YAZARLAR

Kahrolsun havyar yaşasın kebap!

Mösyö Piyer bir sabah kalkıyor. -Burada arkadan önce yavaş bir müzik başlar.- Tek sahibi olduğu, maaşının yarısıyla deposunu doldurup günün dört saatini içinde harcadığı, her şeyi otomobiline -ve artık lastikleri de değiştirilmesi lazım- biniyor. Birden tekrar aşağı iniyor. -Burada müzik iyice artar, bir gerilim uçuşur havada- Bagajı açıp kara kutunun içinde, kırmızı reflektörün üstündeki sarı yeleği çıkarıyor...

Kahrolsun havyar yaşasın kebap

Otomobilin bagajında, genellikle kara bir kutunun içinde, için için parlayan reflektör kırmızısının altında sessiz, sakin duran sarı yelek, nasıl olur da birden başkan ve adamlarının korkulu rüyası olabilir? İnsan evladını bundan seviyorum işte. Fizik kurallarına uymuyor. Ne kadar 'normal şartlar altında' (NŞA) kavanozuna sığdırmaya kalksan da cofaraş diye bir yerden fışkırıyor.

Fransa ‘Sarı Yelekliler’ hareketi, o kadar birbirini tanımlayan, kendisinde cisimleşen sembollerle ilerliyor ki sanırım dünya siyasal tarihinde, bu kadar 'artık sembollerle devam edeceğiz' eylemi yoktur.

Öncelikle şunu söyleyelim ki artık post neoliberal bir çağda yaşıyoruz. Şimdi onun çocukluğuna dönelim. Yani hikaye neoliberalizm ile başlıyor. Kamu işletmeleri hızlı bir şekilde tasfiye edildi. Güvenceli çalışma diye bir şey neredeyse kalmadı. Fabrikalar, sermaye için sınırsızlandırılmış dünyada, nerede kelepir emek varsa oraya taşındı. Tarım tamamıyla ulus ötesi tekellerin denetimi altına girdi. Küçük çiftçiler, bakkallar, manavlar, kasaplar, kırtasiyeler, tamirciler ve tamirci çırakları ve hatta kahvehaneler yine radikal tekellerin oldu. Ne küçük ne büyük esnaf kaldı artık. Her geçen gün ıssızlaşan taşra kentlerinde, ucuz emeğe akan fabrikaların ardından, işçilerin içki içtikleri barları, pazar günleri insan bekleyen kiliseleri, oynayacak insanı kalmamış futbol sahaları, çocuk kalmamış okulları kapandı. Bu kasabalarda, küçük yerleşimlerde kalanlar sadece yaşlılar olmasına rağmen, bu mekanlar bütçeye yük olduğu yani zarar ettiği için kapandı. Bir de artık doğrudan 'tam teşekküllü hastahanelerin acil servisine gidebilirsiniz'di bunun adı…

Bilmem size yabancı geliyor mu bunlar?

Bu çok kısa hatırlatmadan önce şimdi biraz post neoliberal günlere gelelim. Üçüncü dünyadan bakanlar için, arabası olan insanların çok masraf yaptıkları için direnmeleri naif geliyor. Halbuki araba bu ülkelerde bir zorunluluk durumunda. Size garip gelecek ama bazı durumlarda yoksuluk işareti. O zaman bir canlandırma yapalım. Şöyle başlıyor olay: Mösyö Piyer artık Paris’te büyük bir markette çalışan kasa görevlisi. "İyi günler", "hoşçakalın" ve barkod dıt dıtlarıyla geçiyor günü. Doğma büyüme Parisli, içinden yani ama merkezde oturamıyor artık. Ev kiraları dehşet artıyor her geçen gün. Bu sadece neoliberal günlerin akışkan sermayesinin Paris’e taşıdığı mutena beyaz yakalılar yüzünden iyice yükselen ev fiyatlarından değil, artık yataktan kalkar kalkmaz, kiraya vermek zorunda kaldığımız yatak odaları komisyoncusu, ulus ötesi tekeli Airbnb gibi işletmelerden de kaynaklı dayanılmaz artışlar bunlar. Ne yapsın Mösyö Piyer, böylece çoktan 80-90 kilometrelik uzak yerlere taşınıyor.

Hızlı ve biraz daha hızlı tren var ama tren fiyatları oldukça pahalı. Çünkü özel işletmelerin tren hatları artık trenler ya da ‘piyasa’ya göre ‘kamu’ hizmeti. Mösyö Piyer bir araba alıyor. Öyle çok pahalı değil, 300-500 euro'ya bile alınanlar var. Her sabah arabasıyla önce çocukları 20 kilometre uzaktaki okula bırakıyor. Çünkü artık yakında okul yok. Hasta olunca 25 kilometre ötedeki hastahaneye gidiyorlar, en ufak bir şey de olsa. Çünkü sağlık ocakları yok. Arada bir hasbelkader sinemaya, tiyatro gitmek isteyeceklerini hiç düşünmüyoruz ama alışveriş yapmak için otoban kıyısına kurulmuş büyük markete gitmesi gerekiyor.

Bu arada hepsi birlikte hareket edemiyorlar tabii. Eşi, çocukları, birbirine uymak zorunda olmayan mesai saatleri, okul zilleri, bir hurda araba daha olmazsa, ne yapacaksın? 'Varlığım otomobil sanayine feda olsun' ve alın size iki mazot parası.

Neden otobüs kullanmıyor diyorsanız, toplu taşıma paraları arabayı çoktan sollayıp geçmiş durumda. Bütün bunlara karşı hiç önlem almaya çalışmıyor değil, Mösyö Piyer ve arkadaşları. Mesela her sabah kasabanın çıkışında boş bir parka arabasıyla gelip oradan aynı eziyeti ve kaderi paylaşan dört kişiyle ve sadece birisinin arabasıyla Paris’e gitmeye başlıyorlar. Bunun manası mesela mesai saatinden bir saat önce oraya varmak zorunluluğu olabiliyor ya da çıkınca otomobile geçip 45 dakika otoban seyrederek beklemek. Fakat dört kişi için paylaşılan yakıt parası da artık çok olmaya başlıyor…

Ve akabinde olaylar daha da gelişiyor, tefrika diliyle...

Bir gün Mösyö Macron, bir başkan örneği yani, madem mazot çok kullanılıyor, bundan daha çok vergi kaparız diye ek vergi yaslayıp, buna ilişkin sorulara post neoliberal başkan küstahlığıyla cevap verince, bir de bu zammı güya ekolojik önlem dünya kurtarma yeşiline boyayınca…

Mösyö Piyer bir sabah kalkıyor. -Burada arkadan önce yavaş bir müzik başlar.- Tek sahibi olduğu, maaşının yarısıyla deposunu doldurup günün dört saatini içinde harcadığı, her şeyi otomobiline -ve artık lastikleri de değiştirilmesi lazım- biniyor. Birden tekrar aşağı iniyor. -Burada müzik iyice artar, bir gerilim uçuşur havada- Bagajı açıp kara kutunun içinde, kırmızı reflektörün üstündeki sarı yeleği çıkarıyor. Etrafında bir telefon kulübesi de artık kalmadığından oracıkta giyip yolu kesiyor. Bir Mösyö Piyer uyanıyor yani.

Bir de ‘Sarı Yelekliler’den bahsedip, ‘kırıcı’lar olmasa, şiddet olmasa diyenler var. Hangi şiddet mösyö?

Yani neoliberal politikalarla insanları kent dışına sürükleyen, mecburi okullarını uzağa taşıyan, sağlık ocaklarını kapatan, doktoru endüstriyel tıp sektörüne emanet eden, trenleri piyasa rayında yürüten, sözde dünyanın en iyi koşullarında yaşayan insanların bile hayatlarını çekilmez kılan, -söylemeyi unuttum bakkal çocuğu- kasiyer, Mösyö Piyer’e bile sarı yeleğini kuşandıran şiddetten mi söz ediyorsunuz yoksa kırılmış 3-5 vitrin camından, tepetaklak, yarı yanmış üç-beş otomobilden mi? Hangi şiddet mösyö?

Bir döner kavşakta, bir sarı yelekli, "45 yıl çalıştım ve bu gün buradayım hâlâ düşünün. Ben kendimden vazgeçtim, ya çocuklar ne olacak?" diyordu. 45 yıl çalışmak, bir daha yazayım…

Siz toplu halde, bakkalların, manavların ve yukarıda saydıklarımın -tamirci çırağı mesela- bütünüyle her şeylerini ulus ötesi tekellerine terk etmek zorunda kalmasına ses çıkarmayıp, öfkeli birkaç yağmacı, küçük esnafa zarar verdi diyerek bizi vicdanımızdan yakalayacağınızı mı düşünüyorsunuz? Var mı böyle yağma?

Belki bir küçük elbise mağazasına girip karanlıkta ve hızla, kendisi, muhtemel kardeşi ve sevgilisi için alabileceği üç montun alınma biçimine mi şiddet diyorsunuz? Eğer bunu bu şekilde paylaştırıyorsa, bunu Fransız Devrimi'nin eşitlik, kardeşlik ilkeleriyle bağdaştırmamız mümkün değil mi?

Size göre ‘Hangisi şiddet madam?’ Hangi şiddet?

O zaman, yarın devam etmek üzere, ‘bizim mahallede’ yazan bir duvar yazısıyla bitirelim: ‘Kahrolsun havyar yaşasın kebap’.


Metin Yeğin Kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; dünyada Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...