YAZARLAR

Tutkusuz yaşanmıyordu, hatırladın mı?

Kendisi upuzun kara bir tünel olmuş bir ülkede, tutkunu bulmak nefes almakla eşdeğer. Sigaranın zararları başlıklı kolaycılıktan daha ileri bir seviye bu. Sahi, ne için buradasın? O nefesi kıymetli kılan ne? Yapmayı istediğin, sevmeyi istediğin, parçalandığında yeniden toplanmana değecek olan ne?

Ters köşeye yatıran hikâyeleri seviyorum. Sıradan bir günün, en sıkıcı bir sohbetin bir yerinde biri bir şey söyler ve dünyan değişir. Bir şarkı, bir şiir trafik kazası gibi çarpar. Güya çocuk edebiyatı olan bir kitap yetişkinliğini dinamitler. Ya da bir gençlik filmi kılığına bürünmüş yumrukla karşılaşırsın. Vurduğu yeri hissettiğine şükrederek. The Perks of Being A Wallflower (Saksı Olmanın Faydaları) işte bu sonuncusuna bir örnek.

Stephen Chbosky, kendi yazdığı kitabı senaryoya uyarlayarak filmi yönetmiş. Yani karşımızda besbelli bir meram var. En tehlikeli yaratım gerekçesi. Hikâyenin baş karamanı, yüzünü hiç unutmayacağımız 15 yaşındaki Charlie (Logan Lerman). En yakın arkadaşı birkaç ay önce intihar etmiş, çok sevdiği teyzesi Helen’i (Melanie Lynskey) küçükken trafik kazasında kaybetmiş. İçe dönük, çekingen Charlie, zorbalar diyarı bir lisenin çömezi olarak cehennemde yaşayacağı günlerin çetelesini tutarak ilk yılına hazırlanıyor. Film boyu işaretleri usul usul verilen ama arka planını çözemediğimiz bir travma, ailesinin nüksetmesinden endişe ettikleri bir kriz tehlikesi var. Günlük sıradanlığın altındaki dip akıntı. Bacağını kaptırdığında boğulacak olduğun. İnkâr teknelerine koştuğun.

Charlie bize hikâyesini kim olduğunu bilmediğimiz “sevgili arkadaşı”na yazdığı mektuplarla anlatıyor. Zaten en büyük arzusu da yazar olmak. Çünkü Charlie aslında hayatın seyircisi, yedekte bekleyen oyuncu, arka plan suflörü, gözlemci ve dinleyici. Kendisini ödünç verdiği kitaplarla destekleyen edebiyat öğretmeni Anderson (Paul Rudd) dışında yapayalnız olan Charlie’nin kaderi, alt sınıftan bir ders alan ve mezun olmaya hazırlanan Patrick’le (Ezra Miller) arkadaş olup, onun üvey ablası Sam’la (Emma Watson) tanışınca dönüşüyor. Nedenini anlatmak için yeni cümleler lazım.

UYUMSUZLAR KOMÜNÜ

Sıradışı Patrick ve Sam’i tarif etmek üzere akla ilk gelecek olan sıfatlardan biri. Sonrasında bu sıfatı ve bütün diğerlerini de klişe bulup sadece bu gencecik varlıkları keşfetmenin tutkusuna kapılıyorum. Ha tutku dedim, değil mi? Filmin ve elbette hayatın, yani hakkı verilen hayatın özü bu kelimede gizli. Patrick, eşcinselliğini açık olarak yaşayan, ama futbol takımı yıldızı sevgilisi Brad (Johnny Simmons) babasının tepkisinden korktuğu için, sadece sarhoşken sevişebilen Brad’e, inkârını aşkla yıktırmaya çalışan; cesaretiyle kırılgan, kırılganlığıyla cesur, ışıl ışıl bir ruh. Sam ise güzelliğini küçük yaşta uğradığı bir taciz ve sonrasında hep kendisine kıymet vermeyen erkeklerle olmaktan neredeyse lanet gibi yaşamış, iyi bir üniversiteye gitme, kendine bir anlam bulma ihtiyacıyla yanan genç bir kadın. İki kardeşin ruhen kendilerine yakın bulduğu ve kendi arkadaş çevrelerine aldığı Charlie, bir yandan Sam’e aşık. Ama Sam o sırada yine yanlış erkeklerden biri olan Craigle çıkarken, o da kendisini yine uyumsuzlar çetesinin bir üyesi olan Mary Elizabeth (Mae Whitman) tarafından erkek arkadaş kılınmış halde buluyor. Tutkunun ortaya çıkma ve kendisini gizlemeye çalışandan öç alma özelliği vardır. Charlie Sam’e olan aşkını saklayamaz hale gelince, hassas dengeli arkadaşlıklar sarsılır. Ama sarsıntıların bir de acı pahasına getirdiği şifa vardır hayatta çok şükür. Babasından yediği dayak sonrası sevgilisi Patrick'le herkesin ortasından ibne diye dalga geçebilecek alçaklığa evrilen Brad’in yarattığı yıkım, Charlie’nin içinden o vahşiyi açığa çıkaracaktır. “Bir daha arkadaşlarıma dokunursanız sizi kör ederim” diyen insanı. Sonrası işte ruh yoldaşlığı. Bu iç insan arasında eşdeğer bir aşk ve dostluğa kapı açan yoldaşlık. Sınırsız ve bitimsiz.

KENDİ TÜNELİNDEN ÇIKMAK

Uyumsuzluğun ifadesi en iyi şarkılarda bulur kendini. Bu film de aralarında The Samples, The Smiths, Sonic Youth, Perfect, Valentine's Revenge, Cracker, MC 900 Ft. Jesus, Galaxie 500, Love and Rockets, David Bowie, Air Supply, XTC, Tim Curry, New Order, Morrissey Marvin Young, Joey Ramone’un da olduğu müzisyenlerin peşinden her saniyesinde söz kadar müzikle akıyor. Patrick’in sürdüğü kamyonetin arkasında kollarını kaldırıp ayağa dikilen ve kendisini bir tünel boyunca rüzgâra ve müziğe teslim eden Sam, aslında tutkunun cisimleşmiş hallerinden birini kazıyor beynimize. Elbette yine o ânı hiç unutmayacak olan Charlie’nin sözleriyle: “Buradayım ve ona bakıyorum. O kadar güzel ki. Görüyorum onu. Bu, hüzünlü bir hikâyeden ibaret olmadığınızı anladığın an. Hayattasın, ayağa kalkıyorsun, binaların üzerindeki ışıkları ve seni şaşkına çeviren her şeyi görüyorsun. Ve o şarkıyı dinliyorsun ve en sevdiğin insanlarla o arabada gidiyorsun. Ve işte o anda yemin ederim, hepimiz sonsuzuz.”

Kendisi upuzun kara bir tünel olmuş bir ülkede, tutkunu bulmak nefes almakla eşdeğer. Sigaranın zararları başlıklı kolaycılıktan daha ileri bir seviye bu. Sahi, ne için buradasın? O nefesi kıymetli kılan ne? Yapmayı istediğin, sevmeyi istediğin, parçalandığında yeniden toplanmana değecek olan ne?

Sam “Neden ben de çevremdeki herkes de bize hiçmişiz gibi davranan insanları sevmeyi seçiyoruz” diye sorduğunda Charlie, öğretmeni Anderson’un yanıtını tekrarlıyor: “Hak ettiğimizi düşündüğümüz sevgiye razı geliriz.”

Razı gelme, boyun eğme diye bağırıyor bu film. Kendine, özüne ihanet etme. Çünkü sonrasında kalan tek bir gerçeğin bile olmaz. Bitersin. Başlamadan hem de.

POLİKÜL DİYE BİR AŞK

Bu filmin Patrick’i Ezra Miller’la devam etmek istiyorum. Son olarak David Yates’ın yönetmenliğinde senaryosunu J.K. Rowling‘in kaleme aldığı Fantastik Canavarlar serisinde Credence Barebone karakterini canlandıran Ezra Miller, filmler dışında da tutku duyulası bir varlık. Hani, dünya üzerinde olduğu için heyecan duyduğum insanlardan. Biraz da korktuğum. Ona bir şey olmasın diye. Nedense içimde artık hep bu da var sevgiyle birlikte. Henüz yirmi altı yaşında. The Hollywood Reporter dergisine yaptığı açıklamada “Kendimi erkek olarak tanımlamıyorum. Kendimi kadın olarak tanımlamıyorum. Kendimi sadece insan olarak tanımlıyorum” demişti. Çok eşlilikten yana olan Miller partnerlerine ise “polyamorous” ile “molekül” kelimelerinin birleşimi olan “polikül” şeklinde hitap ediyor. Bahsi geçen açık ilişki değil. Çok daha girift bir varoluş: “Queer olmanın ne demek olduğunu anlayan insanlarla takılmaya çalışıyorum. Tabii ki önüme gelen herkesi hayatıma dahil etmiyorum. Dahil olacak kişinin ‘polikül’ü sevmesi gerekiyor. Çünkü bu iki kişiden daha büyük bir birliktelik olacaksa, her parçanın birbirini kabul etmesi gerekiyor.”

Polikül ne demek anlamak için Ezra Miller, Josh Aubin ve Lilah Larson’da kurulu Sons Of An Illustrious Father grubunun müziğine ve kliplerine de bakabilirsiniz. Yine kelimelerin tanımlamakta zorlanacağı bir yaratı şekli bu. Her üç sanatçı da beste yapıyor, söz yazıyor ve vokalde karşımıza çıkıyor farklı şarkılarda. Enstrümanların hepsi emirlerine amade. Başka türlüsü ellerinden gelmezcesine şarkı söylüyorlar. “Herkesin hayatta bir potası var. Biz, birbirimizin şarkılarını söyleyip birbirimiz için var olarak acının içinden duygusal boşalmaya varıyoruz” diyor Miller. Lilah Larson da beri yandan anlatıyor sadece müzik grubu olmayan bir bağı: “Şarkıları paylaşırken bağlam açıklamamıza gerek yok. O kadar zamandır bir aradayız ki pek çok konuşulmadan biliniyor. Bu bir kardeş, sevgili, aile hikâyesi. İçinde yer aldığım en ciddi ve uzun süreli ilişki.”

Bu sahiciliğe denk gelebilecek ne var hayatımda diye bakıyorum. Yapmadan ve yaşamadan duramadığım. Sonsuz hissettiğim anlar hangileri? Gözümün parladığı, kalbimin açıldığı, sözümün çağladığı zamanlar… Çünkü günün ve ömrün sonunda elimizde kalacak olan sadece bu anlardan ibaret. Sorumluluklar, bedeller, pişmanlıklar, hatalar elendiğinde ne için yaşadım sorusunun yanıtı olacak bir avuç an. Gözünde yaşla gülümsediğin. Tam ve bütün hissettiğin. Parçalanmışlıklarına şükrettiğin.

O insanlarla, o anlarda, hiç unutulmayacak hikâyelerde olmak istiyorum. Böylesini yaratmak, böyle yaşamak istiyorum. Ya siz? Hele bir bakın, isterseniz.


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.