YAZARLAR

Her şeye hakkı olmak

Öğrenci, performansının kalmak olduğuna ikna olduktan sonra, dersi geçmesinin hakkı olduğunu söyledi. Çünkü bir biçimde okula girmişti, artık diploma hakkıydı. Çünkü öyle yetişmişti. Okul diploma verecek, hoca onu geçirecekti. “Her şeyi kendinde hak gören insan” demişti hoca karşısındaki öğrenci için.

Karış karış bildiğim, bugün hissettireceklerini bilmeden her duvarında bir iz bıraktığım, ağaçlarına su verdiğim, kuşlarına ekmek verdiğim, kedilerini sevdiğim, gördüğüm her yüze, okuduğum her kitaba ilişkin duygularımı saklayan mekanın önünden geçtim geçen hafta. Ayların ardından. Son gittiğimde bir polis memuru gelip “hocam eğer kapıda biraz daha beklerseniz ekipler sizi gözaltına alacak, valiliğin emri var” dedikten sonra hissettiğim duygudan dolayı önünden geçmek istemediğim sevgili okulumun. Kişisel bir hikaye yazmıyorum. Anlatmak istediğimin anlaşılması için, biraz mecbur olduğum için bunları yazıyorum. Bugün, yüzünü 16 yıl boyunca pek göstermeyen, kamusal alana atama ile çıkmış, koridor ya da duvarlarda herhangi bir iz bırakması mümkün olmayan bir dekan tarafından yönetiliyor Mülkiye; Rektör İbiş her şeye hakkı olduğunu düşünüyor. Hiçbir hukuki dayanağı olmayan, yazılı bir belge sunamadığı sözlü emirlerle istemediği kişiyi kamusal bir binaya almamayı kendinde hak görüyor. Eleştirdiğiniz her anda soruşturma açıp cezalandırmayı, onlarca öğretim üyesini atmayı, oğlunu kendi yönettiği Tıp Fakültesi’ne kontenjan artırımıyla kaydettirmeyi, 11 adli soruşturmadan bir hafta içinde aklanmayı ve saymaktan usanacağım birçok şeyi kendine hak gördüğü gibi.

'NASIL HATIRLIYORSAN ÖYLE' DEĞİL

Kendinde hak görmek meselesine döneceğim, asıl konum da bu zaten. Fakat bu yazıyı bir Mülkiyeli şairin, Arkadaş Zekai Özger’in doğum yıldönümü ile bir diğerinin Cemal Süreya’nın ölüm yıldönümü arasında yazıyorum. Şairlerin dolaştığı koridorların “üzme kendini bu kadar/sana umudu öğretemeyenlerin suçu mu var/bak yeryüzü ne kadar geniş/ne kadar dar* dizelerini hatırladığına inanmıyorum artık. Ama Arkadaş Zekai Özger’in 1971 yılında polis tarafından yapılan yurt baskınında başına ağır darbeler aldığının ve iki yıl sonra geçirdiği beyin kanamasının ardından genç ömrünü o koridorların dışında yitirdiğinin hafızasını o duvarlardaki izler taşıyor hâlâ. Cemal Süreya beğenmediği, eksik bulduğu, kitaplarına almadığı ilk şiirindeki “Sonra dalgalar geldi dile/Sonra bir mavilik aldı her yerimizi/Nasıl hatırlıyorsan dünyayı/öyle…” dizlerini bu koridora bırakmıştı. Nasıl hatırlıyorsak öyle değil ne yazık ki. Bildiğimizi ve hatırladığımızı geri götürmek, tadilat adı altında alçaltılan duvarlardaki fazlalıkları sökmek olmalı ilk görevimiz belki de. Geri dönmek değil, duvarları kazıyarak hafızayı açığa çıkarmak, onu yeniden yaratmak… Geri dönülecek bir ülke, kapsından geri girilecek bir okul değil söz konusu olan artık, onun çok ötesinde, yeniden kurulacak bir ülke, yeniden yaratılacak koridorlar var.

Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim elemanı Ceren Damar’ın öldürüldüğünü öğrenmemin ardından ve öfke nöbetinden çıktıktan sonra ilk aklıma gelen şey, bunun çok önce başlayan bir hikayeyle ilgili olduğuydu. Sorduğu soru üzerine Rektör İbiş’in ön incelemesinin ardından KHK ile mesleğinden ihraç edilen hocam Gökçen Alpkaya’nın bir sınav sonrasında sonucu beğenmeyen öğrencinin kağıdını öğrenciyle birlikte incelerken söylediklerini hatırladım. Öğrenci, performansının kalmak olduğuna ikna olduktan sonra, dersi geçmesinin hakkı olduğunu söyledi. Çünkü bir biçimde okula girmişti, artık diploma hakkıydı. Çünkü öyle yetişmişti. Okul diploma verecek, hoca onu geçirecekti. “Her şeyi kendinde hak gören insan” demişti hoca karşısındaki öğrenci için. Sadece var olduğundan, bir yerde olmasından dolayı bütün arzularını, çabalamadan, didinmeden, direnmeden hakkı gören insan. Ben de ilk defa düşünmeye o zaman başlamıştım bunun üzerine. Yine bir biçimde aynı koridorlarda ayak izleri bulunan bir Sevgi Soysal romanı vesilesiyle. Arkadaşının oyuncağını çaldıktan sonra, babanın zorbalığından aldığı güçle onu sahiplenmeyi hakkı gören ve arkadaşının tüm feryadı karşısında haklılığından emin olan karakterin nasıl büyüdüğünü, hayatların nasıl kesiştiğini hatırlar romanı okuyanlar. Benzer bir tema aynı çarpıcılıkta ve yer değiştiren bir sınıfsal konumlanma içinde Seren Yüce’nin Çoğunluk’unda var. Zorbalığın ruhu nasıl biçimlendirdiği, bir çocuğun her türlü zulmü hak görür hale nasıl geldiğini bu kadar iyi anlatan çok fazla eser olduğunu düşünmüyorum.

ÇÜRÜMÜŞ, YAYILAN BİR ŞEY VAR

Her şeyin hayal edilebilir ve yapılabilir olması ile her şeyin hak görülebilmesi arasında çok derin bir fark var. Hayal etmek ve yapmak, yapmakta ısrar etmek; yanlış bulduğun kural ve yanlış işlediğini düşündüğün kurumlara karşı mücadele etmek inanç ve yoğun bir emek gerektirir. Sonunda büyük olasılıkla ciddi haksızlıklara uğrarsınız. Ama inandığınız, bildiğiniz yoldur. Koridorlarda hafıza olarak kalır. Kitaplarınız toplatılır, meslekten atılırsınız, dövülürsünüz ve belki öldürülürsünüz. Ülkemizde hiçbiri istisna değil. Hiçbir dönem istisna olmadı. Fakat her şeyi kendi kendinde hak gören, çalışmadan, didinmeden, direnmeden arkasına aldığı kaba kuvvetle; kuralları karşısına alma cesaretini göstererek değil, onların işletilmeyeceğini bilerek hayatını kuran insan, sıradan insan hiçbir dönem bu kadar çoğalmadı. Çünkü soru hırsızlıklarıyla kamu kurumlarına cemaat mensupları yerleştirirken onların siyasal avukatı olanlar, kendilerini bu şekilde yargıya yerleşenlerin açtığı usulsüz soruşturmaların siyasal savcısı olarak ilan edenler, onca zulmün ortağı olanlar kitlelerin ruhunda hâlâ egemenler. Türkiye’de gücü elinde bulunduran hiç kimse hesap vermiyor, kimse de hesap sormuyor. Hak ihlallerinin bu denli yoğun yaşanmasına karşın kurumsal ve siyasal tepkinin bu kadar zayıf olduğu hiçbir dönemi askeri diktatörlükler dışında yaşamadık. Zorbalığın siyasal ve toplumsal gücünün, baştan ayağa ve ayaktan başa yeniden kuruluşunu her gün tecrübe ediyoruz; her gün bir sanatçının, her gün bir gazetecinin, her gün bir muhalifin hayatında deneyimlediğini, gündelik hayatlarımızda daha sıradan biçimlerde deneyimliyoruz.

Çürümüş bir şey yayılıyor koridorlarımızda, sokaklarımızda, köylerimizde ve şehirlerimizde. Çürüğün üzerinde yeni hiçbir şey yetişmez. Ona bulaşmamak, karışmamak ortak olmamakla başlamak gerek, her şeyin yapılabilir olduğuna inancı yitirmeyerek. “Bak yeryüzü ne kadar geniş/ne kadar dar”*

*Arkadaş Zekai Özger


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.