YAZARLAR

Aynı dalgadayız

İnsanın ne kadar değişken, dönüşken, karmaşık bir yaratık olduğunu, zamanın üstümüzden geçerken birazcık yıldız tozuna karşılık, ne çok toz, talaş, kül, kalp tırmığı bıraktığını düşünüyorum. Meşhur içimizdeki çocuğun aslında hep kaldığını, sınavımızın asıl içimizdeki yetişkini bulmak olduğunu.

“Hayat neye benzer diye sorarsanız, Velazquez’in o ünlü tablosunu “Las Meninas”ı (Nedimeler) anımsayarak iç içe geçmiş aynalara benzer derim. Ne yansımadır, ne yanılsamadır, neyin ölçüsü abartılıdır, ya da neyin aslı nerededir bilemeyiz ama bir görünümden öbürüne taşınıp dururuz; kimimiz ayrımındadır kırık çizgilerin, kimimiz değil. Kimimiz aynalara saldırırız özgürleşmek için, bir de bakarız daha da derinine dalmışızdır hayalin; ama kör olası umut yıldırmaz bizi. Kimimiz bize ayrılmış mekânlarda bir çizgi tutturur gideriz; tökezlemektir tek kaygımız. Ama yaşamak, nasıl tanımlarsanız tanımlayın hayatı, keyiflidir; başka ne vardır ki elimizde?..”

Okuduğumdan beri hayatımın tüm dönüm noktalarına, yılın özel anlamla biçilmiş tüm kaftanlarına eşlik etmiş bir yazıya ait bu cümleler. Bazı yazılar, hikâyeler, şarkılar, insanlar böyledir. Bir kez kanınıza girince yıldızlara karıştıklarında bile solmaz içinizdeki ışıklı varlıkları. 2005’te yitirdiğimiz Erol Mutlu hocamız böyle biriydi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezuniyet yıllığımız için yazdığı bu ışık-yazıyı armağan etmek istiyorum yeni yılda sizlere.

Yatışmaz buklesi gibi aklı da daima aykırı ve muzip, çok güzel adamdı Erol Hoca. Tanıdığım hayata ve mesleğine en tutkuyla bağlı, aşkı aşkla seven, enerjik insanlardan biriydi. Öğrencileriyle hep sıcak, ufak açan ama lüzumsuzca sınır aştırmayan bir ilişkisi oldu. Onun kuşağıyla azalmaya başlayan, hayatımızı son yıllarda kuşatan haksızlıklar girdabında da üniversitelerden büyük ölçüde silinip giden eşsiz bir hocalık biçiminin yanı sıra başka pek çok değerin de simgesi. Nobran olmayan, diyaloga açık hazırcevaplığın, çıtkırıldım olmayan nezaketin… En önemlisi de, karşısındakini varlığıyla ezmeyen, gücünü hiçbir biçimde kötüye kullanmayan bir erkeklik biçiminin…

Son yıllarda en çok ‘güçle’ sınandık. 2018 bu açıdan ağır yıldı. Dünya, kötüye kullanılan, ruh emen, liyakatin, yüzyılların birikiminden süzülen değerlerin, emeğin üstüne çöreklenen gücün etkisi altında kaldı. Düşük bütçeli felaket filmi gibi tonu da tam tutmamış pis bir grilik sardı her yanı.

Yakın tarihli iki yazımda, metaforik babalarımızın öldüğünden bahsetmiştim. Bunun, sonucu er geç yepyeni hikâyelere kapı açacak, dünyayı belki de şimdiye dek hiç olmadığı kadar berrak ve renkli biçimde görmemize neden olacak bir tür devrim olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Maalesef bu arada iyileri, ‘iyi baba’ları, hegemonik anlamda ‘baba gibi’ olmayan babaları da yitiriyoruz. Sevilebilir insanları hatta bir ölçüde sevebilme, sevilebilme becerimizi de. Erkeklik krizi, dünyayı avucuna alan büyük anlam krizi, post truth, post trust derken iç içe geçmiş aynalarda kendimizle daha sık yüzleşir olduk. Bunun en iyi yanı, pek çok alanına müdahale edemesek de, bizi hayatın seyirci koltuğundan kalkmaya zorlaması. Kendi hikayelerimizi yazmaya davet etmesi.

“Duraklar oldum olası hüzünlendirir beni. Kök salamazsanız duraklarda, nice direnseniz de. Zamanı gelince bir başka durağa düşer yolumuz; sonra bir başkasına, bir başkasına…”

Bu yazıyı tül perdeyi aralayıp köşeden görünen yeni yıla bakma durağından yazıyorum ben de. Yıl sonu hepimiz için muhasebe defterlerini dürme zamanı. ‘Hasar raporu’da tutuluyor. İnsan en gülbeşeker yılda bile kazandığı yüz davadansa kaybettiği iki davayı hatırlamaya teşne bir yaratık. Açık uçlu bırakılan final zamanın tozuna karışıp gidebiliyor, çok kötü sonsa öncenin mutlu anlarını iç ediyor. Arkadaşlıktan aşka, her cins ilişkide böyle. “Çok iyiydi, çok da kötüydü ama bundan da bir şey öğrendim, umarım geri kalan hayatımda öğrendiklerimi cümle içinde kullanabilirim,” demeyi öğrenmeliyiz galiba. Öncelikle kendimiz için.

Bu yıl insan en çok insandan çekti. Ama ne çekti! Telefonda tek çubuk sinyal alınmayan yerde bile kötücüllük, hoyratlık pıspırıl çekti, HD çekti. Hayat ve ülke sıkıştırdıkça insan insanın tepesine bindi, üstüne bastı geçti, tekmeledi. Basit bir arkadaşlık ilişkisinde bile “sevicem ama ısırır mı acaba” diye düşünür olduk. İyi yanından bakarsak tekmelemeyen, sırtı yarım dönüşte hançerlemeyen, az çok akışa izin veren insanların kıymetini daha çok bilmeliyiz, hepimiz, hâliyle.

“Sevgili İletişim mezunları, bizim kuşak bir çok şeyi sevmişti: “aşkı” çok sevmişti, “devrim”i çok sevmişti; “insanı” çok sevmişti, “doğayı” çok sevmişti, “hayatı alabildiğine, sınırsız yaşamayı” çok sevmişti. Şimdiki halimize bakıp, sevmişti de ne oldu demeyin; sevginin tarif edilebilir bir manası yoktur ki, doğrusu yanlışı olsun. Sevgi bireyseldir, ilişkisel olmayandır, sevgi bizimdir, değilse yalandır. Ve biz sizi çok seviyoruz.”

Yazının bu satırları hep gözlerimi nemlendirir. O tutkulu, inançlı kuşakların öğrencileri olduk biz. Rüzgarından, ışığından nasiplendik biraz. X kuşağının sonları ve sanırım Y kuşağının başlarına bu güzelliklerle birlikte her şeyin ‘post’u miras kaldı. Bir de çoğumuz iyi insanların çocukları olarak, iyi insan olmak üzere yetiştirildik. Bizim sınavımız da bu. Gelenekle, enkaz mirasla belirsiz gelecek arasındaki köprülerde kırık tahtalara tek ayak gömüle kalka yürümeler… Ama yürüyoruz yani. Devam serileri ne olacak bilmiyorum, Z raporu için zaten herhalde erken. Onlar da kendi yürüyüşünü bulacaktır.

Canım hocam o cümlelerle, “sevginin hesabı tutulmaz, sevgi senindir, kökü de sendedir,” demiyor mu? Geçen yeni yıl yazımda, hayatın hızı ve karanlığında kalbimizle irtibatımızı sürdürmemiz giderek zorlaşsa da, hem birbirimizi sevmeyi yeniden, hem de ‘yeniden sevmeyi’ öğrenmeliyiz, demiştim. Bu yıl boldlu italikli diyorum.

Byung-Chul Han’ın Metis’ten çıkan “Zamanın Kokusu”, bu yıl okuduklarım arasında beni en çok etkileyen kitaplardan biriydi. Anlatısallıktan çıkan zaman, gerçekte hiçbir şey hızlanmazken hayatın kendisinin hızlandığına dair yanıltıcı bir duyguya neden oluyor, diyor yazar. Deneyim bolluğu, deneyim eksikliğine dönüşüyor. “Zamanın, aşkın ve kitabın kokusuna muhtacız,” demiştim kitabı içeren yazımda. Kendimizle daha çıplak biçimlerde yüzleşme becerisi edinmeliyiz. Geçtik mi yine ayna başına… Bu arada Erol Mutlu’nun bir başka öğrencisi, bizim üniversite dönemimizde zehir bir asistan olan Altuğ Işığan’ın bu tablo üzerine hazırladığı blogu incelemenizi öneririm. Bir resimden çıkılarak nerelere varılabileceğinin nefis bir örneği.

“27 yıl öncesini anımsıyorum,” diye devam ediyor yazıya hocam. Kendi mezuniyet yıllığında yayınlanacak fotoğraf için poza durduğu anda neler hissettiğini hatırlamaya çalıştığını söylüyor. “Fotoğrafla yazılmış o andan geriye hiçbir şey kalmamış benden, öyleyse o fotoğraf ben miyim?” diyor.

İnsanın ne kadar değişken, dönüşken, karmaşık bir yaratık olduğunu, zamanın üstümüzden geçerken birazcık yıldız tozuna karşılık, ne çok toz, talaş, kül, kalp tırmığı bıraktığını düşünüyorum. Meşhur içimizdeki çocuğun aslında hep kaldığını, sınavımızın asıl içimizdeki yetişkini bulmak olduğunu. Geç olmadan, acılaşmadan, hayatın taşlarıyla göl dibine sürüklenmeden, bir kıyıya vurmadan, kendimizle gerçek anlamda tanışabilmenin değerini.

Kıyıya vurmak demişken, bu yıl “aynı gemideyiz” teranelerinden ciğerimiz soldu malum. Yıl sonu Netflix’le sinemalara aynı anda düşen muhteşem “Roma”, başka bir dönemde, başka bir ülkede geçse de ölümsüz ve zamansız anlatımıyla en gündelik, sıradan olanla en yıkıcı, sarsıcı, ‘beklenmedik’in birleşiminde farklı sınıftan iki kadının birbirine sarılarak hayatla başa çıkmasının sadeliğiyle çarpıcı hikâyesiydi. “Hepimiz aynı dalgadayız,” diyordu.

Son bir- iki yılda tiyatroda da bir şahlanma var. Kadıköy vahamızın güzel sanat mekânlarından Moda Sahnesi’nde gördüğüm “Dirmit” ve “Kıyı”, son izlediklerimden. Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”ünden, bu uyarlanması güç, büyüsü kendinde romandan ortaya öyle sağlam bir şey çıkmış ki “Dirmit”te… Wajdi Mouawad’ın, Odysseus’tan Berger’in ‘yetimler ittifakı’na uzanan göndermelerle savaş, yıkım, babalık, travma, yüzleşme meselelerini işleyen yoğun metninin yaratıcı, enerjik yorumu “Kıyı” da zihne kıymık batıran oyunlardan.

“(…)Yolunuzun bundan sonrasında bu sevgi sermayeniz olacak ve giderek zenginleşeceksiniz; sevgi zengini olacaksınız,” demiş, yazısının sonlarında hocam. Yanılmadığını kendi adıma, İsmail Sancak başta onunla yakından ilişkilenmiş tüm dostlarım adına rahatlıkla söyleyebilirim. Hayat ne getirirse getirsin sevgi en büyük zenginliğimiz oldu.

Yıl gidiyor. Yıl geliyor. İnsan yeri geliyor saçakta donan damla, otostop yaparken ambere sıkışmış böcek oluyor. Bazen de günün altına düşüp oynak kaldırım taşından sıçrayan su oluyorsun. Sıklıkla ise, koşuyorsun. “Münih” filminde dendiği gibi hatta, “o kadar çok koşuyorsun ki, niye koştuğunu unutuyorsun.” Gerçek bir sevgi işte insanı o koşturmada yüz üstü yere kapaklanmadan durduran şey. Bir manzaraya bakar gibi kendi içine döndüren, içinde bulduğun küçük yeşil taşı bir başkasına armağan etmeni sağlayan... Yolculuğumuz hep ‘ev’e, kalbe… Dondurmayan, kavurup küle döndürmeyen, kendine ve hayata döndüren aşka, sevgiye. Dileğim geçen yılkine benzer: 2019’da hayat olsun, sevgi olsun. “Başka ne var ki elimizde?”


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.