YAZARLAR

Zamanın hızı, papağan Bahtiyar ve diğerleri

Hızın anaforuna kapıldık, beş ay gibi kısa bir süre içine sığan iki büyük tren kazasından ilkini çoktan unuttuk da ikincisini de unutmamız an meselesi. Politikacılar unutuyorsa gazeteciler hatırlatmalı oysa. Yurttaşlar bastırmalı, iktidar hesap vermeli. Ama savaş var, hız şart!

İki haftalık aradan sonra bilgisayarın başına yeni bir Gazete Duvar yazısı yazmak üzere oturduğumda, her zamanki gibi düşüncelerim uçuşuyordu. Türkiye’de yaşamanın köşe yazmaya soyunmuş, işini, gazeteciliği ciddiye alan herkes için ne büyük bir talihsizlik olduğunu düşündüm. Yalnızca her gün baskının yeni bir formuyla karşı karşıya bırakılmış olmaları, sadece işini yaparken terörist ilan edilip linç edilme tehlikesiyle burun buruna yaşamaları değil bana bunu düşündürten. Söylenen her sözün toz bulutu gibi dağıldığı bir yer burası. Yazılar sanki suya yazılıyor. Gündem yoğun görünüyor, hem de olayları kaçırmadan izlemeyi, her olan üzerine düşünmeyi denerseniz sizi yutacak denli yoğun… Gündemin hızına kendinizi kaptırmaya görün, tavşan kaç-tazı tut misali bir yarışın içinde başınız fırıl fırıl dönerken durup şöyle bir düşünmenin bilgece mesafesinden de mahrum kalıyorsunuz. Bir bakmışsınız, belleğe kaydedilmiş hiçbir şey yok! O hep yakındığımız belleksizlik, bu yoğunluğun, bu hızın aldatıcılığında kayda değer olanın görünmez hale gelişiyle ilgili sanki biraz da. Gazetecilik faaliyeti her boyutuyla bellek inşasının vazgeçilmez bileşenlerinden biriyse eğer, gündem böyle hızla değişirken yetişmek için tık nefes olan, nefesini toparlamaya çalışırken ipin ucunu çoktan kaçırmış bu bileşen baştan havlu atmış olmaz mı? Olayın zamanda izini sürmek, unutulmasına izin vermemek, yetişmek yerine derinleşmek… Gündemin hızına direnmek… Gazeteciliğin toplumsal belleğin oluşumuna ancak böyle bir katkısı olabilir.

Ben ne köşeci sayılırım, ne gazeteci… Mesleği gereği politika üzerine düşünmekten kendini alamayan, bu nedenle de ruhu biteviye bir huzursuzluğa mahkum edilmiş, zorunlu emekliliğinin bile mesleki alışkanlıklarını bozamadığı bir akademisyenim. Aslında hakları ihlal edilmiş sıradan bir yurttaşım. Bu halimle gördüğüm, yoğunluğuna, hızına rağmen gündemin boşluğu! Yanlış anlaşılmasın, ülkede, dünyada bir şey olmuyor demiyorum. Tam tersine neler oluyor neler! Mesela daha geçen hafta Ankara’nın göbeğinde ölümcül bir tren kazası oldu. Sorumlu olmaları gerekenler, yine pişkin pişkin şaşırmış gibi yaptılar. Yine geçenlerde televizyon sunucusu Fatih Portakal, bir anda Cumhurbaşkanı’nın ilgisine (!) mazhar oldu, hâlâ onu konuşuyoruz. Sarı Yelekliler hareketi Fransa’da sürerken korkusu bizim iktidarı sarmış görünüyor. Buralarda sanki bir toplumsal hareketlenme işareti varmışçasına Gezi üzerinden yeni bir baskı dalgası yaratılmaya çalışılıyor. Barış Akademisyenlerine açılan davalarda bir süredir karar duruşmaları yapılıyor. En son çarşamba günü, insan hakları savunucusu Şebnem Korur Fincancı, bu davalarda şu ana dek verilen en yüksek cezalardan birine, iki yıl altı ay ertelemesiz hapis cezasına mahkum edildi. Başka neler olmadı ki? CHP’nin İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkan adayları nihayet açıklandı. Yalova’da bir deprem oldu. İstanbul Havalimanı'nı (yeni olanını!) su bastı. Bütçe görüşmelerinde kaçak saray meselesi yüzünden tartışma çıktı. ABD’nin Suriye’den çekilme kararında olduğu duyuruldu. Sahibinin Acun’a mesaj olsun diye işkence ettiği papağan Bahtiyar maalesef ölmüş. Üstelik savaş yine kapımızda!

Gündemin hızı bu işte… Peki benim derdim ne? Yukarıda biraz bahsettim, bu hıza kapılmanın tehlikesine dikkat çekmek istiyorum. Hız, belleği un ufak ediyor. Kavrama gücümüzü tamamen iptal ediyor. Değerleri parçalıyor. Bu hıza direnmek gerek. Hayatın nirengi noktasını kaydıran bu hızın savaşın mantığını gündelik hayatımıza dayattığının farkında olmak gerek. Hız bir tutku neredeyse. Kimsenin herhangi bir olayı enine boyuna tartacak zamanı yok. Aslında var da yokmuş gibi yapmak daha havalı. Yanından hızla geçip gittiğimiz, kaybedecek zamanımız olmadığı için üzerine düşünmeyi ertelediğimiz ne çok şey oluyor. Büyük facialar bile dikkatimizi çekmiyor. Hızın anaforuna kapıldık, beş ay gibi kısa bir süre içine sığan iki büyük tren kazasından ilkini çoktan unuttuk da ikincisini de unutmamız an meselesi. Politikacılar unutuyorsa gazeteciler hatırlatmalı oysa. Yurttaşlar bastırmalı, iktidar hesap vermeli. Ama savaş var, hız şart!

Hız kötüleştiriyor bizi. Savaşın mantığı çünkü o. Hız insanı görünmez kılıyor. Görünmeyen hedefleriz artık. Değerlerimiz var mı(ydı)? Bilmem, yetişmem lazım, şimdi değer üzerine kim düşünecek? Oysa değerlerin yokluğunda hayat nirengi noktasını kaybeder. Tutunamıyorum, çünkü hızla kayıyorum. Ölüme, köleliğe, şiddete, adaletsizliğe dönüp bakamıyorum bile… Görmüyorsam, yok sayabilirim. Öyle mi hakikaten?

Bu arada Merriam-Webster açıklamış: Yılın sözcüğü, “adalet”!


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.