YAZARLAR

Yeniden düşünsek mi bazı şeyleri?

Burada her gün başımıza gelen veya tanık olduğumuz kötülükler yüzünden fazla imkânımız olmuyor; oysa insanlık olarak pek çok şeyi yeni baştan, temelden düşünmeli, hal çareleri, öneriler tasarlamalı, geleceğe dönük girişimler hazırlayabilmeliyiz. Fakat evvelâ şu dünyada ne olup bittiğini anlamış, her şeyi çözmüş olduğumuz yanılsamasını terk etmeliyiz.

Nikolay Çavuşesku diktatörlüğünden kaçıp ABD’ye gelmiş bir Romanyalı, “Amerikalı aydınlar kendilerini ateist sanıyor,” demiş vaktiyle. “Değiller. Hiçbir şeye inanmayan adam nedir, Romanya’da görürdün.” [https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2018/12/maga-is-americas-new-religion/578110/ ]

“Başarısızlığa Uğrayacak Tanrılar” başlıklı yazısında bu sözü aktaran, The Atlantic yazarı Graeme Wood’a göre, ABD’li aydın tipi, “varoluşsal uçurumun kıyısına” geldiğinde bunun bir dibi olduğunu, sadece oradan görülemediğini düşünüyor ve aşağı bozuk para atınca dileklerinin yerine geleceğine inanabiliyor. Oysa gerçek nihilizm, yazara göre, Trump yönetiminin “gerçekçilik” diye tanımladığı günlük pratiğinde. Wood, Trump ve etrafındakilerin, George W. Bush yönetimi gibi “soylu yalanlar” söylemekle yetinmediklerine, savunulamayacak, meşrulaştırılamayacak, “aşağılayıcı yalanlar” söylediklerine, “bütün ahlâkî sınırları” aştıklarına dikkat çekti.

Wood’un yazısı, hepimizin uğraşması gereken aslî güncel meselelerden biri etrafında dönüyordu: Politikanın, başta din, her türlü “aşkınlık”la ilişkisi. Ya da, aşkınlık iddiasındaki her türlü dünya görüşü, inanç vs. diyelim.

Bunları Josef Stalin’in doğumgünü civarında (dündü) konuşuyor olmanın elbette ayrı bir anlamı olacaktır. Kendisi, aşkınlık iddiası ve coşkusuyla kitleler seferber edilir, koca bir ülke yoğurulurken, bütün bunların idare edildiği kumanda odasında, kendisini oraya taşıyan dahil herhangi bir inancın son zerresine kadar ortadan kaldırılabileceğini göstermiş siyaset adamıdır.

Hitler, Mussolini, Franco… 1920’ler, ’30’lar, kimilerinin söylediği gibi inancın yeniden şahlanışına değil, onun yerini zorbaya teslimiyetin alışına sahne oldu. Yeniden alışına. Bu defa hikmeti kendinden menkûl eski zorbalar değil, kendi kendinin mâmûlü yeni zorbalar sözkonusuydu. Yani akıl da devreye girmişti. Kâfi miktarda.

Kitlelerin seferber edilmesi işleminin içini dolduran ve onu mümkün kılan aşkınlık iddialarının bu tür seferberlik hareketlerine liderlik edenler için ne ölçüde geçerli olduğu, onların düşünüşlerine, davranışlarına sahiden ne kadar yön verdiği, tam bu noktada sorulması gereken sorular. “Zulmeden dindar hükümdarda Allah korkusu var mıdır?” mevzuu, asla üstünden atlanır konu değil. Bu yazıda değil, ama döneceğiz buna. Şimdi başka yöne sapalım: Kitlelerin seferber olması için illâ aşkınlık iddiaları mı gerekli?

Bu sorunun cevabı sözkonusu “seferberlik”ten ne anladığımıza, hangi hedeflerle, ne çapta bir seferberlik tasarladığımıza göre değişecektir. Ama kalabalıkları yekvücut hale getirmeyi öngören herhangi bir seferberlik için, kitleye nasıl seslenilecek, hangi ortak kimliğe hitap edilecek, en önemli husus. Kimileri, bizde daha çok “gruba aidiyet ihtiyacı” olarak konu edilen ortak kimlik arayışının insan için olmazsa olmazlığına kesin gözüyle bakıyor.

ORTAK KİMLİK VE İNANMA İHTİYACI

Oysa Modernite, Aydınlanma, insanlara aksini önermişlerdi.

Ancak herhalde bunu tek tek bireyleri tenhada kıstırıp yapamadıkları, insanlığa topluca birarada bulunuş ve yaşayış tarzı olarak da dayattıkları için, insanları her ne yapacaklarsa bunu başkalarıyla birlikte yapma mecburiyetinden kurtaramadılar. Zaten, aslına bakarsanız, krala karşı er meydanına çıkan “millet”, başlıbaşına bir kimlik-inanç kompozisyonu değil miydi? Belki öbür yanda dünyanın değişik topraklarındaki yerlileri kendi kültürlerinden, inançlarından kurtarmakla meşgûl oldukları için vakit ve enerji kalmadı; bilemiyoruz.

Aydınlanma kocaman kamyon römorkuna doluşur gibi ortak kimliğin içine atlayıp üstüne bastıklarında kendilerini güvende hissetme zaafiyetinden insanları kurtaramadı. Aydınlanma, ışıl ışıl birtakım gönüllülerin yoksullara karşılıksız akıl dağıttığı bir hayır cemiyeti değildi. Römorktan dışarı düşersen yolda kalıyordun. Aksini tasarlayabilme, başka tercihlere yönelebilme şansı yalnız direksiyondakilerde ve özel araç sahiplerinde oldu hep. Bu da Aydınlanma’nın değil, akranı kötü çocukların kabahatiydi; bahsedeceğiz bundan.

Aydınlanma bizi bir şeyden daha kurtaramadı: inanma ihtiyacından.

Dönülüp dolaşılıp inanılacak şey aranması bir yana, aklın, akılcılığın doruklarında gezinen görüşler, düşünceler, kavramlar, inanç nesneleri, hattâ inanç sistemleri haline getirildi. “Bilime inanmıyor musun!”, Türkiye’de ne kadar sık duyduğumuz laftır.

DÖNÜŞ YOLU

Üzerinden Aydınlanma geçmiş insanlık, bugün “kaza öncesi”ne dönüş yolunda. Bu asla “geleceğe dönüş” değil. Ancak geçmişe dönüş de olamayacak.

Çünkü ilkin, “başka türlü olabileceğine” dair düşünce de zaman içerisinde çoğumuzun içine inanç hücreleri serpiştirdi ve pekâlâ başka türlü olabileceğine inanmaya da başladık. Bu, “tarihin şaşmaz akışı”na dair anlatıdan çok daha sağlam bir iç kuvvet. Kaldı ki, şaşmaz akışın başlı başına inanç meselesi olup olmadığı tartışılır. Şaşmaz akışa aklen fikren ikna olup da mı eşitlik-adalet mücadelelerine girişiyoruz? Yoksa onun öyle olacağına inanarak, onu isteyerek mi?

(Dünün Stalin’in doğumgünü olduğunu bir de burada hatırlatsam mı? Konuma dönmeden? Onu hatırlamamak imkânsız, çünkü kendisi gelmiş geçmiş en yaratıcı ve eleştirel düşünce sistemi Marksizmi, hammadde yuvasından tarih sokunca mâmûl çıkışından sosyalist iktidar elde edilen bir “sarsılmaz bilim” ucûbesine çevirmeyi başarmış kimse.)

“Pekâlâ başka türlü olabileceğine” dair inanç, akla karşı konumlanan inancı hükmedenlerin güvencesi olmaktan çıkarıyor. Bu belki en yanlış, en eksik kavradığımız gerçeklerden biri gibi görünüyor. İnancın insan varoluşuna dair bir temel olgu değil, azıcık akıl fikir püskürtülünce dağılacak bir kötü koku olduğunu sanmak, hükmedenlerin etki alanında yaşayan kalabalıkların oraya niye kazık kaktığını anlayamayışımıza yol açıyor. Zira inançlarının yerine aklı fikri geçirmeyi aklından geçirmeyen, çünkü işin aslı, böyle bir imkâna sahip olmayan büyük kalabalıklar, onlarla aynı inançlara sahip olduğunu ileri süren muktedirlere kendilerini daha yakın hissediyorlar. Bu muktedirler aynı zamanda onlara onları değiştirmemeyi, dönüştürmemeyi vaat ediyor. “Siz siz olduğunuz için kıymetlisiniz,” diyorlar. Sonra bu “öyle olduğunuz için üstünsünüz”e gidiyor. Kim istemez? “Siz bana biat ettikçe ben kulaklarınıza başkalarından üstün olduğunuzu fısıldayacağım. Açmayın gözünüzü. Uyandığınızda herkesten üstün olduğuna inanıyor olacaksınız. O zaman meydanda toplanın. Üstünlüğünüzü herkese ilan edeceğim. Gün sizin!”

BERİ TARAFTA MESELE ÇOK

İşin bu tarafında çok anlaşılmaz durumlar yok. Beri tarafsa bir türlü hakkınca deşilmeyen meselelerden geçilmiyor.

İnançlarını terk etmelerini isteyenler, insanlara ne önerdiler? Aklınızla, tercihlerinizle hareket edin, vs.. Kimi yerde kitleler bu öneriyi beğendi. Ne de olsa hepsinin kurtulmak istedikleri çeşitli prangalar vardı.

Talihsizlik, insanları akıllarını ve bireysel kişiliklerini geliştirmeye çağıranlarla kapitalizm adlı eşitsizlik-adaletsizlik sistemini kurup geliştirenlerin akran ve kısmen ahbap oluşu. Bu kötü tesadüf -ya da çirkin ilişki-, bireysel özgürlüklerin genişletilmesi ve başlıbaşına değer -yani inanılabilir kavram!- haline gelişiyle kitlelerin acımasızca köle edilmesini akraba kıldı. Liberalizmin içerdiği yapısal şuursuzluk, umursamazlık olarak görüldü. Bireysel özgürlüğü, aklı, iradeyi esas belirleyici kuvvet yapmaya çalışanları, henüz meleklerin yerine akılları fikirleri yerleştirmemiş, tanrının yerini kendi bedenindeki bir organın alabileceğine gönlü de aklı da yatmamış kitlelerin gözünde, eşitsizliği teorize edip meşrulaştıranlar haline getirdi. Acısı şimdi çıkıyor.

Kalabalıklar, nâdir devrim zamanları dışında -ki, o zamanlara bu yüzden devrim zamanları diyoruz- her zaman, inançlarını terk etmeleri karşılığında kendilerine kendi kuracakları bol riskli muhayyel gelecek vaat eden fedakâr, gözüpek “okumuş çocuklar”a karşı, kendilerine hiç de iyi gözle bakmayan birilerine yakınlık duydu. Neden? Neden dünya ülkelerinin çoğunluğunda normal şartlarda hep sağ partiler seçim kazanır? Sanırım derinini kurcalamamak ve bunu kitlelerin “kandırılması”na bağlamak da okumuş çocukların en büyük hatasıydı. Acısı çoktan beridir çıkıyor.

Kalabalıklar, akılla beyinle alâkası kalmamış bir vecd ortamında, arslanların önüne atılmış garibanı yuhalıyor, yarı-tanrı gibi takılan muktedirlerin gözünde ilâhî ışığın parıltılarını seçiyor, uyuduklarında bile o ışığı gözden kaybetmedikleri, “aşkın” bağımlılık halinin esrikliğini yaşıyorlar.

“İlliberal demokrasi” falan da denen yeni otokrasilerin yükselişinde aranması sorulması gereken şeyler, birilerinin oturup geliştirdiği doktrin ya da dünyayı idare eden mâhut gizli güçlerin operasyon odalarında yapılmış planlar değil; insanın ne olduğuna, hayat amacı taşıyıp taşımadığına, akıl fikir dediğimiz şeyin onca zenginlik ve parlaklığına rağmen neden insan çoğunluğunun başlıca itici ve şekillendirici gücü olamadığına dair, bambaşka sorular.

* * *

Değerli okurlar, kötü bir karanlığın içindeyiz. Kötülük karanlığı. Üstelik bu memleketimizle sınırlı olmayan, çok daha büyük bir felaket. Burada her gün başımıza gelen veya tanık olduğumuz kötülükler yüzünden fazla imkânımız olmuyor; oysa insanlık olarak pek çok şeyi yeni baştan, temelden düşünmeli, hal çareleri, öneriler tasarlamalı, geleceğe dönük girişimler hazırlayabilmeliyiz. Fakat evvelâ şu dünyada ne olup bittiğini anlamış, her şeyi çözmüş olduğumuz yanılsamasını terk etmeliyiz. Özellikle de insanların eşitlik ve adalet içerisinde, barış içinde yaşaması gibi bir hayat gayesi, yalnız bu dönemin diktatörlüklerinden, insan haklarının hiçe sayıldığı keyfî zorbalık rejimlerinden değil, esas şu korkunç kapitalizmden kurtulmamız gibi bir derdi olanların.

(Murat Sevinç’in “kötü hissetme”ye dair yazısı şu dediklerimi -umarım- bi düşünmenize eşlik etsin; [ https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/12/18/kotu-hissetmek/ ] şurada.)