünya başına yıkılıyor bile olsa sabah kalkıp işe gitmek zorunda olmak, hele de ekmeğin aslanın artık ağzında değil, neredeyse midesinde olduğu şu koşullarda şu dünya düzeninin acımasızlığının kanıtı hiç kuşkusuz. Ancak bu duvar yazısı, aynı zamanda direncin, her şeye rağmen yaşama tutkusunun da ifadesi. Üzüldüm demiyor sözün sahibi, üzdüler diyor. Üzdüler ama işte bak, yatağa çakılıp kalmadım. Yakınmadım.. Sabah kalktım, dört duvarımı yıktım, işe gittim. İşte bu sızlanmadan hayata tutunma ısrarı, insanı ayakta tutan, insanı insan yapan şey değil mi?

Her gün hepimizi üzüyorlar artık. Haksızlıklar diz boyu. İnsanı şaşkına çeviren bir hızla neredeyse sektirmeden her gün birkaç tane adaletsizlik örneği yaşıyoruz. Süreğenleşmiş adaletsizlikler var üstüne üstlük. Hepsini biliyorsunuz, tek tek saymaya gerek yok. Hukuku katleden mahkeme kararlarıyla, olmadık nedenlerle içeride tutulan politikacılar, gazeteciler, sanatçılar, öğrenciler… Yargılanmaları bile abesle iştigal olduğu halde hapis cezasına çarptırılan barış akademisyenleri… Her gün kriz bahanesiyle işsiz bırakılan binlerce emekçi… Üstü örtülen yolsuzluklar, gasp edilen haklarımız… Her gün için bir haksızlıklar listesi oluşturmaya başlasak, gün biter, güç biter de liste bitmez. O haldeyiz. Bence zaten artık yurttaş değiliz.

Ama yakınmak çare değil. Politikacılarımızın durumu tarif etmekten öteye geçemeyen nutukları da çare değil. Demokrasi, cumhuriyet, sömürü, emperyalizm, teröre karşı mücadele, ulusal bütünlük, toplumsal adalet, hukuksuzluk…. Politikacı nutuklarını süsleyen, anlamlarını tamamen yitirmiş, üç beş boş söz artık bunlar. Seçimlere yaklaşırken bunları daha çok duymaya başlayacağız. Hayata dair hiçbir şey söylemeyen, insanların deneyimlerine asla dokunmayan bu boş nutukları atan politikacıların sesleri bizi yine serseme çevirecek. Durup düşünemeyeceğiz. Sakince kendimizle kalıp şöyle bir durum muhasebesi bile yapamayacağız. Anlayamayacağız gene ne olup bittiğini. Kısır hesapların arasında sıkışıp kalacağız. Ötekine etten kandan insan gözüyle bakamayacağız. Hayatımıza değmeyen, bizi çok da iplemeyen politikacıların sesleri, medyada boy gösteren uzman geçinenlerin sözleri boğacak kendi aklımızın, vicdanımızın sesini. Hayata baksak, dürüstçe bakmayı denesek görebileceklerimizi onların çektiği perdenin ardında yitireceğiz. Kamuoyu yoklamalarının insan hayatını yüzdelere indirgeyen dili hakim olmaya başladı bile gündeme. Bir süredir krizin sonuçlarını da enflasyon oranı, döviz fiyatı, işsizlik yüzdesi gibi niceliklerle değerlendirmiyor muyuz? Oysa kriz, bir deneyim değil mi? Krizi yaratan da, krizden nemalanan da, krizle açlığa mahkum olan da bütün ilişkileriyle insan değil mi? İnsanı görmüyoruz.

Yakınmak çare değil. Yakınmak yerine, yılmadan direnmeye bakmalı. Başı dik olmalı insanın. Kendisine dürüstlüğün gözüyle bakma cesareti göstermeli. O duvar yazarı gibi üzüntüye rağmen kalkıp işe gitmeli. Emeğidir insanı insan kılan. Emeğe sahip çıkmalı. Haksızlıklara karşı çıkabilmeli. Selahattin Demirtaş direnciyle yargıcının taa gözünün içine başını eğmeden bakarken lafını esirgememeli. Savunma yaparken bozuk düzenin yargıcı olabilmeli. Uğur Mumcu olmalı, ölümün tehdidini ensesinde hissederken bile yazmalı dürüstçe. Sızlanmadan insan kalmalı, çünkü temel mesele insan olmak Rosa Luxemburg’un sürekli şikayet eden bir arkadaşına hapishaneden öfkeyle yazdığı mektubunda söylediği gibi:

“O halde, insan kalmaya bak. Temel mesele insan olmak. Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir. İnsan olmak demek, gerektiğinde tüm hayatını seve seve ‘kaderin büyük terazisine’ koymak, fakat aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir.” (i)

(i) Annelies Laschitza, Rosa Luxemburg, Her Şeye Rağmen, Tutkuya Yaşamak, çev. Levent Bakaç, Yordam, 2010.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.