YAZARLAR

Hiçbir şey yapmama hakkı ve Yalnızlar Kulübü

Hayat bazen berbat eller dağıtabiliyor herkese. O gibi durumlarla başa çıkmanın tekli koltuk, ikili koltuk, içe kapanma, dışa atılma gibi türlü yolları olabilir, kişiden kişiye değişen. En önemlisi galiba insanın kendisiyle mümkün mertebe dürüst bir diyalog kurabilmeyi öğrenmesi. Edinilmesi uzun süren, en kıymetli beceri. Yalnızlık herkese zor. Ama zaman zaman yalnız kal(a)mayan da anlamsızlığa mahkum. Birileri bizi izlemeden yaşayabildiğimizde, kendimizle kurduğumuz bağ, daha sağlıklı ilişkilenmelerin önünü açıyor.

Birkaç gün önce bir Twitter kullanıcısı “hiçbir şey yapmama hakkı”nı kullanmak istediğine dair bir tweet silsilesi yayınladı. Başlık afili. Biliyorsunuz, sonuna “hakkı” getirirseniz aniden cümle manifestosal bir nitelik kazanır, yürüyüşü bir değişir. Bir sosyal medya paylaşımından Lafargue’ın “Tembellik Hakkı” tarzı bir beklentin olmuyor ama “neymiş ki?” de dedirtiyor bir.

Konuyu bilmeyenler için özet geçeyim. Arkadaş, sarsıcı deneyimler yaşadığı 2018 sonunda birtakım kararlar almış. Olaylar dizisi şöyle: Eski sevgilisi evi terk ederken tüm eşyaları bedavaya eskiciye vermiş. (Serinin en yaratıcı bölümü de bence bu.) Çalıştığı reklam ajansından ayrılıp masada bağdaş kurmalı freelance çalışmaya geçmiş. Koca evde eşyasız kalınca gitmiş, ilk iş daha büyük bir TV, yatak ve koltuk satın almış. Beş yıldır yapamadığı tatili yapmış (denizde sırt üstü yayılma fotosu). Ayağı neredeyse kırılmış (havaalanında alçılı ayak fotosu). Kedisini kaybetmiş, en üzücü kısım da bu. Eski sevgilisiyle kediyi defnetmişler (kedi mezarı fotosu). “Uzun süreli ilişki sonrası sapıtma hakkı”nı da köpürte köpürte kullanmış.

Zurnanın zırt dediği yer de burası. Yıl içinde birlikte olduğu talihli kadınların fotoğraflarını kafalarını emojileyerek iletiye koymuş. Evet, bir nevi ‘kafası ayrılmış’ sevgili almanağı yapmış!

Her şeyin göstere göstere yaşandığı bir çağda insanın elinden ilk alınan şey aslında, şaşırma hakkı oluyor. Bu kısım “bu kadar da olmaz ki…” kabilinden, şaşırtıcı. Kesik başlı fotoğrafları tekli koltuklu yaşama övgü izliyor. Manifesto sahibi yeni yıla kadar hiçbir şey yapmama hakkını kullanacak, evde yalnız vakit geçirerek bir nevi arınacakmış. Eşyalar gidince aslında ne kadar az şeye ihtiyaç olduğunu keşfetmiş ama sevgili almanağında maksimalist. Ayrıca bir milyon kişiye ayrıntılarıyla ilan ederek ne çeşit bir aydınlanma, ne menem Nirvana, ne biçim bir içsel Transatlantik seferi yaşanabilir ki?

Herkes yas ve sarsıntı durumlarını kendine göre yaşayıp gösterebilir tabii. Sosyal medya uzmanı olduğu söylenen bu kişiyi hiç tanımıyorum, paylaşımında iyi niyetli olabilir. Gelen tepkilere karşılık fotoğraflarını paylaştığı kadınlardan izin aldığını söylemiş. Bu meseleyi yazmama neden olan ‘iğretilik’in, şahsı ve paylaşımını da aşan, iki dönemsel boyutu var.

Birincisi, ömrünü somut bir karşılık beklemeden başka insanlar için de hayatı çekilir kılabilmeye adamış, pek az onurlandırılmış, son dönemde işinden gücünden olmuş, bir kısmı olmadık cezalara çarptırılmış onca aydının olduğu bir ülkede yaşarken ülke gerçekliğinden bu derece kopuk olmak. Başlarına gelenleri mümkün olduğunca azımsayarak, sadelikle, metanetle karşılıyor bu insanların çoğu.

Herhangi türden bir politik angajman içinde olmayıp ülkesel koşulların etkisiyle atıl duran sayısız eğitimli, yetenekli, kabuğuna çekilmiş insan var. Giderek daralan bir kültür, basın ortamında üç kuruşluk teliflerle geçinmeye çalışırken çok sızlanmadan habire üreten insanlar da var. Var. Tüm bunların ortasında başına gelenleri büyütmenin bazı ‘makul beyaz’ sınırları var.

Özgürlüğü beyaz yakalılıktan freelance çalışmaya zıplama, tatil yapma, çıkılan insan skorunu kabartma, bunlardan alınan tatmin de bir noktada tükenince bu kez o boşluğu detaylarıyla göstererek yaşama biçiminde algılayan bir kesim var. Bir “Fight Club”lık da çıkmıyor buralardan. Dünya nimetlerinden de aslında vazgeçilmiş falan değil çünkü. Depresyon dahil her şey ilgiye, layka, bazen paraya tahvil ediliyor.

2018 pek az insanın hayatının en güzel yılıdır, tahminimce. Gerçek aydınlanmalar da pek böyle yaşanmıyor. Kalbine bir çizik atılıyor, oradan başlayarak dilim dilim soyup çekirdeğe ulaşma işini sessiz sedasız yapmanda fayda oluyor. Doğumda, ölümde ve şahsi aydınlanma anlarında teksin. Ayrıca sürekli sızlanan insanlardan da kadın-erkek hazzetmem ve hüzün pornosundan nefret ederim.

Sıkıntı şu ki işte, belli ki bu yaşam tarzı ve ‘dert’ ifadesi azımsanmayacak miktarda insana, özellikle kadınlara cazip geliyor. Hüznünü sıra sıra cümleye dizen erkek kahramanların hayatında yer alabilmek için yarışanlar var. Buraları anlamamız, yorumlamamız gerekiyor. Bu tweet silsilesini okuduktan sonra ağladığını, sahibiyle tanışmaya can attığını söyleyen birçok kadın var mesela. “Issız Adam” filmi çıkışı ağlayan, “ay çok içime dokundu yhaa, kendimi gördüm” diyen kadınlar karşısında yaşadığıma benzer bir his yaşadım. O zaman da omuzlarından sarsıp “Bu hikâyenin neresinde sen varsın, nesine bu kadar duygulandın canım benim?” diyesim gelmişti.

Buradaki ıssızlığın seviyesi o derece vahim değil tabii. Ama insan şöyle ya da böyle mahrem bir vakit geçirdiği bir adamın kamuya açtığı koleksiyonunda kafasız figüran olarak yer almak ister mi ya? Ya da kadınlar, bu en iyicil söyleyişle çocuksu, ergensi, sıkıntılı yaşam tasarımlarına üstelik ‘ ucundan ilişmeyi’ niye bu kadar cazip bulur?

Zaman da gözyaşları da kıymetli. ‘Boşta kalmama’ paniğinin ve kendini ille, daima bir erkek aracılığıyla tanımlamaya çalışmanın bedeli, suyunun suyu var oluşlara dekor olmak olabilir. Anlamsız ilişkilere büyük anlamlar yükleyerek verilmiş tek ömrü hoyratça tüketmek…

Bu işler iki kişilik ve dünyanın geldiği bu halde, ilişkilerin bu saçmalığında kadınlar olarak bizim de payımız var. Bir ömür boyu ıcığına cıcığına kadar tanıyabileceğimiz başlıca kişi de, kendimiziz.

YALNIZLAR KULÜBÜ

Bu koltuksal, ilişkisel, şahsi aydınlanmasal temalarla bağlantılı güzel bir oyun var şu sıra. Bu vesileyle onu da tavsiye etmek isterim. Sami Berat Marçalı’nın yazıp yönettiği “Yalnızlar Kulübü”, TOY İstanbul ve B Planı’nın ortak yapımcılığında sahnede. Oyun, bir kişisel gelişim kursunun on haftalık macerasını konu alıyor.

Yalnızlar Kulübü oyuncuları...

“Her şeyden çok sıkıldın. Hiçbir şeye yeterince dürüst olamıyorsun. Aynaya bakıyorsun, gördüğün tek şey yapayalnız bir sen. Yaşamanın anlamını kaybettin. İşte; “Hayat ritmini bul” seni bekliyor o zaman! (…) On hafta. Haftada iki dersten toplam yirmi ders. Sonra her şey çok daha güzel olacak. Bu bir deneyim. Hep beraber sıfır noktasından başlıyor ve bu deneyimin bizlere sunduklarıyla şahsi haritalarımızda kayboluyoruz.”

Kişisel gelişimin bu bildik cümleleriyle yola çıkan kursun aşırı enerjik, her şeyi çılgın kahkahalarla karşılayan, sempatiklikle antipatikliğin sınırlarında gidip gelen eğitmeni Demet rolünde Devin Özgür Çınar, nefis bir iş çıkarıyor. Bir kısmını sahnede ilk kez izlediğim tüm diğer oyuncular da çok iyi. Hele de fiziki cazibe açısından toplumsal normların dışında kalan, kendini ifade etme, özdeğer sorunları yaşayan Buse rolünde Ceren Taşçı göz kamaştırıyor. Karakterleri iyi çözümleyip betimleyen muzip metnin de katkısıyla az rastlanır bir ekip uyumu var. Hayli de interaktif bir oyun. Özellikle başlarda, her an kendinizi sahnede bulabileceğiniz hissiyle izliyorsunuz. Oldukça sürükleyici, yer yer de günümüz ilişkilerine, ilişkilenme tarzlarına ve yalnızlık meselesine dair iyi saptamalar sunuyor.

Orta ve üst orta sınıf kent insanını avucuna alan “kişisel gelişim”in tuzaklarına dair de bazı dürtmeleri var oyunun. (Bu, ‘keşke daha çok işlenseydi’ dediğim kısmı. ) Her an iyi, neşeli, 24 ayar sırıtışlı görünüşlerin ardında yatan çaresizlikleri, günümüzde başarının ölçülerinden biri sayılan bazı sosyalleşmelerin altındaki kıvıl kıvıl güvensizlikleri, kadın erkek ve hemcins ilişkilerini, genel olarak aidiyet meselesini muzipçe sorguluyor. Reji gibi dekor da iç kımıldatıcı.

Son dönemde tiyatronun önlenemez yükselişi sürüklendiğimiz karamsar atmosferden sıyrılmak için güzel bir kapı açıyor. Güncel karakterlerle günümüzün sorunlarını mercek altına alan bu tür oyunları da ayrıca önemsiyorum. Yaratıcı metinler, sahnelemeler ve inandırıcı oyunculukların yanı sıra metnin meselesiyle uyumlu bir interaktiflik, TV’nin izleyiciyle kurduğu bağa benzer unsurlar taşıyan iyi bir alternatif olma potansiyelini de barındırıyor.

Hayat bazen berbat eller dağıtabiliyor herkese. O gibi durumlarla başa çıkmanın tekli koltuk, ikili koltuk, içe kapanma, dışa atılma gibi türlü yolları olabilir, kişiden kişiye değişen. En önemlisi galiba insanın kendisiyle mümkün mertebe dürüst bir diyalog kurabilmeyi öğrenmesi. Edinilmesi uzun süren, en kıymetli beceri.

Yalnızlık herkese zor. Ama zaman zaman yalnız kal(a)mayan da anlamsızlığa mahkum. “Yalnız kalabilme hakkı”nı tadınca gerçek anlamda sevme ve sevilme imkânımız da artıyor. Birileri bizi izlemeden yaşayabildiğimizde, kendimizle kurduğumuz bağ, daha sağlıklı ilişkilenmelerin önünü açıyor.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.