YAZARLAR

Kolin havalimanından niye çekildi?

Kolin’in 3. havalimanı ortaklığından çekilmesi, önümüzdeki sürece dair ilginç ipuçları veriyor. Zira bu kararı TÜSİAD Başkanı’nın “aynı trende olmamız, aynı yöne gittiğimizi göstermez” sözleriyle birlikte okumak lazım. Her iki olay da 31 Mart sonrası ekonomi politikasında mecbur kalınacak değişikliğe dair ilginç ipuçları veriyor.

Başlıktaki sorunun yanıtının gizli saklı bir yanı yok. Hatta cevabı bir yıl önce Kolin’in sahibi Naci Koloğlu’nun kendisi verdi. 2017 yılının Aralık ayında Capital dergisindeki röportajında, “Her ne kadar parayı taahhüt işlerinden kazansak da, uzun vadede taahhüt her zaman riskli. O nedenle çok uzun devam etmemek lazım… Sonra sanayi mi olur, enerji mi bakacağız” diyordu.

Hazine garantisi sayesinde, en azından kağıt üzerinde, daha yıllarca yüklü miktarda para kazanma şansı varken Kolin’in havalimanından çekilmesi, sürpriz bir gelişme elbette. Zira, önüne ihalelerden dokunmuş kırmızı halıların serildiği bir patronun, tencereyi dibine kadar sıyırmadan masadan kalktığı pek görülmüş şey değildir. Ne var ki Cem Uzanların, Dinç Bilginlerin, Murat Demirellerin hikayesi de kamunun cömertliğinin siyasetin himmetiyle sınırlı olduğunu bir köşede hatırlatıp durur.

Peki Kolin de sonunu benzer mi gördü? Bunu söylemek kehanet olur, ama ‘yandaş sermaye birikimi’nin kurallarını iyi bildiği muhakkak. Nitekim, ‘taahhüt riski’ ve ‘sanayi planı’ cümleleri, önümüzdeki süreçte okuyacağımız ilginç senaryolara dair güçlü sahneler sunuyor.

Nasıl mı? Elazığ’da başlayan peri masalını kısaca hatırlayalım…

10 yıl önceye kadar ciddi bir yatırımı bile yoktu. DSİ’deki mühendislik görevinden ayrıldıktan sonra Elazığ’da 1977’de Kolin İnşaat’ı kurdu. İlk ihalesi Elazığ PTT’sinin otomatik telefon santrali binasıydı. Van Merkez Bankası şubesi, Malatya’da lokomotif atölyesi, birkaç küçük sulama projesi derken, arada iflas dahi etti. Yaptığı ilk özel yatırım ise 2008’deki Akköy santralıydı. Buna karşın Cengiz ve Limak ile ortak dört bölgenin elektrik dağıtımını almasının ardından HES ihaleleriyle yıldızını parlattı. Asıl zirve 3’üncü havalimanı ve Kuzey Marmara Otoyolu’ydu. Bugün cirosu 2 milyar doları aşıyor. Devletten aldığı ihalelerin toplamı da 41 milyar doları buluyor.

40 yıllık şirketin 10 yıl içinde hızla bir deve evrilmesinin ardında sahibinin de ‘çok riskli’ dediği kamu ihaleleri yatıyor elbette. Sorun da burada başlıyor işte. Milyarlık servete hükmetmekle, milyarlık şirket olmak arasındaki derin fark, peri masalının sonunu da değiştiriyor. Mevcut konumunda mutlu son, ‘himmet-minnet diyalektiği’ne o kadar bağlı ki, sadece devlet ihaleleriyle büyüyen şirketlerin geçmiş pratiği hayırlı örnekler değil. Dolayısıyla Kolin’in ani kararını, bir yıl önceki makas değiştirme özlemiyle beraber değerlendirmeli.

‘EKONOMİ ELİTİ’ OLMAK

Kemal Can’ın Gazete Duvar’da 9 Ocak’ta yazdığı yazıdaki bir tespit, Kolin’in kararına ışık tutacak nitelikteydi. AKP’nin sürekli ‘yıkarak’ fiili iktidar alanı açtığını fakat bunun bir inşa faaliyetine dönüşmediğini söylerken, “saldırı altında tutulmasına rağmen ele geçirilemeyen kültürel alan”ı ve “büyük kaynak transferlerine rağmen ana aktörleri kolay değişmeyen ekonomi elitleri”ni işaret ediyordu. İktidar mimarisinde işleyen kadim bir yasanın zarifçe ifadesiydi bu: Büyük sermayenin ihtiyaçları mı, yandaşın gönendirilmesi mi? Her ikisini birden yürütmek maharet ve kaynak ister, ki AKP’nin siyasal başarısı da buradaydı.

Biraz durup, bu soyutlamayı somutlayabilecek bir başka patronun konuşmasına geçelim şimdi…

TÜSİAD’ın 7 Aralık 2018 günü yapılan yılın son istişare toplantısında Tuncay Özilhan, ekonominin Osmanlı’dan beri dış kaynağa bağımlılıkla malul olduğunu, kaynak kesildiği vakit finansal krizlerin patlak verdiğini söylüyordu. Bugünkü krizin de 2008 sonrası bol para döneminin bitmesiyle çıktığını vurguluyordu. Doğrusu konuşması, Türkiye kapitalizmini inceleyen Marksist iktisatçıların temel analizlerinin gelişi güzel araya serpiştirildiği ilginç bir metindi.

Esas vurucu noktalar ise TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik’ten geldi. Uzun konuşmasını şu sözlerle noktalıyordu: “Hepimiz aynı trendeyiz. Ancak aynı trende olmak, herkesi aynı yolun yolcusu yapmaz. Biz her zaman, demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlük ve sosyal ilerleme yolunun yolcusu olmalıyız. Tren ancak o zaman varması gereken yere varır.” Sözün bağlamından koparılıp koparılmadığı şüphesine düşenler için konuşmanın tamamı şurada. Meraklısı daha fazlasını da bulacaktır.

Mesele ekonomi olduğunda TÜSİAD cephesinden gelen bu sözlere aşinayız tabi ki. Erol Bilecik seçildiği günden beri benzer fikirleri dile getiriyor aslında. Ancak bu konuşmanın yakın zamanda doğrudan hedef alınan Fox TV’de ve Cumhuriyet gazetesinde yeniden dile getirilmesini bir yana bırakalım; asıl dikkat çeken bölüm, ‘aynı trendeyiz’ metaforunun yeni yorumuydu. Yaygın olarak kriz zamanlarında vatandaşı soruna ortak etmenin bir retoriği haline gelmiş bu klişenin yeni versiyonunun vatandaşa hitap etmediği aşikar. Öyleyse kime, niye söylendi?

Kur şokunun başladığı 2018’in Mayıs ayında Bilecik dış borçlanmayı zorlaştırıcı politikaları eleştirirken, “Evin içinde fare var diye evi yakmak gibi bir pozisyon olmaması gerekir" diyordu. Geçen hafta da KOBİ’lere verilen 22 milyar TL’lik kredi desteği için de, “Kısa vadede olumlu olan şeyler ileride sorunları artırır” dedi. Her iki konuşması da seçim öncelerine denk geldiği için, yapılanların siyaseten anlaşılır olduğunu, ama sorunları artırdığının altını çiziyordu. Krizin adı anıldığı günden beri yapılan açıklamaların ana fikri, finansal istikrar için sıkı mali politika uygulanması, genişlemeci politikalardan vazgeçilmesi. Özetle, “Para bitti. Paranın geleceği tek adres dışarısı. Onun da kuralı belli” diyorlar.

Finansal istikrar ve ‘genişlemeci’ politikalar… Sermaye gruplarının iktidarla ilişkilerini şekillendiren esas dinamikler bu iki kavramda gizli. 2014’lere kadar süreci basitçe formüle edersek eğer, AKP’yi önceki iktidarlardan özgün kılan şeyin farklı sermaye fraksiyonlarının yönelimlerini siyasal alanda ustaca temsil edebilmesi olduğu söylenebilir. Dış finansmanın istikrarı ve gelen paranın kamu eliyle dağıtımı önemli bir dengedir. Sermaye fraksiyonları da bu dengenin kışkırttığı iki büyük korkuya göre şekillenir. Geleneksel büyük sermayenin tarihsel kabusu daima dış finansmanın kesilmesiyken, yandaşın güncel tedirginliği kaynak dağıtımının, yani genişlemeci politikaların bozulmasıdır.

İşte kriz bu ikisinin aynı anda yürütülmesini imkansız kılıyor artık. 31 Mart seçimleri sonrasında ekonomiye farklı pencerelerden bakanların hemen hemen üzerinde uzlaştığı konu, dış finansmanın yeniden tesisi adına içerideki genişlemeci politikalardan taviz verilmek zorunda kalınacağı. İşin gerçeği iktidar açısından çare de görünmüyor. Bir yanda katma değer üretiminin ve dış ticaretin yüzde 85’ini, tarım hariç istihdamın yüzde 50’sini kontrol eden 2 bin 500 şirketin sahibi 600 patron, diğer yanda aralarından 10-15'inin milyarlarca dolarlık kamu kaynağını tekelleştirdiği, ihalelerle beslenmek zorunda olan irili ufaklı binlerce tüccar. Raydaki tren bu.

Kolin, ettiği küfürle nam salmış ortağının aksine iç güdülerinin güçlü olduğunu gösteren bir Anadolu tüccarı. Capital’deki röportajı boyunca siyasi motiflere başvurmadan ‘iş’ alanının rasyonalitesini vakurca sergilemesinden bunu çıkarmak mümkün. Diğer yandan nihayetinde ‘taahhütlü bir patron’ olduğunu ve gerçek bir ekonomik aktöre dönüşme zorunluluğunu da açık yüreklilikle dile getiriyor. O da biliyor çünkü, paranın bittiğini ve üzerlerindeki riskin sadece ekonomik değil siyasi de olduğunu. İhale tüccarlığından sanayiciliğe geçemediği takdirde, minnet borcunu boynunda bir tabela gibi taşıyacağını…

Röportajının sonundaki şu sözleri, ‘ekonomi elitleri’nin kimliğini belirleyen şeyin ne olduğunu gayet güzel özetliyor: “Yabancı ortaklık teklifleri geliyor. Ama bunların çoğu yatırım değil ihalelere birlikte girmekle ilgili.” Siyasi ilişkiyle finansal ilişkinin farkı da budur. Dolayısıyla Kolin ballı kaynaklardan ricat etmiyor, trendeki kompartımanı değiştirmek istiyor…