YAZARLAR

Sorun yatay-dikey değil, siyasi irade!

Amsterdam'daki başarı, bulunduğu coğrafyanın kültürel iz ve alışkanlıklarını modernist bir projenin imgelem gücü ve iddiası ile buluşturabilmesinde yatıyor. Galiba bu yüzden Türkiye coğrafyasında yoğun toplu konut ve bir arada yaşama projeleri ya vasat denebilecek düzeyde kalıyor ya da sadece yüksek gelir gruplarının kendilerini kapattıkları rüküş gettolara dönüşebiliyorlar.

“Hatalıydım, yanıldım, kandırıldım, ihmal ettim” gibi kelimeler muktedire aittirler. Sadece sözlüğün efendileri, bu ve benzeri kelimeleri çekinmeden kullanabilirler. Özeleştirileri, eksiği ortaya koymaz. Eksiğin asıl işlevi, kendi gücünün tekrar ilamı ile eleştiri alanının bile sahibinin kendisi olduğunu göstermesidir. Diğer türlüsü, yani akla ilk geleni, biat eden, teslim olan, boyun eğene aittir. Mütevazilikten kaynaklananına ise çok nadir rastlanır.

CB Erdoğan, “özeleştiri yöntemi”ni siyasal alanda ve retoriğinde en çok kullanan siyasetçi. Buna defalarca şahit olduk. Şimdi de, bir süredir “dikey değil, yatay mimari” diyerek, şehircilik konusunda kendisinin özeleştirisini yapıyor; bu konuyu ihmal ettiğini açıkça söylüyor. 31 Mart Yerel Seçimleri’ne yaklaşıldıkça, yatay mimariden ne kastedildiği daha açık tarif etmeye başladı. "Yahya Kemal, şehirlerimizi nasıl anlatıyor? ‘Ecdat, bir yere önce mescidini yapar, yanına hamamını kondurur, yakınında da mezarlığı. Solmayan ve tevhidin temsilcisi olan selvileri diker ve sonra bunların etrafına evlerini inşa ederdi. Böylece toprak imana gelir' diyor.” sözleriyle anlatıyor Erdoğan, ardından da retorik icabı “Şimdi böyle bir anlayış var mı?" diye soruyor.

Ben yine de inatla cevaplayacağım. Hayır, yok, olamaz, hiç olmadı da. Yahya Kemal Beyatlı’nın yaşadığı 1884 – 1958 yılları arasını düşünelim. Koca bir dünya imparatorluğunun Batı karşısında çöküşüne ve yerine modernlik denilen, eski dünyanın tüm norm ve ilkelerinin yok olduğu bir dünyanın kuruluşuna şahit oldu. Sarsıcı bir deneyim olmalı, unutmak zorunda kalmak ve yerine hiç de tanıdık olmayan pratikleri ve biçimleri koymak. Bir şairin kırılganlığı ile yitirilmiş bir geçmişe sığındı, nostalji duygusunun altında ezildi ve kelimeleri ile “ideal bir dünya” ya da “altın bir çağ” kurdu. Beyatlı’nın geçmişe duyduğu özlem bile modern bir duyguydu.

Bu arada Erdoğan, suçluyu da bulmuş: ”Uzunca bir süredir tüm yerleşim yerlerimizde yatay mimari konusunda ısrar ediyorum. …Bu kapitalizm nelere muktedir: Deniz kenarlarını orman alanlarını betona çevirme gayretinde olanlar var. Orman morman ne var ne yok kesiyor atıyor oraya, dikey mimari yapayım oradan da malı götüreyim, yapılan iş bu. Doğa şöyle olmuş böyle olmuş umurunda değil… Çevre ve Şehircilik Bakanıma da söylüyorum, kimsenin gözünün yaşına bakmayacaksın, yıkmaksa yıkacağız.”

Ancak suçludan tekil bir özneymiş gibi bahsederek aslında onu öznesizleştiriyor ve her şeyin yatay mimari ile çözebileceğini sanıyor. Tabii ki, değişen hiçbir şey olmayacak. En fazla bu konsepte dayalı, yeni ve lüks konut siteleri inşa edilebilir. Ama millet bahçeleri ve millet kıraathaneleri ile birleşerek inşa edilen bir söylem, siyasal alanda yerel seçimler öncesi muhalefetin eleştirisini daha baştan büyük oranda sınırlayacaktır. Sözlerinin, 17 yıllık iktidarı sırasında kurduğu “inşaat imparatorluğu” ile olan çelişkisinin sırrı ise yazının ilk paragrafında gizli.

Erdoğan’ın ”yatay – dikey” eleştirisinin manasızlığına hiç girmeyeceğim. Türkiye’de bugün kentlerin artık yaşanmaz yoğunluğunu anlatan 250 yıllık sıkıcı akademik bir hikayeye de değinmek istemiyorum. Onun yerine ayakları yere basan, 20 yıl boyunca gözlerimin önünde yavaş yavaş şekillenen ve her aşamasını ilgi ile izlediğim Amsterdam eski liman bölgesinin, nasıl bir konut bölgesine dönüştürüldüğünün hikayesini anlatacağım. Bu aynı zamanda mimarlığın basitçe “İç mi dış mı; yatay mı, dikey mi?” olmadığının hikayesidir.

ESKİ LİMAN BÖLGESİNİN GELİŞİMİ: AMSTERDAM

Hollanda, modernizmin yaşanılır yeni bir dünya kurma iddiasının modernleşmenin yıkıcılığı ile uzlaştığı nadir ülkelerdendir. Bir yanda modern dünyanın hemen yanı başında, tüm sarsıcı modernleşme süreçlerini barındırırken, diğer yanda modern dünyanın ilk bakışta kavranamaz değişkenliği içinde her şeyin planlandığı, ilk kastedildiği şekliyle yapılmasının mümkün olabildiği bir yer.

Amsterdam’ın doğusundaki liman bölgesinin, 70’lerde okyanusa daha yakın bir yere taşınması ile beraber eski liman bölgesinin yerleşim alanı olarak kullanılmasına karar verilmesi de böyle bir hikayeyi barındırıyor. Bölge, planlama ve inşaat sürelerini de kapsayan 25 yıllık bir dönüşüm projesi ile bugünkü halini alıyor. İlk konutlar 1988’de, tüm proje ise 2000’li yılların başlarında tamamlanıyor.

Eski liman bölgesi. Soldan sağa Borneo, Sprenburg ve KNSM Adaları; KNSM’in arka ucu Java olarak adlandırılmaktadır.

Tüm sürece daha en başından karar veriliyor. Plan işleri yavaşlatan, engelleyen bir sorun değil, sınırları çekerek işleri hızlandıran bir araca dönüşüyor. Plan ve verilen kararlar siyasi iradenin her değişmesinde yeniden kurgulanmıyor, inanılmaz bir süreklilik içerisinde çeyrek asır boyunca adım adım gerçekleşiyor. Dönemin belediye meclisinin verdiği en önemli karar bölgenin seyrek yoğunlukta bir altkentleşme alanı olarak değerlendirilmeyerek, kentin genişleme alanının bir parçası olarak yüksek kent yoğunluğunu barındıracak bir yerleşme planı mantığının kabul edilmesi. Bu ise hektar başına 100 konut demek.

Aslında kentin dışında bu kadar yoğun bir yerleşme kararının alınması Hollanda gibi toprağın miktarının sınırlı olduğu bir ülke için gayet anlaşılabilir bir durum. Toprak, hazır verili bir meta değil. Doğadan kazanılması gereken, fiziksel olarak üretilen bir nesne. Eski liman bölgesinin 313 hektarlık alanı, insan eliyle yaratılmış yapay adalar. Sadece bu durum bile projeye ütopik bir boyut, en soyut hali ile modernist bir nitelik kazandırmaya yetiyor.

Hektera 100 konut, yeşil alanlara engel değil.

Genel planlama kararları ve kentsel projeyi hazırlayan “West 8”den sonra, her yapı adası ya da parsel farklı bir mimara veriliyor, çeşitliliğin artması sağlanıyor. Böylelikle ortaya bir nevi mimarlık müzesi çıkıyor.

KNSM ve Java adaları ile Borneo ve Sporenburg yarımadaları, yoğunluk kriteri dikkate alınarak üç farklı yerleşme yaklaşımı ile planlanıyor. KNSM adası büyük tek yapıların dizildiği, Amsterdam’ın pek de alışık olmadığı bir anıtsallıkla yeniden üretiliyor. Java adasında eski kentin bitişik nizam kanal evleri tekrarlanıyor. Borneo ve Sporenburg yarımadaları için ise az katlı ve yüksek yoğunlukta bir yerleşim anlayışı seçiliyor.

Bu üç farklı yaklaşım içinde sınırları en çok zorlayan, özgün çözümler gerektiren yer Borneo ve Sporenburg yerleşmesi. Her iki yarımadada, birinde dört diğerinde iki konut sırası birbirlerine paralel olarak yarımadalar boyunca uzanıyorlar. Modernist bir projenin soyutluğu ve biraz da pervasızlığı ile bu sıralar yarımadaların kara ile bağlandığı noktalardan başlayıp, önemli bir kesintiye uğramadan denize kadar uzanıyorlar ve başladıkları gibi aniden bitiyorlar. Konut sıraları sanki üstünde bulundukları kara parçasının yapay olduğunu ve sonsuza kadar gitme ihtimallerini hatırlatırcasına başladıkları gibi aniden, insanı hazırlamadan bitiyorlar. Tüm bu sıraların ortalarında ise gökten düşmüş meteorlar gibi duran iki büyük apartman bloku bulunuyor. Bu bloklar sayesinde yoğunluk dengeleniyor.

Konut sıraları yaklaşık 4x9x15 metre boyutlarındaki bir hacmin ve buna uygun bir parselizasyonun yan yana gelmesi ile oluşuyorlar. Her şey, bu ölçünün içinde oluyor. Biteviye uzayıp giden, yaklaşık dört metrelik dar cepheli, üç katlı ve 15 metre derinliğe sahip parsellerin her birinde tek bir konut bulunuyor. Modernist bir soyutlamanın sıkıcı, bu anlamda sınırları zorlayan, renksiz bir örneği olabilecekken, Borneo ve Sporenburg bir anda her adımda insanın şaşkınlıkla gezdiği, söz konusu yoğunluğun insanı boğmadığı, Hollanda’nın yüzyıllar boyunca kısıtlı alanda, bir arada yaşama kültürünün kendisini burada tekrarladığı keyifli bir yere dönüşüyor.

Sporenburg Eiland

Anahtar kelime permütasyon. 4x9x15 boyutlarındaki hacim ve bunun sağladığı parselizasyon pek çok yerde bu imar durumunun yarattığı sıkıcı, yeknesak bir çevre olabilecekken burada mimarlık ve tasarım eylemi bir çözüm olarak permütasyonu kullanarak bu sorunu aşmaya çalışıyor. 4x9x15 her defasında yeni bir imkan sağlıyor. Tanıdık bir modernist imge olarak bahçeler yukarı, teraslara taşınıyor ya da kimi noktada ritm dolu ve boş olarak devam ediyor, yan bahçeler oluşuyor. Her teras bahçe yüksek yoğunlukta yerleşmenin getirdiği kısıtlama ve kendi özel, açık kullanım alanı ihtiyacının çözümü oluyor; kanal manzarasına yukarıdan bakma imkanı sağlıyor. Katlar pasta dilimleri gibi birbirlerini tekrar eden planlardan oluşmuyorlar. Kimi yerde zemin, cadde kotu önemsenmez ve kapalı bir garaj olarak değerlendirilirken, kimi yerlerde evlerin büyük camlı oturma alanları doğrudan sokağa açılıyorlar. 15 metre derinliğin getirdiği iç mekanlara doğal ışık sağlama gereksinmesi iç avluların, ışık kuyularının yapıldığı bir kesit zenginliğine dönüşüyor. Böylelikle sokaktan konutların içerisine doğru gelişen, adım adım kendisini gizleyen, iç avlu ya da teras bahçeleri ile desteklenen kademeli bir iç yaşantı kurgusu ortaya çıkıyor.

Farklı mimarların Sporenburg ve Borneo için kütle çalışmaları

Burada sorulması gereken kritik soru şu: Aslında ne oluyor da başka yerde bir felaketle sonuçlanabilecek bir modern yerleşme kararı burada başarılı olabiliyor? Düşüncem şu: Soyut bir imkan olarak sunulan her modernist projenin temel başarısızlığı kültürü, coğrafyayı, yaşama pratiklerini aslında dışlaması, topluma ve onun kendisini yeniden üretme pratiklerine tıpkı yarattığı nesneler gibi sadece basit bir kurgusallıkla yaklaşması. Buradaki başarı, bulunduğu coğrafyanın kültürel iz ve alışkanlıklarını modernist bir projenin imgelem gücü ve iddiası ile buluşturabilmesinde yatıyor. Galiba bu yüzden Türkiye coğrafyasında yoğun toplu konut ve bir arada yaşama projeleri ya vasat denebilecek düzeyde kalıyor ya da sadece yüksek gelir gruplarının kendilerini kapattıkları rüküş gettolara dönüşebiliyorlar.


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.