YAZARLAR

Sevilebilme Sanatı

Kişi sevilmeye niçin izin vermez? Aslında kendisine iyi gelme ihtimali olan şeyleri elinin tersiyle niye iter? Sevilebilmek bazı kişiler için büyük bir korku kaynağı çünkü beraberinde yakınlaşmayı getiriyor.

Roma filmi üzerine epeyce yazılıp çizildi, çok beğenenler bir yana, filmi cinsiyetçi bulanlar da oldu epeyce.

Zira bir şeye kulp takılacaksa “cinsiyetçi” deyip geçmek moda şu sıralar… Birilerine laf soktuğum düşünülmesin, bu konuyla ilgili daha sonra etraflıca yazacağım.

Yönetmenliğini Alfonso Cuarón’un yaptığı filmin konusuna kısaca değinmek gerekirse, film Meksika’da orta sınıf burjuva ailelerin yaşadığı Roma mahallesindeki bir evde geçiyor. Bu evde yaşayan ailenin gündelik yaşamlarının içerisindeki rol dağılımlarına, ruhsal hâllerine, nesilden nesile aktarılan davranış paternlerine tanık oluyoruz. Filmin çocukluk, kadınlık, erkeklik, sınıf farklılığı gibi meselelere de usulca yanaştığını görüyoruz. Filmin bana göre en güçlü yanlarından biri rutin hayatımıza sıkışmış gibi görünen ancak bütün bir yaşamımıza yön veren duyguların ilişkileri ve aile sistemini nasıl derinden etkilediğinin çok naif bir şekilde verilmiş olması.

Filmin başrol karakterlerinden biri olan Cleo, o evde hizmetçi olarak çalışan ve dört çocukla ilgilenen genç bir kadındır. Evin dışında da kendine ait bir hayatı vardır. Bir gün Fermin adında bir adama aşık olur ve ondan hamile kalır. Ancak Fermin sevgiyi almak ve dolayısıyla da vermek konusunda epey sıkıntı yaşayan biridir. Filmde Fermin’in yıkıcı tarafıyla sık sık karşılaşıyoruz.

Bir yandan da evin hanımı olan Sofia, kocasıyla neredeyse tek kişilik diyebileceğimiz bir ilişki yaşamaktadır. Onlar görünürde evli olsalar da duygusal anlamda pek ilişki kuramazlar. Sofia, kocasının yokluğuyla ve dolayısıyla kendi yalnızlığıyla başetmeye çalışmaktadır. İki kadının en önemli ortak noktası bu yalnızlık meselesi ve dayanışmayla, sevgiyle şifayı “içeride” bulma hâlleridir.

Filmdeki her karakter üzerine uzun uzadıya bir sürü şey yazılabilir ancak ben olaya beni en fazla düşündüren karakter olan Fermin üzerinden bakmaya çalışacağım.

Cleo, en yakın arkadaşının sevgilisiyle kuzen olan Fermin’le bir aşk yaşar. Başta ilişkilerinin iyi gittiğini görürüz. Fermin, Cleo’ya karşı sık sık bir şov yapma, performans sergileme yani “gösterme” halindedir. Gerçekten “orada” değildir. Cleo’ya ilişmiştir ancak ilişkiye yerleşememiştir.

Bir gün sinemada beraber film seyrederken Cleo’nun hamile kaldığını öğrenen Fermin, tuvalete gitmek bahanesiyle kaçar ve bir daha da geri dönmez.

Cleo’nun militan kamplarında izini bulduğu Fermin, hamile bıraktığı Cleo’yu oradan kovar ve peşini bırakması için onu ölümle tehdit eder.

Cleo, evin hanımı Sofia’dan aldığı destekle bebeğini doğurmaya karar verir.

Ve Fermin’i daha sonra Meksika tarihine Corpus Cristi Katliamı olarak geçen, polis ve paramiliter güçlerin 42 solcuyu katlettiği olayda, Fermin’i kaçacak yerleri olmayan, savunmasız gençlere insafsızca kurşun yağdıran bir tetikçi olarak görür ve orada yaşadığı travmanın etkisiyle bebeğini kaybeder.

Fermin, kendisine sevgi vermek isteyen kadının sevgisini alamayacak kadar kapalıdır. Sevgisiz bir insandır. Sevgiden ürker, kaçar. Karşı tarafın onu sevme arzusunu çok yıkıcı bir biçimde yok etmeye çalışır; yaşam vaat eden bir kadına ölüm tehdidiyle karşılık vererek…

Sevilmeye izin vermediği gibi sevmeyi de beceremez.

Sevilay Çelenk’in son yazısına (Birini sevmek neden bu kadar zor?) da buradan selam etmiş olayım.

Filmi izlerken aklıma sık sık Erich Fromm’un “Sevme Sanatı” isimli kitabı geldi.

Kitap şu satırlarla başlar; "Sevmek bir sanat mıdır? Öyleyse eğer, bilgi ve çabaya gereksinimi vardır. Yoksa sevgi, kaderin bir lütfuyla şanslı olanlarımızın “kapıldığı" tatlı bir duygu mudur? Şüphesiz büyük çoğunluk ikinci önermeye inanmaktadır. Oysa bu kitap, birinci önerme temeline oturtulmuştur.” der.

Ve ekler; “günümüz insanı sevme sanatını öğrenmeye çalışmaz. Çünkü; çağımızda sevgi ta derinden özlenen bir şeyken, öbür şeylerin hepsi sevgiden daha önemli sayılır -başarı, ün, para, güç- yani bazı şeyler sevme sanatının önüne geçer.”

Fermin bana ilişkilerde sevgi alıcıları kapalı olan, sevmeye ve sevilmeye izin vermeyen kişileri hatırlattı. Sevmek kadar sevilebilmenin yani sevgiyi almaya izin vermenin de bir sanat olduğunu düşündürdü.

Peki kişi sevilmeye niçin izin vermez? Aslında kendisine iyi gelme ihtimali olan şeyleri elinin tersiyle niye iter?

Sevilebilmek bazı kişiler için büyük bir korku kaynağı çünkü beraberinde yakınlaşmayı getiriyor.

Tek Başına Kalamamak Nasıl Yalnızlaştırır? başlıklı yazımdan bir alıntıyla devam etmek istiyorum;

“Yakın olma korkusu, beraberinde kaybetme, başkası tarafından yutulma, bağımsızlığının alınması, işgal edilme, benliğini ve özgürlüğünü yitirme, terk edilme gibi korkulara da kucak açıyor.

Ve bu riskleri almaktansa ruhsal yakınlık kurmayı reddeden kişiler haline gelebiliyoruz.

Birbirimize bedenlerimizi sunarken ruhlarımızın çıplaklığını göstermekten utanıyoruz.

Bedenlerimizin terli yerlerine dokunuyoruz da, ruhlarımızın terli yerlerine tahammül edemiyoruz, hatta ondan iğreniyoruz.

Biz olmanın “ben” olmayı yok edeceğini zannediyoruz. Birbirimizin hayatına dahil olmaktan korkuyoruz çünkü dahil olmayı, özerkliğin yitimi gibi algılıyoruz.”

Kişi sevilmeye izin verirse eğer, bu durum onun sevgi ihtiyacını görünür hale getirecek. Bu ihtiyaç kişi tarafından belki de bir güçsüzlük, bir eksiklik olarak düşünülecek. Bu sayede kendi bütünlüğünün sarsıldığını düşünecek.

Bu sebeple hep dikenleri çıkmış, savunmacı bir şekilde yaşamak daha kolay ve alışılmış bir hâl alacak.

Çünkü “ötekine” ihtiyaç duymak, biraz da “eksik” olduğumuzu kabullenmek anlamına gelir.

Ve bazılarımız için bu başa çıkması oldukça zor bir şeydir.

Erich Fromm sevgiyi şöyle tanımlar; “Sevgi, kişinin kendi bütünlüğünü, bireyselliğini koruyarak gerçekleştirdiği birliktir. Sevgi, kişiyi diğer insanlardan ayıran duvarları yıkan, onu diğerleriyle birleştiren, insanın içindeki etkin bir güçtür. Sevgi kişinin soyutlanma ve ayrı kalma duygularını yenmesini sağlar, kendisi olmasına, bütünlüğünü yitirmemesine yol açar.”

Sevmek, ona göre “bir eylemdir edilgen bir duygu değil, bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değil.”

Sevgi de dahil bir şeyin içinde olabilmemiz için önce kendi içimizle temas kurabilmemiz gerekmektedir. Çünkü tüm yollar önce kendi içimizden geçer.

Sevilmeye izin verdiğimizde ötekine kendi içimizi -yani tüm olumlu şeylerle birlikte zaaflarımızı, korkularımızı, eksikliklerimizi- de göstermek durumunda kalırız. Eğer içeride olan bitene bakmaya bizim cesaretimiz yoksa ötekine bunu göstermek hiç kolay olmayacaktır.

İçeriye açılamadığımızda dışarıya açılmayı da var gücümüzle engelleriz.

Kendimize temas edemezsek, ötekinin de bize temas etmesinden ölesiye korkarız ve dikenlerimizi çıkarırız.

Sonrası sevgisizlik işte. Daha ne olsun!

Sevme ve sevilebilme sanatını öğrendiğimiz bir yıl olsun.

Hem kendimizde hem de ötekinde…

Çünkü ancak bu şekilde kendimize ve birbirimize iyi gelebiliriz.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.